Yönetmen Kaplanoğlu: Sanat ilahi boyuttan uzaklaştı
Her an Onunla olduğumuzu unuttuk.Dünyanın sadece bu dünyayla sınırlı olduğu yanılgısına takıldık kaldık
Fadime Özkan’ın röportajı:
Süt filmiyle 45. Antalya Altın Portakal’da yarışan yönetmen Semih Kaplanoğlu vizörden bir derviş gibi bakıyor. Sinemadaki derdini de ilahi arayışla tanımlıyor. Filmlerini müzikten, atraksiyondan arındırarak, zaman ve mekán kullanımında ‘politik’ bir tercih kullanarak varlığın, aidiyetin, kaderin ve nihayet ilahi olanın arayışına soyunuyor. Bunu çok da başarılı yapıyor. Antalya Altın Portakal’da Süt ile yarışan Semih Kaplanoğlu ile sinemadaki derdini konuştuk. Yakinen gördüm ki, onun o derviş, o mümin bakışı sadece vizörle sınırlı değil...
Bir izleyici olarak Herkes Kendi Evinde, Meleğin Düşüşü ve Yumurta için teşekkür ederim. Süt’ü bekliyorum. Bu üç filminizde de ortak bir derdiniz var gibi... Nedir derdiniz sizin?
Temel derdim, sinemanın imkánlarını kullanarak hayatı, yaşadığım süreci ve kalbime giden yolu bulmak.
İnsan, mekán ve zamanı, aşkın bir dille ele almanızın nedeni de bu mu?
Batı sanatında, Rönesans’tan günümüze insan temelli bir anlatıma gidilmiş. Bizim devraldığımız sinema, tiyatro vesairede de hep aynı temel var. Ama ben bunu son derece kısır buluyorum. O yüzden bu sınırlı bakışın ötesinde Tanrı’yı veri alarak, Tanrı’nın kurduğu alan üzerinden nasıl sinema yapabiliriz, diye düşünüyor çabalıyorum.
NEFSANİ OLANDAN SAKINIRIM
Tasavvufi bir bakış bu...
Tasavvufi bakışın sinemaya aktarılması diyebiliriz, evet. Geleneğimizde suret yok, biliyorsunuz. Görselliğin reddi değil bu, bir çeşit soyutlaması. Sinemada derinleştikçe, sinemanın aslında görüntüyle çok ilgili olmadığını, bilakis kendi içinde bir tür soyutlamaya elverdiğini, bu yolla gelenekle bağların yeniden kurulabileceğini gördüm. Böylece kendimize bakarken, anlamaya çalışırken, biz kimiz sorusunun eksik parçalarını tamamlayabiliriz belki de. Benim vardığım hál, bunun üzerinde oluşmakta.
Neresindesiniz o hál yolunun?
Sanırım başındayım ve hep başında olacağım, öyle güçlü bir kaynak var ki.
Ne korkutur peki sizi bu yolda, nelerden sakınıyorsunuz?
Nefsanî olandan sakınıyorum. Öyle bir alandasınız ki hem şöhret, para, başarı, kibir gibi fena yönleri var işin, hem de ihsanla, fıtratımızla ilgili bir yönü. Tüm bunların bir arada, belli ve doğru şekilde gitmesi lazım...
UNUTTUK AMA ‘O’NUNLAYIZ
İnsan bakışı yerine Tanrı bakışını koymak korkutmaz mı sizi? Sonuçta bir yönetmen olarak karakterleri yaşatıyor, kaderler biçiyorsunuz!
Yok, çok iddialı olur bu. Tanrı’nın gözünden bakmak háşá, nasıl bir şeydir bilmiyorum. Sadece şu bilgiyle hareket ediyorum: Tanrı vardır. Bu varlığın bilgisiyle, inancıyla hareket ettiğinizde dünyanın kurgusu, halleri, durumu ve insan hikáyeleri sadece bu dünyayla sınırlı bilgilerle algılanamaz ve algılatılmaya çalışılamaz. Benim açımdan bütün mesele bu.
Aramamız, hatırlamamız gereken bir şey var demektir bu. Yani kaybettiğimiz. Söyler misiniz neyi kaybettik biz?
Varlıktan, varlığının izlerinden uzaklaştık. Her an O’nunla olduğumuzu, bizim burada olduğumuz her an O’nun da burada olduğunu unuttuk. Dünyanın sadece bu dünyayla sınırlı olduğu yanılgısına takıldık kaldık. Zamanın sıkıcı ve sürekli geçiştirilmesi gereken bir şey olduğunu zannettik ve devasa bir boş zaman endüstrisi ürettik. Sanat da uzaklaştı ilahi boyuttan, kısır, çabuk tüketilen, etkisi hemen geçen bir şey oldu. Oysa hatırlamamız gerekiyor bunları. Bu topraklarda o kadar çok yaşantı, sanatla hayatı varlığı buluşturan bir medeniyet var ki! Süleymaniye Camii’nin 365 gün 5 vaktini belgesel haline getirmeyi çok istiyorum mesela. İnanıyorum ki bizden bir şey çıkacaksa, aklımız ve gönlümüzle Süleymaniye’yle kuracağımız ilişkiden çıkacaktır.
Star