VALİZİN İZİNDE
Cemil Karakullukçu'nunu hikayesi...
Babası “yarın kente seninle birilikte gideceğiz” deyince, Talha kulaklarına inanamadı. İyice anlamak için güya duymamış gibi, “efendim baba!” dedi. Babası “yarın kente gideceğiz kente. Seninle!” diye yineleyerek, ilk sözüne açıklık getirdi.
Talha babasının bu sahici müjdesini tam duyduğunda, sıcaktan kavrulup kumsallaşan toprakta arkadaşıyla misket oynuyordu. Yalın ayaktı. Dizden aşağısından yırtık olan pantolonun cebinden avuçladığı misketleri aniden yere fırlattı. “Bugünlük yeter!”dedi arkadaşına. Toprakla aynı seviyede olan evlerinin eşiğinden içeri daldı. Bu hiç beklenmedik müjdeye dokunmak ister gibi, doğruca babasının yanına koştu. “Yarın ne zaman, ne zaman?” diyerek, sevincini belki de anlamsız sorularla açığa vuruyordu. Heyecanı telaşla karışıktı. “Diğer pantolonumu annem yıkadı dün” dedi Talha. Babası sözlü değil, davranışlarıyla Talha’nın söylediklerini onaylıyor ve bir taraftan da bıyık altından gülüyordu.
Talha bir içeri giriyor bir dışarı çıkıyordu; yerinde duramıyordu. Sevincini biriyle paylaşmalıydı. Bir kardeşi de yoktu konuşacağı. Ağabeyleri vardı, ablaları vardı; ama ondan çok büyüktüler. O,davetsiz misafir gibi, gelmişti dünyaya. Onu görenler, bu evin torunu sanırlardı; durumu öğrenene kadar. İki ağabeyi büyük kentlerdeydi; bayramdan bayrama geldiklerinde görebilirdi onları ancak. Üç ablası da evlenip gitmişlerdi. Bu nedenle kendi akranı yoktu geride kalan aile bireylerinden. Bir bakıma yalnızdı. Hatırına annesi geldi. “Anne!” diye bağırır bağırmaz, annesinin evden fazla uzak olmayan bahçede, biber ve patlıcanlarla meşgul olduğunu hatırladı. Yalın ayak bir nefeste annesinin yanına gitti. Dik nefes oğlunun geldiğini görünce annesi heyecanlandı; “Ne oldu Talha?” dedi. Talha annesinin etrafında birkaç kez döndü. Sık sık nefes alıyordu. “Meraktan beni çatlatacaksın” diyerek, böyle apor topar geliş nedenini hemen öğrenmek istiyordu annesi.
“Anne!” dedi Talha yutkunarak, “Biliyor musun, ben yarın babamla kente gideceğim” dedi nihayet. Derin bir nefes aldı annesi. “Oh çok şükür” dedi annesi kara haber almadığına. Elindeki kazmayı yere bıraktı. Geniş şalvarını kum gibi yumuşak toprağın üzerine yayarak şöyle bir oturdu, nefeslendi. “Bana iki sevinç yaşattın be oğul şuracıkta!” dedi annesi rahatlatan bir nefesi doyasıya içine çekerek.
Biri, kara haber almadığına sevinmişti. Hasta olan annesinden, yani Talha’nın anneannesinden her an bir ölüm haberi bekliyordu çünkü. Diğeri de bilinen bir şeydi; Talha’nın babasıyla kente gidecek olmasıydı. Annesi “Seni Allah çok yaşatsın e mi Talha!” diyerek, avuçladığı toprağı Talha’nın üzerine attı. Talha da sevincini paylaşan annesinin omuzlarını bastırarak şakasına karşılık verdi.
Talha annesinin yanında iken, güneş tepeden üç mızrak boyu batıya meyletmişti. Talha güneşe bakarken, akşama ve akşamdan sabaha bir hayli zaman olduğunu anlamıştı. Bu kadar uzun zamanı nerde geçirecekti? “Ben gidiyorum” dedi annesine. Annesinden olumlu ya da olumsuz bir cevap almadan evin yolunu çoktan tutmuştu.
Yolda yürürken, büyüdüğünü düşündü. Babasıyla kente gidiyordu nedense. Kente yalnızca büyükler gidermiş. Bu, onun büyüdüğünün işaretiydi. Yolda adımlarını biraz yavaşlattı. Büyükler öyle koşmaz diye düşündü. Bir oraya bir buraya zıplayarak yürümek ne? Az kaldı; yarın kente gidiyordu ya!
Büyümenin daha başka yolu var mıydı acaba? Kollarını, bacaklarını, boyunu yokladı. Oracıkta aynasının olmasını ne kadar isterdi! Şöyle bir yüzüne bakacaktı. Babası gibi, bıyıkları olacak mıydı? Gür saçlarını arkaya tarayacak mıydı? Sertçe öksürdü. Öksürüğü basınınkine benziyor muydu? “Hey!” diye bağırdı. Galiba sesi eskisinden daha gür çıkıyordu. Ama ne olursa olsun, onun kente gitmesi büyüdüğüne fazlasıyla bir kanıttı. Adımlarının biraz daha sertçe atmaya başladı. Ciddileşti aniden. Bu haliyle bile bir büyüktü o. Çıplak ve yalın ayakları gözüne ilişti. Ama büyükler ayakkabı da giyerdi. Kendinden biraz utandı. “Olsun” dedi. Yarın, evet yarın kente inmiyor muydu? Öyleyse büyüklerin sınıfına girmesine az bir zaman kalmıştı. Başka şekilde işi yokuşa sürmenin ne alemi vardı! Büyüdü, büyüyecekti, kente gidecek, oradaki büyük büyük insanlarla birlikte gezecekti, bir simit yiyecekti belki, yanında da bir gazoz içecekti, sonra, sonra gelip arkadaşlarına gördüklerini kasıla kasıla anlatacaktı… Oradaki evler köyünün evlerine hiç benzemezmiş. Çok yüksekti kentin evleri. Boylarını görmek isteyenlerin mutlaka başlarından şapkaları düşermiş. “Tuhaf!” dedi içinden. Bu düşüncelerle ne kadar yol aldığını bilemedi. Evlerinin kümesten yana olan köşe başını dönünce, aniden babasıyla karşılaştı. Biraz irkildi.
Babası, “Nereden geliyorsun Talha?” dedi. “Annemin yanından” diye karşılık verdi. Güneş biraz batmaya yönelince, kümesteki hayvanları çıkarırlarmış. “Zamanı” diye düşünmüş Talha; “Kümesin kapısını açayım mı?” diye seslendi babasına. “Ben de onun diyecektim sana” diyerek, Talha’dan kümesi açmasını istedi. Talha bir şeyler yapmak istiyordu. Yoksa zaman kolay geçeceğe benzemiyordu. Akşama çok daha vardı. Kümesten ilkin çok sevdiği, bembeyaz ve kocaman kırmızı ibiğiyle Denizli horozu çıkmıştı. Bulduğu yemi kakalayarak tavukları dışarıya davet ediyordu. Küçüklü büyüklü tam yirmi tavuk kümesten sökün etti. Evlerinin önündeki boşluk birden renklerle doldu. Denizli horozunu yakalamaya çalıştı. Horoz kaçtı, tavuklar kaçıştı. Ortalık karıştı birden. Tavuklar öyle acı acı bağrışıyordu ki, içeriden babasının kendisini apar topar dışarıya atmasına neden oldu. “Yine mi sen?” dedi. Talha, horozunu çok seviyordu; hele ibiğiyle oynamaya bayılıyordu. Horozun peşini bıraktı bu kez; yoksa onu yakalamadan asla bırakmazdı.
Talha için zaman geçmemesi bir büyük işkenceydi. Hemen akşam ve arkasından sabah olmasını istiyordu. Kent dedikleri şeyin ne olduğunu gözleriyle görmeye, koklamaya ve hatta ellemeye can atıyordu. Neyse ki annesi de gelmişti. Güneş bütün sıcaklığıyla evlerinin önünü ısıtıyordu yine. Ufuk ondan uzaklaşıyor muydu? Bir türlü batıp dünyayı karanlığa terk etmiyordu bugün. Başka zaman olsa, Talha hiç ister miydi karanlığı? Üstelik karanlıktan da çok korkardı. Karanlık fobisi çöreklenmişti içine. Dört yaşında iken karanlık tam basınca, komşu evine giderken büyük bir köpek ansızın atlamıştı üzerine; bacağından ısırmıştı. Acı acı bağırmasıyla komşu yetişmişti de köpekten zor kurtarmıştı. O günden beri karanlıkta yalnız duramıyor ve köpeklerden çok korkuyordu. Ama şimdi karanlığın hemen gelmesini istiyordu. Karanlık basmadan sabahın gelmeyeceğini biliyordu besbelli.
Akşam olunca ilk işi yeni yıkanmış pantolonunu yatağının yanına koymak oldu. Erkenden yatmasını söylemişti ona annesi. Yatakta dönüp duruyor, bir türlü gözü uyku tutmuyordu. Şu kent dedikleri şey nasıldı acaba? Ağaçlar var mıydı orada acaba? Yüksek evlerden kente kaç tane vardı? Yollarından arabadan geçilmezmiş. Bu kent yerinde, insan bir kez arkadaşını kaybedince kalabalıktan bir daha bulamazmış. İnsanların bu kadarı nerden geliyordu? Kentte aranılan her şey vardı, yok yoktu. Oyuncakların en âlâsı kentten geliyordu. Salimlerin, Niyazi’nin o tekerli arabası kentten gelmişti. Babamdan bana öyle kocaman bir araba almasını isteyeceğim. Kırmızı renkli mi olsun? Yoksa bir mantar tabancası mı isteyeyim babamdan?
Ellerinin alnının üzerinden alarak sağ tarafına döndü. Bir türlü uyku girmiyordu gözlerine. Uyumak da istemiyordu ya! Ama uyumadan kolay kolay sabah olmayacağını da biliyordu. Birkaç kez yatağın içinde döndü durdu. “Sen hâlâ uyumadın mı?” diye seslenen annesini lambadan sızan zayıf ışıktan zor görüyordu. Yatağının içinde dönerek cevaplıyordu annesini.
Öyle ne kadar yatağın içinde dönüp durduğunu o da bilmiyordu. “Talha! Kalk bakayım” diye babasının sesini derin uykusundan işitince fırladı kalktı. Pencereden içeri giren kızılımsı güneş ışınlarıyla karşılaşan Talha biraz şaşırdı. Uyku sersemliği içinde elbiselerini koyduğu yerde değil de başka yerde aramaya başlayınca, babası güldü. Yavaş yavaş kendine gelen Talha da gülmeye başladı. Kahvaltı derken, baba-oğul kente gitmek için hazırdılar. İçinde ne olduğunu bilmediği babası kocaman valizini omzuna atarken, Talha’ya “haydi!” dedi.
Kente giden köyün minibüsü vardı. Kent, köylerinden aşağı yukarı üç sat çekerdi. Minibüse ikinci kez biniyordu Talha. Ayrı bir koltukta oturtmuştu babası onu. Büyüdüğünü şimdi daha iyi fark ediyordu. İlk arabaya binişinde, babasının kucağındaydı. Yolcular tamamlanınca minibüs hareket etti. Yolun hem bitmesini hem de hiç bitmemesini istiyordu. Bir taraftan minibüsle yolculuk çok hoşuna gidiyordu, bir taraftan da bir an önce kente ulaşmaya can atıyordu çünkü.
Kente yaklaşınca, daha önce duyduğu o yüksek evleri görmeye başladı. Kocaman bir duvar gibi göründüler ona uzaktan. Kentin evleri için “dedikleri kadar vardı” diye geçirdi içinden. Bir ara gözüne bir şey ilişti. İşaret ettiklerinin ne olduğunu eliyle dokunarak sordu babasına. Babası “Orası Lunaparktır” dedi. Öyle gördüğü, o kadar acayip şeyler vardı ama onların ne olduklarını öğrenmek için daha soramadı babasına, gördükleriyle yetindi. Her gördüğünü babasına sorsa, babasının sürekli konuşması ve onun da birkaç gün babasını oturup dinlemesi gerekirdi.
Son durakta minibüsten indiklerinde yaya gidecekleri epey yolları vardı. Koca valizi omzunda taşıyan babasının arkasından gidiyordu. İnsandan geçilmeyen yollardan, caddelerden, sokaklardan geçiyorlardı. Babası bir hayli uzun boyluydu. Sürekli arkadan izlediği için, babasını bu insan kalabalığında ancak uzun boyundan ve bir de valizinden tanıyabiliyordu. İnsanlara karışıp kaybolma korkusundan, ikide bir başını kaldırıp valizini kolluyordu babasının. İlgisi çeken neler vardı neler! Köydeki arkadaşlarına gururla ve de hararetle anlatacağı şeyleri bir bir hafızasına yerleştirmeye çalışıyordu. “Bir de kaybolursam” diye geçiriyordu içinden. Bir gözü babasının valizinde, öbür gözü şimdiye kadar görmediği şeylerdeydi.
Omuzda taşınan valiz, onun pusulası olup çıktı bu insan selinin içinde. İnsanlar arasından yol alırken Talha aniden birine çarpınca, babasına koşmak istedi. Önünde, omzunda valiz olana “Baba!” diye sarıldı. Bir de ne görsün, sarıldığı babası değildi. Korktuğu başına geldi şimdi. Donup kaldı. Etrafına bakındı. Babasını göremiyordu. Ne edecekti? Babasını nasıl bulacaktı? Köyüne, annesine nasıl gidecekti? Ağlamaya başladı. Bu kalabalık içinde kendini öyle yalnız hissetti ki, bir daha ne babasını ne annesini görebileceğini sandı. Ağlaması korkuya dönüştü. Gözleri irileşmeye başladı. Nefesi durur gibi oldu. İrileşen gözleriyle bakıyordu; ama kimseleri görmüyordu sanki. Korkunun içine gömüldü. Önünde derin bir boşluk oluştu. Tutunacağı kimsesi yoktu şimdi. Benzi sarardı. Bir o yana bir bu yana yaşlı ve korku dolu gözlerle bakarken, bir amcanın “ne oldu yavrum?” sorusunu duyabiliyordu. Ümitsiz bakarak, “babamı kaybettim” diyebildi boğuk sesiyle Talha. “Gel benimle” diyerek, koltuğunun altına aldı Talha’yı, dükkâna götürdü. “Hiç merak etme yavrum!” diyerek, Talha’yı teskin etmeye çalıştı. Ona bir horozlu şeker aldı. Bir de hasır iskemleyi göstererek, “Burada otur, baban döner şimdi. Görünce çağırırsın” diye tembihledi.
Yaşlı gözlerle horozlu şekerini yalamaya başladı Talha. Amca, dükkân ve horozlu şeker ona bir dayanak oldu. Babası gelir diye de gözünü yoldan, gelip geçenlerden ayırmıyordu. Talha hiçbir şey düşünemiyordu. Bu iskemlede tek farkında olduğu, horozlu şekerin tadıydı. Hayatında böyle bir şekeri ilk kez tadıyordu. Belki de hayatının sonuna kadar unutamayacağı bir anı olacaktı onun için.
Horozlu şeker bitmek üzereydi ki, biraz uzaktan telaşla koşuşturan babasını gördü. Heyecanla “Baba!” dedi. Babası sesin geldiği tarafa bakınca, Talha’yı gördü. Sevinse miydi, yoksa sırtında valiz, Talha’yı ararken çektiği sıkıntının acısını mı alsaydı diye bir tereddüt yaşadı. Talha’ya “Ulan bana çektirdiğin kalmadı” dedi nihayet.
İkisinde de buruk bir sevinç oldu. Horozlu şekerin tadı kaçtı .