Yayla'dan Başbuğ'a cemaat çıkışı
Prof. Dr. Atilla Yayla, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un konuşmasını analiz eden bir yazıyı kaleme aldı
Risale Haber-Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Atilla Yayla, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğu'un konuşmasını analiz eden bir yazıyı kaleme aldı. Zaman Gazetesinde yayınlanan yazıda Yayla, cemaatlerle ilgili bölümün de yer aldığı çok önemli tespitlerde bulundu.
işte Atilla Yayla'nın yazısı:
Başbuğ'un konuşmasının ardından
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un geçen hafta salı günü yaptığı ve medyada geniş yankı bulan konuşması dikkatli bir analize tabi tutulduğunda Türkiye'nin siyasi sisteminin temel açmazı olan asker-sivil ilişkileri hakkında ufuk açıcı ipuçları vermektedir.
Bunu yaparken konuşmanın bir bütün olarak ele alınması ve içerdiği tezlerin arka planına ışık tutulması şarttır. Aksi takdirde file dokunarak fil tarifi yapanların durumuna düşmek kaçınılmazdır. Nitekim medyadaki bazı değerlendirmelere göz atıldığında durumun aynen bu olduğu görülmektedir.
İlker Başbuğ'un konuşma tarzının yumuşak olduğu ve bir ilerleme teşkil ettiği tespitine katılmamak imkansız. Ancak, bunun bilinen sert-radikal görüşlerde bir esnemenin ve daha makul bir çizgiye kaymanın bir sonucu olmaktan ziyade bir taktik yansıması olarak görülmesi gerektiğini söylemek ona haksızlık yapmak olmayacaktır. Konuşmanın fikir yapısı esas alındığında bu hüküm bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Yine de konuşmada yumuşak bir üslup kullanılması, hiddet dolu bir yüz ifadesiyle, bağırarak ve tehditkâr bir şekilde konuşulmaması bir ilerlemedir ve sevindiricidir. Lakin, cımbızla çekilerek öne çıkartılan -Türk yerine Türkiye halkı kavramının kullanılması, laiklik yanında demokrasinin de vurgulanması gibi- olumlu noktalar konuşmanın tam metni analiz edildiğinde önemsizleşmekte ve maalesef aslında egemen askerî zihniyette kayda değer bir değişme ve ilerleme olmadığını sergilemektedir.
Her şeyden önce şu temel problem gözden kaçırılmamalıdır: Demokrasi adını gerçekten hak eden rejimlerde genelkurmay başkanları böyle bir konuşma yapmaz ve yapamaz. Medya organlarına bu konuşmayı canlı yayınlatamaz. Medya organları da böyle bir konuşmaya genel yayın müdürü seviyesinde koşturarak gitmez. Demokrasilerde bir general ancak ve ancak görev alanıyla ilgili -askerî, teknik- bir konuşma yapabilir ve bu konuşma da olsa olsa medya organlarının savunma muhabirleri tarafından izlenir ve küçük bir haber olur.
Başbuğ yumuşak bir üslup kullanmış, kelimelerini özenle seçmiş olmakla beraber konuşmanın muhtevası demokrasilerde normal karşılanamayacak bir zihniyeti yansıtmaktadır. Başbuğ askerî alanda kalmamış, yetkisini aşarak, sivil alana ve siyasete girmiştir. Bir vatandaş olarak kendisini elbette ilgilendirebilecek, ama bir genelkurmay başkanı olarak taraf olamayacağı ve görüş açıklayamayacağı konulara girmiştir. Laiklik meselesinden Kürt meselesine, dinin ne olduğundan dinlerin toplumsal hayatta işgal etmesi gereken yere kadar birçok hassas konuda görüş açıklamıştır. Böyle yapmakla da siyasi otoritenin emrinde olduğu yolundaki kendi söylemiyle çelişkiye düşmüştür. Siyasi otoritenin bu konulardaki görüşleri farklıysa ne olacaktır? Kim kime uyacaktır? Başbuğ bu konularda taraf olmakla vatandaşlar arasında ayrımcılık yapmaktadır. Bunun sebebi kişisel olarak şu veya bu görüşte olması değildir, bizatihi bu konularda bir genelkurmay başkanı olarak görüşlerinin olması ve bilhassa bunları kamu ortamında açıklamasıdır. Dolayısıyla, bu konuşma doğrudan doğruya sivil alana müdahale etme anlamına gelmektedir. Bu biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için şaşırtıcı değildir ama bir demokrasi için çok şaşırtıcıdır, anormaldir.
Başbuğ'un laiklik konusundaki görüşlerinin çoğu çoktan tedavülden kalkmış, artık hiçbir ciddi fikir adamının önemsemediği görüşlerdir. Bu görüşlerin mevcut anayasada tanımlanmış olması onlara "yasal" bir zemin sağlasa bile hukuksal, ahlaki ve felsefi bir temel kazandırmaz. Mevcut problemler bu anlayışa uyulmamasından değil -ki zaten bu imkansızdır- bu anlayışın topluma dayatılmasından doğmaktadır. İnananların dini nasıl anlayacağı ve hayatında nereye koyacağı ne generalleri ne politikacıları alakadar eder. Bu herkesin şahsi meselesidir. Demokrasi burada bir tarzı dayatmaz, herkese tarzını seçme ve diğer tarzlarla beraber yaşama imkanı verir.
Başbuğ'un cemaatlerle ilgili sözleri de demokratik dünyaya uymamaktadır. Bireylerin dinî cemaat kurup kurmayacakları, mevcut cemaatlere katılıp katılmayacakları onları ilgilendirir. Kamu otoriteleri bu konuda vatandaşa talimat veremez. Demokratik bir ülkede devletin tek yapabileceği, cemaatlere girişin serbest olması gibi çıkışın da serbest olmasını sağlamaya çalışmak ve cemaat içi ilişkilerde insan hakları ihlalleri olduğunda bu ihlalleri insan hakları adına müeyyidelendirmektir. Bundan daha fazlasına soyunması devletin yetkilerini aşması anlamına gelir. Ayrıca, cemaatler sivil toplumun önemli öğelerindendir. Bireyi devletin baskılarına karşı korumak gibi bir fonksiyonları da vardır. Cemaatler refah hizmetleri bakımından da çok mühimdir. Günümüzde ekonomik kriz yüzünden devletçilik tamtamlarının sesinin daha çok çıkmasına rağmen açık olan gerçek şudur ki son elli yılda devletlerin üstlendiği refah fonksiyonlarının birçoğu ileride gönüllü birliklere ve bu arada dini-ladini cemaatlere bırakılacaktır. Refah devleti projesi bitmiştir. Atomize bireycilik yaratmak suretiyle sivil toplumu gerileterek toplumlara büyük zarar veren refah devleti anlayışı gerilemeye mahkum görünmektedir. O geriledikçe gönüllü birlikler ve bu arada cemaatler öne çıkacaktır. Ayrıca Başbuğ çizgisi bir tür cemaatçiliğe karşı çıkarken aslında bir başka tür cemaatçiliği savunmaktadır. Hepimizin iplerin bürokratların elinde olduğu devlet cemaatine bağlı olmasını talep etmektedir. Bu anlayış, tatbikata konulduğunda, çok sayıda tecrübenin de gösterdiği üzere, sivil toplumda kendine anlam bulan cemaatlerin bireylere verebileceği zararlardan daha fazlasını verme potansiyeline sahiptir.
Medeni bir ülke olmanın temel şartlarından biri silahlı bürokrasinin -asker ve polisin- sivil otoriteye tabi olmasıdır. Bu, medeni olmanın olmazsa olmazıdır. Bu ilkenin silahlı bürokratların insani ve mesleki nitelikleriyle bir ilgisi yoktur. Demokrat ve medeni olma iddiasındaki her kişinin ve kesimin peşinen kabul etmek ve bağlanmak, uygulamak zorunda olduğu bir ilkedir. Yerine başka bir şey ikame edilemez. Başbuğ bir taraftan bu ilkeye İngilizce deyişle "lip service" yaparken diğer taraftan başka alanlardaki açıklamalarıyla onu sistematik olarak çiğnemektedir.
Bir fikir adamı, bir akademisyen olmadığından Başbuğ'dan tutarlı, sistematik bir teori beklemeye hakkımız yok. Buna karşılık yerli ve yabancı bazı fikir ve bilim adamlarına atıfta bulunma çabası, abartılmaması şartıyla, takdire şayan. Ancak, bu bakımdan da farklı seslere açık olmakta fayda var. Bu nedenle yazıyı sadece askerlere değil ilgilenen herkese iki önemli ismin çalışmalarını tavsiye ederek bitireyim. Birincisi Amerikalı yazar-iktisatçı John Kenneth Galbraith'ın en küçük fakat en iyi kitabı: How to Control the Military. Diğeri ise Türkiyeli liberal düşünür Mustafa Erdoğan'ın demokrasilerde askerlerin yeri ve rolüyle ilgili çalışmaları. Eminim her iki yazar da ilgilenen ve okuyanlara çok yararlı olacaktır.