M. Nuri BİNGÖL

M. Nuri BİNGÖL

“Vâkıf”ı “vakf”e döndürmek...

Şunu her zaman iddia etmişimdir; metin tahlili metodu ile Türkçe’nin inceliklerini bilemeyen – ya da bizahmet öğrenmeyen- insanlar Risale’yi de anlamaz, yazılan- çizilenleri de...
 
“Cehil, mecazı eline alsa gakikat yapar. İlmin elinden eğer cehlin eline düşse mecaz, eder inkılab hakikata, hem açar hurafata kapılar.
 Küçüklüğümde gördüm ki hasf olmuştu Kamer. Sordum ben vâlidemden. Dedi: "Yılan yutmuştur." Dedim: "Neden görünür?"
Dedi: "Orada yılanlar böyle nim-şeffaf olur." İşte böyle bir mecaz hakikat zannedilmiş: Medar-ı Şems ve Kamer
Tekatu' noktaları olan re's ve zenebde Arz'ın hayluletiyle bir emr-i İlahiyle münhasif olur Kamer.
İki kavs-i mevhume tinnineyn yâdedilmiş, hayalî bir teşbih ile isim, müsemma olmuş. Tinnin ise yılandır.” ( Sözler, Lemaat, s: 716)

Türkçe’nin “meseleleri fehmetmek” cihetiyle büyük ehemmiyetini izah eden ifadeleri başka yönden anlamak da mümkün. İş, sadece bir lisanın inceliklerini bilmekten değil, aynı zamanda o lisanın “mantalite”sini zevketmekten de geçiyor.
Herkes tarafından bilinir ki  Kur’an-ı Kerim’i tefsir eden bir müfessirin bilmesi lazım gelen 12 ilimden biri de “belağat ve ma’ani” ilmidir. Hangi kelime hangi Ayet’te lügavi mânasıyla, hangi Ayet’te mecazi mânasıyla kulanılmış; bunu “tefrik” edemeyen biri Ayet’e yanlış mâna verip, hem kendini, hem de başkalarını çizgiden çıkarır!
Âdi (sıradan) bir edebi metin bile, eğer yazıldığı lisanın “mantalite”sine muttali olunmamışsa ne kadar okunursa okunsun, o metin sular seller gibi ezberlense dahi “fehmedilmez”, sarrafın terazisini yokuş aşağı salmak gibi “takır tukur” seslerle iş yapar pozlarına girilir!
Günlük hayatımız için bu daha da zaruri, aynı zamanda da daha “çetrefilli”dir. Konuşulan muhitin mahalli ağzını bilmekten başka, o ağızda kelimeler daha ziyade nasıl bir “sentaks”la kullanılıyor, hangi “semantik” mantıkla icra ediliyor, o mahalle mahsus “deyim ve terim”ler nelerdir; daha bunun gibi bir yığın inceliğe ıttıla kazanmadan, konuşulanları tam ve yerinde anlayamadığınız gibi, “garip” de kalırsınız.

Misal olarak diyeyim; ilk vazife yerimdeki “ağız”  farklılığı ve daha önceden de iyi bildiğim kelimelerin kullanılma yerlerinin değişikliği beni pek müşkül vaziyetlerde bıraktı.
Mesela  “sağdıç” kelimesinin mânasını hepimiz biliriz; daha ziyade kelimenin “terim” mânasıdır bildiğimiz. Nikah sonrası damada yol gösteren rehberdir bu. Ama gittiğim muhitte ise çok yakın arkadaş mânasında kullanılıyordu ( lügavi mâna); o da sıklıkla...
Hiç unutmam; bir mesai arkadaşımın – Nusret Bey’in; kulakları çınlasın- , bana kiralık daire bulduktan sonra;
“- Bir de yakacak işini halledersek sağdıç, başka işimiz kalmayacak.” demesini önce pek yadırgamış, mesele izah edilince de kahkahayı patlatmıştım.
Hani Muakemat’ın “Unsur’ul- Belağat” kısmında bir misal vardır.
“Filanın kılıcının bendi uzundur.” cümlesinden muradın, o faninin kılıcıyla alâkalı olmadığının “bedihi” olduğu ifade edilir. Çünkü herkesin gördüğü ya da bildiği bir meseleyi , “ Söz uçar, yazı kalır.” mantığını kavramış biri harflere dökerek istikbalin malı yapmak istiyorsa, herhalde ( her hâl u kârda)  asıl anlatmak istediği o zahiri ve sûri ifade değil, onun zımnındaki bir diğer mânadır. Eğer her ikisini birden ifade etmek isterse, buna “tevriye” dendiğini de zaten sahanın mütahassısları hatırlar.
25. Sözde verilen misal daha ufuk açıcıdır. “ Sen hafızsın!” ifadesinin sarfedilme sebebinin zaten herkesin bildiği – hatta gördüğü, şahit olduğu-  bir meseleyi izah olmadığı, “ Ben senin hafız olduğunu biliyorum.” mânasına geldiğini Üstad ne güzel açıklar.

Günlük hayatta çok duyarız; “ Şu işi yapmazsan ağzını yırtarım; şu hal içre olmazsan tependen yere çakarım; boyu yere yakın, kendini ondan sakın...” sözleri eğer sözlük mânasıyla söylenmiş olsa hem kanunen durmadan suç işlenmiş olur, hem de kişiler tezyif edildiğinden “gıybet”in “ en şeni” olanları yapılmış olur; ki “mütedeyyin” insanlar bile bunları kazaen çıkarıyorlar ağızlarından ve biz de o yöre dilinin ve Türkçe’nin inceliklerini az çok bildiğimiz – ya da sezdiğimizden- o insanlara su-i zan etmiyoruz.
Eğer bu şekildeki bir anlayış, irfanlı olduğu bilinen insanlardan geliyorsa, bu hissin herhangi bir niyetle kasdi olarak uyandırıldığını zannetmek her zaman mümkündür gibime geliyor.
Demek okuduğumuz her ifadeyi mutlaka doğru anlıyorum diye şişinmek, “ kendini haklı bile bilse” yine de bir “Talebe” – ya da şakirt- “eneyi istimal edemez.” şeklindeki  tâlimata da zıddır bu. Mü’min ne kendi adına, ne de bir grup adına “ene”yi kullanamaz; zalim, kafir, zır cahil, müztebid kavi müstesna.
Zira bilinir ki, “ Zalime – İmam-ı Gazali, bu hadisi ehl-i bid’aya şeklinde tefsir etmiştir- tekebbür sadakadır.” Ve “ o makamın iktiza ettiği haller – kibr değil- vakardır” İlmin izzetini muhafazadır.
Aslı “ vâkıf” olan, güzel dilimizde “vâkıf olmak” ( muttali olmak) şeklinde istimal edilen kelimeye layık olmadan “vakıf” yetiştirdiğini sanan dostlarımız, çok meseleyi “vakfetmeye” alicenablık safiyeti içinde vesile olanlar, biraz değil, epeyce düşünmeliler demeyi bir kardeşlik borcu bilmek, “boyunu aşmak” olmaz herhalde; eğer öyle görülürse, bu satırların yazarı af dilemeye her zaman hazırdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum