Zafer AKGÜL
Gerekçenin Gerçekliği-11
Biz büyükler çocukların davranış şekillerine bakıp gerekçenin ne olduğuna dikkat etmediğimiz için hatalar yaparız. Olan bitenden sonra hatayı telafi etsek de maalesef çoğunlukla ya muhatabımızda ya da kendimizde unutulmaz yaralar açarız.
Bu yazımızda iki ayrı öğretmenin yaptığı iki aynı hatadan bahsedeceğim. Biri Millî Güvenlik dersine giren bir subay öğretmenin diğeri olayın mağdur kahramanı olduğum ve yıllarca unutamadığım lise öğretmenimin yaptıklarından örnek vereceğim.
Bir zamanlar adetti, Milli Güvenlik dersine asker öğretmenler gireceği zaman kapıda nöbet tutan sınıf başkanı yüksek sesle “Dikkat!” çeker, tüm öğrenciler asker dibi ayağa kalkarak hazır ol vaziyetinde öğretmeni karşılarlardı.
Büyük şehirlerimizden birinde Milli Güvenlik dersi öğretmeni subay, daha ilk derste sınıfa girdiğinde herkesin ayakta ama en ön sıradaki bir öğrencinin ise oturur vaziyette kendisini karşıladığını görür. Yerinden kalkmayan öğrenciye “Bu ne laçkalık, bu ne terbiyesizlik!” diye öfkeyle fırça atar. “Herkes gibi sen de öğretmeni ayakta karşılayacaksın!” diye çıkışır. Sınıfta buz gibi hava esmektedir. Oturur vaziyetteki öğrenci şoka uğramış, gözleri dolmuştur. Sınıf başkanı araya girerek:
“Komutanım, arkadaşımız engellidir. İki bacağı da yok. Tekerlekli sandalye kullandığı için ayağa kalkamıyor” der.
Bu olayı aktaran subay “O anda yerin dibine girsem bundan iyiydi. Keşke sorsaydım, sonra tavır belirleseydim” demiş.
Subayın özür dileyip dilemediğine dair not yoktu. Belli ki askerliğin verdiği onur ve komutanlık kisvesi özrüne engel olmuştu.
İkinci olay, öğrencilik yıllarımda bizzat benim başıma gelmişti. Ortaokul 2. sınıfa geçtiğim yaz tatilinde ateşli bir hastalığa yakalanmış ve bir gecede iki kulağım birden sağır olmuştu. Hastane hastane, doktor doktor gezdiğim halde kulaklarım açılmamıştı. Herkes bu halimle okuyamayacağımı, saat veya radyo tamirciliği çıraklığı yapmamı falan tavsiye etmişti. Bense okumaya kararlıydım. O halimle okula devam ettim. İşitme engelliydim ama başarılı oluyordum. Lise 2. sınıfa geçtiğimde okula yeni atanan bir öğretmen biyoloji dersimize geldi. Birkaç dersimize girmişti ama bizlerle tanışmamıştı. Oysa bir öğretmen derslerine girdiği öğrencileriyle daha ilk derste tanışmalı mümkün olduğu kadar isimlerini ezberlemeliydi. Pedagojik bir gerekliliktir bu. İsmiyle hitap edilmek bir öğrenci için çok etkileyicidir. Fark edilme açısından onlarda moral-motivasyon oluşturur. Bu ayrı bir konu olduğu için sadede döneceğim.
Öğretmenimiz bir gün sınıfa girdi, hepimiz ayakta karşıladık. “Oturun!” komutu alınca oturduk mutad olduğu üzere. O, ders defterini doldurmaya durdu. Ben de sıra arkadaşım Abdülkadir’in bir sorusuna cevap veriyordum ki Abdülkadir birden omuzuma dokundu ve öğretmenin beni çağırdığını işaret etti. Hemen yerimden fırladım ve dosdoğru öğretmen masasına yürüdüm. Hafifçe eğilip “Buyurun hocam, beni çağırmışsınız” dedim. O anda şiddetli bir şamar yedim. Neye uğradığımı şaşırdım. Sınıf o şamarın sesiyle çın çın ötmüş olacak ki herkes donup kalmıştı. O anda “Geç yerine!” dediğini gördüm ve başım önde kendimi sırama zor attım. Sıra arkadaşım Abdülkadir –maalesef 6 Şubat depreminde rahmetli oldu- parmak kaldırıp söz aldı. Sonradan öğrendiğime göre şöyle bir muhavere geçmiş:
- Hocam arkadaşımıza neden vurdunuz?
- Konuşma dedim, hala konuşuyordu.
- Hocam ben de duymadım dediğinizi.
- Olabilir ben ona söyledim ama hiç oralı bile olmadı.
- Hocam arkadaşımız işitme engelli. Sizi duyamazdı…
Bu diyalog sonunda öğretmenin yanıma gelmesini, özür dilemesini beklerdim. En azından gönlümü alacak bir iki çift söz sarf etmesini çok isterdim. O an içinden ne düşündü bilmiyorum ama masadan kalkıp karatahtaya geçerek hiçbir şey olmamış gibi o günkü konuyu anlatmaya başladı, o kadar. Sanırım öğretmenlik onuruyla özür dilemeyi nefsine yedirememişti.
O günden sonra öğretmenime küstüm. Hiç muhatap olmadım. Ne tahtaya kalkıp problem çözdüm ne de sorularına söz alıp cevap verdim.
O yıllarda memleketim az gelişmiş Güneydoğu illerinden biriydi. Fırsatını bulan öğretmenler başka illere tayinini çıkarıp giderdi. O da öyle yapmış demek ki. Milli Eğitim müdürlüğünden atama evrakıyla okula dönüyordu. Yanında iki öğretmenimiz daha vardı. Biz de gurup halinde öğle arası molasında eve yemek yemeye gidiyorduk. Yolda karşılaştık. Bize doğru yönelip “Çocuklar tayinim çıktı buradan ayrılıyorum. Hakkınızı helal edin” dedi ve bana dönüp “Özellikle sen hakkını helal et!” dedi. Helalleşmeye hiç niyetim yoktu. Yediğim şamarın acısı hala içimi yakıyordu. Yüzümü başka yöne çevirdim. Uzattığı eli boşa çıkardım. Lakin arkadaşlarım ısrar ettiler. “Ya ayıp etme, hocamızdır, helal et işte!” diye beni sıkıştırdılar. Çarnâçar kerhen kabul ettim de adet yerini buldu.
Yıllar geçti hep hafızamın bir kenarında asılı kaldı. Ve ben öğretmenlik hayatımda hep dikkat ettim aynı hataya düşmemek için. Öğrencilerimin olsun, çocuklarımın olsun yaptıkları davranışların gerekçesini sorgulamadan onları yargılamadım, tavır koymadım, söz söylemedim.
Siz siz olun sormadan, anlamadan çocukları yargılamayın.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.