Ahmet AY
Uzaklaştıkça nasıl güzelleşiyor herşey?
Dışarından bakanlara belki böyle görünüyor arkadaşım: Eskiden daha güçlüydüm. Şimdi zayıfım. Dünyayı tutma isteğim azaldı. Yaşlandım. Avuçlarım hevesini kaybetti. Arzumu kaybettim. Kavgayı değil kavgamı kaybettim. Neşemi koyduğum yerde bulamıyorum. Eskiden üstüne üstüne düştüğüm şeylerin şimdi yanından şöyle bir geçiyorum. Dışarıdan bakılınca bu hakikaten zayıflıktır. Ve muhtemelen beni kalan ömrümde başarısız(!) kılacaktır. Ama, benim gözümden bakarsanız bana, daha başka birşey söyleyeceğim: Galiba büyüdüm ben.
“Aaa, nasıl oluyor, hem öyle hem böyle? Bir yalancılık mı var? Cık, cık, cık.” Yok, yalancılık değil arkadaşım, halimi anlatayım: İlgisizliğin boğuşmakla elde edilecek her kuvvetten güçlü olduğunu gördüm. Buzken ağırdım. Yer tutardım. Üşütürdüm. Doğru. Fakat buhar olunca da hiç incinmedim. Üstelik özgürleştim. Hem de kimseyi incitmedim. Rüzgarla uğurlandığım her yer benimle oldu. Benim olmadı arkadaşım. Benimle oldu. Önemsememek karizmatiktir. Önemseyen herkesten daha avantajlı hale getirir. Çünkü kaybetmezsiniz. Yarışmadığınız için yenilmezsiniz. Rakibi olan endişe eder. Geçilmekten korkan koşar. Siz etmezsiniz. Siz koşmazsınız. Bu nedenle insan lezzet-i hayat cihetiyle serçe kuşuyla başedemez. Meğer ki bu ilgisizlik bir tasannu değilse.
Serçe para biriktirmez. Siyaseti takip etmez. Petrol aramaz. Ne bileyim. Dolar artınca telaşlanmaz serçe. Allah sırlarını mübarek etsin: Ehl-i zühtün omzunda zühdü bir yük değildir. Çünkü onlar bizim gibi değildir. Rahatlığıdır. Canının istediğidir. Dünyanın en istekli şekilde kollarını açtığı dönemlerde bile zâhit onunla hemhal olmaktan çekinir. Çünkü hemhal olmanın bir bedelle mümkün olduğunu bilir. Bu bedel didindiğinin omzunda ağırlaşmasıdır.
Kalp tanıştığını arkasında bırakamaz. Evet. Hakkında uğraştığını 'an'da bitiremez. Sevdiğini terkedemez. Sevmek, Sonsuz Olan’dan başkasına karşı, hatırlamakla bedel öder. Yitirilmekle fakirleştirir. Hem sevmek bir açıdan ruha çizik almaktır. Şeylerin ‘ben’ini kanatmasına izin vermektir. Dikenli telleri çıplak avuçlarla kavramaktır. Gidişlere karşı savunması yoktur aşkın. Oscar Wilde’ın öyküsündeki gibi, dikene bastırarak göğsünü, güller açtırmaya çalışır bülbül.
Ruh zamanın üstündedir. Bu yüzden zamanla arasında bağ kurmasını sağlayacak bir günlüğe ihtiyacı vardır. Hakîm-i Zülcemal, sonsuz hamd u sena olsun Ona, hafıza bağışlamakla farkındalığımızı anlardan aşkınlaştırmıştır. Bu yayılıştan kıyas doğmuştur. Bu kıyastan akıl tevellüd etmiştir. Akıl her duygunun sonsuzlukla çarpımıdır. Çünkü zamana yayılmış bir farkındalığın kıyaslayacağı şeylerin sayısı da anlar kadar fazladır. Hafızamız sayesinde biz şeyleri arkamızda bırakamayız. Eğer bıraktıysak o bizim için 'şey' olmamıştır. Gerçekten şahidi olunan şey bırakılmaz. Unutulmaz. Silinmez olur. Peki birşey nasıl şey olur?
İşte ben bunun da duygularla ilgili olduğunu düşünüyorum arkadaşım. Duygular dışarından gelen etkinin (dolayısıyla bilginin) bizi değiştirirken çıkardığı sesler gibidir. Kader kaleminin cızırtılarıdır. Evet. Ben, başladığım Ahmed'den daha başka bir Ahmed olarak bitireceksem hayatı, bu değişim duygularla oluyor. Ruhum duygu duygu desenleniyor. İşleniyor. ‘Ben’ dediğim şeyin değiştiğini, yaşamak testeresinin üzerimde işlediğini, çıkan duygu sesleriyle anlıyorum. Ya iyileşiyorum yahut da kötüleşiyorum. Meselenin hormonal düzeyi ancak bedenin bu değişime ettiği eşliktir. Asıl tecrübeyi ruh yaşar. Asıl mesele mesajın etkisine şahitliğimdir. Ki bu şahitlik de en çok hissederek oluyor. Hissetmeyenler şahitlik şansını da yitiriyorlar.
Kalbim kırılıyor birisine. Veya birisine ısınıyor. Gülüyorum. Veya küsüyorum. Kızıyorum. Veya seviniyorum. Bunlar hep âdemiyetten. Bütün bu sesler Ahmed'in değiştiğini haber veriyor bana. Üzüldüğümde Ahmed'i yanlış bir yere sürüklediğimi farkediyorum. Sevindiğimde Ahmed'in doğru yolda olduğunu anlıyorum. Tıpkı ateşin yıkıcılığını yakıcılığıyla hissetmem gibi. Kaçınmam için hissetmem gerekir. Koşmam için hissetmem gerekir. Görmesem de sonucu hissediyorum. Yaşamak bir açıdan ruhun kemal sürecinin zarureti gibi. İmtihan olmazsa beşer insan olamaz. Bir kıdem daha alması lazım. Hamlığının gitmesi lazım. İmtihan bizi ahirette sonsuza dek varolmaya layık kilimler haline getiriyor.
Burada hissetmezsem cehennemde kaza ederler. Burada yetişmeyeni orada ebedî eğitirler. Nihayetinde cennete layık bir olgunluğa erişmek için yetişmeye gelmişim dünya medresesine. Aldığım nakışlara göre duracağım yer seçilecek.
Dünyanın omuzlarına basıyorum. Adımlarımı sabitlemeye çalıştıkça, kalmaya çalıştıkça, almaya çalıştıkça, tutmaya çalıştıkça, yönetmeye çalıştıkça dünya da benim omuzlarıma basıyor. Atıma ‘atım’ dememeliyim. Atıma ‘atım’ dedikçe atı oluyorum. Veya atıma ‘at’ dedikçe at atım oluyor. İki türlü de etkileyebilir beni. Nasıl etkileneceğim sırr-ı imtihan gereği bana bırakılmış. Ya güzel görüp güzel düşüneceğim yahut da çirkin görüp çirkin düşüneceğim.
Fanilik için boğuşmak beni anlarda görünene mahkûm ediyor. Faninin varlığı andan ibarettir çünkü. Ondan kaçınmaksa manzarayı anlar ötesinden seyretmemi sağlıyor. Arkadaşım, şuna iyi kulak ver, dikkat et: Uzaktan bakınca her yüz güzeldir. Yakından bakınca, yakınlığında boğulunca, her yüzde bir pürüz var. Kusur var. İz var. Makyaj dediğin de zaten yanındakini uzaklaştırmaktır bir nevi. Demek ki zahit pürüzlerin riskini almaktan kaçınandır. Mesafeyi koruyandır. Zaten parçayı çirkin eden de bütündeki yerini ıskalamak değil midir? Zümrüd-i Anka’yı tırnağından ibaret saysan beğenmezsin. Arkadaşım düşünsene şunu bir: Mecnun’a Mevla’yı bulduracaksa Leyla’nın ayrılığı nasıl kötü olabilir?
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.