Hüseyin ÇEŞİTCİOĞLU
Yolumuz yokuşa çattı!
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ
اَلَمْ نَجْعَلْ لَهُ عَيْنَيْنِۙ ﴿٨﴾
وَلِسَاناً وَشَفَتَيْنِۙ ﴿٩﴾
وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِۚ ﴿١٠﴾
فَلَا اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَۘ ﴿١١﴾
وَمَٓا اَدْرٰيكَ مَا الْعَقَبَةُؕ ﴿١٢﴾
فَكُّ رَقَبَةٍۙ ﴿١٣﴾
اَوْ اِطْعَامٌ فٖي يَوْمٍ ذٖى مَسْغَبَةٍۙ ﴿١٤﴾
يَتٖيماً ذَا مَقْرَبَةٍۙ ﴿١٥﴾
اَوْ مِسْكٖيناً ذَا مَتْرَبَةٍؕ ﴿١٦﴾
ثُمَّ كَانَ مِنَ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِؕ ﴿١٧﴾
Kur' an Yolu; Beled Suresi: 8- 17.ayetler
﴾8-9﴿ Ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi?
﴾10﴿ Ve ona iki yolu göstermedik mi?
﴾11﴿ Fakat o, sarp yolu göze alamadı.
﴾12﴿ O sarp yol nedir, bilir misin?
﴾13﴿ Köle âzat etmektir.
﴾14-16﴿ Veya bir kıtlık gününde yakını olan bir yetimi yahut aç açık bir yoksulu doyurmaktır.
﴾17﴿ Sonra iman edip birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden ve acımayı öğütleyenlerden..
Ramuz el-Hadis'ten: "Ümmetimin sonunda birtakım toplumlar olur ki, camilerini süsler, kalplerini viran ederler. Onlardan her biri; dinine verdiği ehemmiyetten fazlasını elbisesine verir. Bunlar, dünyaları selâmet oldu mu, ahiret işini kaale almazlar."
Peygamberimizin (asm) “Allahümme ecirnâ min fitneti’l-âhiriz’zamân!” (Ebû Dâvûd, Salât, 149, 179.) diye fitnelerinden Allah’a sığınmamızı istediği dönem…
Bu dönemde insan fitnelerden nasıl korunacak?
Peygamberimiz (asm) “Bu ümmetin sonu başının kurtulduğu gibi kurtulur.” buyurdu.(Berzenci, Kıyamet Alametleri)
"Evet Sünnet-i Seniyyeye ittiba, mutlaka gayet kıymetdardır. Hususan bid'aların istilası zamanında sünnet-i seniyyeye ittiba etmek daha ziyade kıymetdardır. Hususan fesad-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyyenin küçük bir adabına müraat etmek, ehemmiyetli bir takvayı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor. Doğrudan doğruya Sünnete ittiba etmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam'ı hatıra getiriyor. O ihtardan o hatıra, bir huzur-u İlahi hatırasına inkılab eder." (11.Lem' a)
***
Başkalaşıp dönüştüğünü belki kötüleştiğini; insan kendinden biliyor.
An oluyor ki; alışkın olduğun iyilik ve güzellikleri yapamıyorsun.
Bazen de soruyoruz; neden böyle geriledim?
Tanıdıklara bile selam veremez olabiliyorum, cevap alamadığımdan mı? Yoksa selam vermenin kutsi değeri mi bende zayıfladı?
Cevap olarak; önce atalet ve kaygının üzerimizde artışı akla geliyor. Sonra ruh yorgunluğu, mücahede gevşekliği, iman hakikatlarını mütaala edemeyiş ve gayretli kardeşlerle irtibat ve iletişim eksikliği gibi akla geliyor.
***
Otobüsümüz Antalya-Isparta arasında yol alırken benzin almak için durdu.
10 dakika benzinlikteymişiz. Otobüsten inerken, "kaptan namaz kılacağım geç kalmam" derken o aynen "namaz olmaz hocam" dedi ve yürüdüm.
"Mescid karşımda hemen kılıp arkamdan laf söyletmem" dedim.
Üstadı hatırladım, bazılara dediği; "sen farzları kıl yeter" gibi sözlerini.
Yolcu olduğum için yatsının 2 rekat farzını ve vitri kılıp dua etmeden fırlayacaktım öyle de oldu.
Zaten yatılı okul ve askerden eğitimliyiz.
Kıldık döndük ve muavin dışarda bekliyordu 10 dakika dolmamıştı.
Kimseye laf söyletmedik amma arkamdan laf edilmiş. Şoför muavine yüksek sesle, "git bak şuna" demiş.
Ama muavin gelmeden biz geldik şükür.
49 yıldır ülkemin yollarındayız. Özel araç, uçak derken memleket yolunda bu yolculukta otobüs daha uygun düştü.
Sosyolojik değişimimizi bu yol hatıralarıyla yazmak çok mümkün ve doğru da olur.
En son 90'lı yıllarda bile daha binerken;
-Kaptan namaz molası veriyorsun değil mi derdik ve çoğunlukla olumlu cevap alırdık.
-Ben de kılacağım, molalar namazlara ayarlı, inşaallah bişey yaparız be derlerdi.
Zaman başkalaştı, devir değişti, işler sarpa yollar yokuşa sardı!
Şimdi namaz molası var değil mi diyen yolcular pek azaldı.
Diyenler de, "kaza edersin bu kadar yolcunun hakkına giremeyiz, yolda ne namazı!" biçimli cevaplar veriliyor.
Gerçek; uzun molada konaklama mescidine girince anlaşılıyor; yolculukta namaz kılanlar azdan da azalmış.
Bu arada; molalar tamamen kaptan efendinin keyfine kalmış. İstediği yerde duruyor, 3-4 saat sonra ihtiyaç molası veriyor.
Bu uzun saat içinde, "kaptan niye mola vermiyoruz, durunca da niye kalkmıyoruz" diyene rastlamadım!
Telefona gömülmüş gidiyorlar gibi. Gecenin sıcağında; pencere açıp dağ havasını teneffüs etmek, içerinin havasını değiştirmek kimsenin aklına gelmedi.
Teklif edilince pencere açıldı ve bu sefer de alışkanlık yaptı kaptanda.
Kısaca; otobüs firmaları otoriterleşmiş, çünkü ancak büyük şirketler ayakta kalmış.
Bindiğimiz otobüs Bursa merkezli eski ve bir zaman otobüsleri yolda yanan bir firma.
Mersin/Samsun çizgisinin batısında çalışıyor.
Kendi şehrimdeki şirketler battığı gibi, komşu şehir otobüsleri de yollardan çekilmiş.
Bu yolcu taşıma işleri de tekelleşmiş. O yüzden yolculara eyvallahı etmiyor, sanki eşya gibi görüyor. Kendine mecbur gibi de görüyor, "bu adam zengin olsa; ya uçakla ya özel aracıyla gider" düşüncesinde sanki.
Nitekim yolun sonunda bizi hiç inmediğimiz uzaklıkta bir mola yerinde bıraktılar, servis arabasını da ancak arayıp sorarak bulduk.
O da doğrudan şehrin tek noktasına bırakıp gitti. İki sene önce bindiğimde ise şehirde merkez turu yaparak yolcuları indiriyorlardı.
***
Memlekette insanlar dolu gibi donuk, ürkek ve cam gibi tutuk hale gelmiş.
En son görüşüp konuşarak ayrıldığım insanların çoğu; görmez tanımazdan geliyor. Sadece kalbimi 1'e bağlayıp sabitlememi kırbaç gibi hatırlatıyorlar. Onlara çook müteşekkirim yoksa gönlümün akıllanacağı yok gerçekten.
En yakınlarıyla bile mesaj üzerinden görüşüp konuşuluyor artık. Oysa o kişi çok yakında ve yüzyüze konuşulmalı. Yüzyüze konuşmak yorucu ve itici olmuş.
Gözgöze görüşürken bile gözler dalgın ve takılı kalmış gibi. Bakışarak iletişimde ise göz perdesi mecburen açılmış, kaçamaklı ve hemen kapatmak istiyor gibi duruyor.
İrtibata duyarlı bir kardeş bile böyle davranabiliyor. İşi varsa kısa mesaj atıp işi bitiriyor. Karşıdan gelen cevaba ise bakmıyor veya önemsemiyor.
***
Her kuşak kendi özel dönemini yaşıyor ve bu o kuşağa normal sayılır amma bir önceki nesil bu dönüşümü niye taklit ediyor? Mantık ve zaman olarak normal olsa da davranış ve his olarak onları taklit çabası saçma sapan bir tavır.
İnsanlar iyiden iyiye hayat yorgunu olmuş. Son yıllarda yorgunluk katsayısı hergün biraz daha artıyor.
İhtiyaç kulesi; insanı hergün daha kalın ve yüksek bir hisar gibi sarıp kuşatıyor.
İnsanoğlu tehlikenin farkında ama ne yapacağını bilemiyor ve karşı çıkamıyor. Belki de lezzet ve alışkanlıklar bu direnişi imkansız hale getirmiş.
İnsanoğlu; hergün daha kalın karanlık ve soyutlanmış bir mağrada yaşıyor, gerçek bu. Zaten konuşanlar; hem mercekten gözetlenebiliyor hem de kayıtlardan takip ediliyor. Bu yüzden kiramen katibini hatırlamayanlar bu tarassuttan korkuyor ve korkmalı! Çünkü cezası acil ve sükseli göründüğü insanlar önünde. Gerçi bu da yalama olup nasırlaştı ya.
İşte bu gözetim ve kameralar insanları tutsak ve ürkek yapıyor. Tehlike anında ise sürü psikolojisi ve paniğe sokuyor. İşte tam bu noktada devletler ve dev iletişim deposuna/ data sahip olanlar insanları sürek avına tabi tutup kafeslere yerleştirip uslu maymuna çevirip "şartlı refleksli yaratık gibi" yapıyor!
Motorun teklediği gibi insanın da teklemesi ve tırtırı artıyor. Son derece bencil ürkek ve içe kapanık olmuş.
Ancak çıkarı zora girince şiddetle tepki veriyor. Çevre, komşu, tanıdık duyarlığı uçmuş gibi. Cami giriş çıkışlarında bile Allah selamı kalkmış, versen de alan kalmamış.
Ancak insanlar çabucak paniğe kapılıp saldırgan sürü moduna da hemen geçebiliyor. Kulağı, gözü, beyni sanal medyada. Barutun ısınıp parladığı gibi parlayıp yakıp yıkabiliyor.
Ankara'daki anarşik olaylar bunu gösteriyor. Bu noktaya gelmesi ise iktidarın sorumluluğu. Çıkıpta göç politikamız şöyle olacak diyen yok yönetenler de yorgun ve umaysız.
Derin unsurlar muktedirleri iktidarsız ve yasadışılığa sürüklüyor sanki. Sonra da, "bak durum kontrolden çıkmıştı, suçları bini geçmişti" demek için mi?
Memlekette havalar çook değişmiş ve korona insanları bir tuhaf yapmış.
İnsanlar içe kapanık ürkek selamsız ama internette özel hatlara bağımlı. En yakın kişisini kanaldaki iletişime göre değerlendirip öyle muamele ediyor.
İnternet kuraları ve ucu uluslararasına varan irtibat ve ilişki biçimleri hayatımıza yön veriyor. Amerikan filimlerinde seyrettiğimiz bay/ bayan hitapları diyaloglara hakim olmuş.
Yani amca, dayı, hacı, hoca hitaplarının yerini gizli özne/ zamirler almış. En yakınlar bile hoşgeldin, nasılsın konumunda laflıyor.
En mahrem malumat ve gerçekler uluslarası birkaç dev datada depolanıyor. Sonra süper yapay zekalarda işlenip bulut iletişimlere eczane rafı gibi yükleniyor.
Korona salgınında kullanıldığı gibi yakın gelecekte tüm insanlık dev kafeslerde yaşamaya iyice alışacak ve çıkmak istemiyecek gibi görünüyor.
İnsanoğlu üzerinden dijital egemenliğin acemiliğini atmaya çalışıyor ürkek, korkak, nemelazımcı, egoist, vehham ve ukala.
Her şey parça parça alınıp satılıyor iletişim dahil. Sorduğun bir soruya zar zor en kısa cevap alıyorsun. Postane nerde desen sade "şu tarafta" deniyor.
Yol, yön tarifi "aha götüreyim" yok. Malumat, iylik kıymete, paraya binmiş. Doktor ilacı yazınca yüzüne bile bakmıyor, eczacı demezsen öğün ve dozunu da söylemiyor.
İyilik adına tarif faydalı malumat sanki günah gibi.
Çünkü adamın kafası ötelerde yoğun, çevrimdışı iletişime mecburen açılıyor. O da kerhen otomatik düğme gibi açılıp kapanıyor sanki.
Fakat iş münazara ve tartışma olursa herkes her şeyi biliyor, malumatfuruşluk ve enfermasyon üzerinden ego ve enecilik zirveleri geride bırakmış.
***
Akşam namazından sonra Sungurlu'nun kurulduğu mahallenin, tarihi cami bahçesinde 3 genç hocayı çay içerken buldum. Üçü de genç ve Çorum'un merkez köylerindenmiş.
Tanıştık, biliştik ve konuştuk. Onlar da çok yorgun, argın. Cemaatten şikayetçiler, dedikleri dinlenilmiyormuş. Temsil ve telkin yönteminden habersiz görünüyorlardı. Sadece uyarı, ikaz ve ihtarın altını çizdiler.
Ehli sünnet hocalar azınlıkta ve sahipsiz diyorlar. Diğerleri korunup kollanıyormuş. Hükümet bu adamlara müdahele etmiyor, sosyal medyayı kontrol etmiyormuş.
Dindarlar bile; din/siyaset bezgini. Bu bezgin ve yılgınlık hayra alamet değil!
Her şey dindarların elinde iktidar, para, güç, medya deyince, ortalık sessizliğe gömülüp sonra savunmaya geçiliyor.
Daha fazla güç daha çok otorite ve yasaklar lazımmış. Bu durumda "Buyur emmioğlu burdan yak derler" bizim memlekette lakin biz bunu diyemedik.
Akşam nur dersanelerini dolaştım bir bir. Hiçbirinin ışığı yanmıyor ve içinde şakirt yoktu.
İşin tuhafı çarşı pazar ve camilerde de nur kardeşlere denk gelmedim. 10 gündür tek nurcuyla yüzyüze konuşamadım.
Cami girişinde birine selam verdim, çıkışta bekledim ama bakmadan gitti. Oysa iki yıl önce koyu muhabbet ederek ayrılmıştık.
Yıllarca ders yaptığımız ve sonra ara verdiğimiz çay ocağında Süleyman Abi'yle çay içip sohbet ettik. Cami çıkışında konuşmayan o kardeşten bahsetti. İki oğlu doktor ve şakirt olan bu arkadaş her yerde çocuklarının okuduğu bir derste Risale-i Nur'un i'cazı haşa Kur'an'ın i'cazını geçti diyesilermiş ve bu yüzden iftirak edip zem ve kahvelerde dedikoduya başlamış.
Vayy başıma gelenlere! denir ya öyle bir durum.
Bu arkadaşın doktor oğulları ve öğretmen çocukları yıllarca dayı/ hala çocukları olarak hizmette koşturmuş, Sungurlu'da 5 katlı dersane açılışında rol almış insanlar.
Süleyman Abi bu meseleyi anlattı konuştuk ve 25.Söz'den i'cazı Kur'an meselesini okuduk.
"Bu seyyah bu zamanda bulunduğu münasebetiyle en evvel manevî i’caz-ı Kur’anînin lem’aları olan Risale-i Nur’a baktı ve onun yüz otuz risaleleri, âyât-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafa hakaik-i Kur’aniyeyi mücahidane neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından ispat eder ki onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi olan Kur’an semavîdir, beşer kelâmı değildir.
Hattâ Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerinden bir tek hüccet-i Kur’aniyesi olan Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektup’un âhiri, Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu öyle ispat etmiş ki kim görmüşse değil tenkit ve itiraz etmek, belki ispatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok sena etmiş. Kur’an’ın vech-i i’cazını ve hak kelâmullah olduğunu ispat etmek cihetini Risale-i Nur’a havale ederek, yalnız kısa bir işaretle büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti." kısmını ders olarak okuduk.
Anladığım kadar bu kısım okunurken hatlar karışmış ve ipler kopmuş.
Bu noktada 2 önemli şey karşıma çıktı.
1-Bu arkadaş çocukları evlendikten sonra çok şikayetçiydi, sanırım yanlış algısında bu rahatsızlığın payı büyük.
2-Ders okuyan kardeşler lügat ve izaha karşı çıkan, Risale'den başka kitab okunmaz deyip, izahtan vazgeçemeyenler takımından.
Amma başka kitap okumayınca kısır kelime dağarcığıyla açıklama mecazi ve batıniliğe varan bir algıya sebep olup, vahim yanlışlığa sebep olmuş görünüyordu.
Memleketimde gördüğüm tek saf ve mücerret güzellik camilerde. Kur'an ve sure öğrenen çocukların tüm çocuklarda olan fıtri ve tertemiz halleriydi.
İkinci ferahlatan manzara ise bu çocukların mahalle sokaklarında ikindi üzeri ve akşamdan sonra oynadıkları oyunlardı.
Tek teselli ve sevindirici manzara çocukların bu tabii ve bozulmamış davranışlarıydı.
Sevindiren, inşirah veren, dişe dokunur bir şey göremedim memleketimde.
Belki de bakışlarım körleşti feraset ve basiretim dumura uğradı bilmiyorum.
Belki de ayar ve algılarım bozuldu. Bu olumsuzluk belki de kendi toprağıma mahsus.
Ülkemin başka yerlerinde çook manevi güzellik başarı ve nur hizmetleri vardır kimbilir?
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.