Zafer KARLI
Risale-i Nur ve Tevhid Dersleri
Hâlık-ı Zülcelâl, yaratma ve vahiy yoluyla kendisini tanıtıp ulûhiyetinin azametini akıl ve şuur sahiplerine ders verir. Nitekim Kur’an’ın hidayet ile beraber kullandığı ve aralarında ilişki kurduğu terimlerden biri de takdirdir (bkz A’lâ Suresi, 83). Bu ayeti müfessir Şevkânî şöyle yorumlamıştır: “Allah varlıkların cinslerini, türlerini, niteliklerini, ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini ve nihayet ecellerini takdir etmiştir; her birini yapabileceği, kendisine uygun olan davranışlara yöneltmiş ve yaratıldığı amaç istikametinde gelişmesini kolaylaştırmış, din ve dünya işlerinde yapması gerekeni ona ilham etmiştir.” Allah’ın mevcudattaki bu takdirini hikmet nazarıyla ve rahmet gözlüğüyle bakıp Allah hesabına okuyabilmek ise marifettir. Marifet ıstılahını destekleyici olarak Bediüzzaman Said Nursi şöyle der: “Allah'tan masivaya bakış mana-ı harfiyle olmalıdır ve Allah hesabına bakmalıdır. Kâinata, mana-i ismiyle bakmak yanlıştır. Her şeyin iki yüzü vardır. Biri hakka bakar, diğeri kâinata. Kâinata bakan yüzü mana-i harfi, Allah'a bakan yüzü de mana-i ismi olması lazım gelir.”
Biz bu çalışmamızda Risale-i Nurdan bazı pasajlar ile Allah’ın takdir edip yarattıklarından hidayete götüren tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyet derslerine işaret edeceğiz. Zira marifetin, en küçük bir zerreden en büyük varlığa uzanan şümullü ve geniş manası onun İslami bir hüviyet kazanmasına sebep olmuştur. Çünkü kâinata “esbab hesabına bakmak cahilliktir. Allah hesabına bakmak ise marifet-i ilahiyedir.” Şimdi bu marifet-i ilahiye derslerinden bazılarına ve onların hasiyetlerinden bir kısmına işaret edelim:
Münacat Risalesi; vücub-u vücuda ve vahdâniyete delâlet ettiği gibi, hem delâil-i kat’iye ile rububiyetin ihatasına ve kudretinin azametine delâlet eder. Hem hâkimiyetinin ihatasına ve rahmetinin şümulüne dahi delâlet ve ispat eder. Hem kâinatın bütün eczasına hikmetinin ihatasını ve ilminin şümulünü ispat eder.
Âyetü’l-Kübrâ Risalesi; kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır.
29. Lem’a; imana dair âli bir tefekkürname, tevhide dair yüksek bir marifetnamedir. Bu tefekkürname çok ehemmiyetlidir. Tefekkürnamenin birinci babı; on iki perde perde üstünde, burhan burhan içinde, delil delil içinde, bir çiçekten muhtelif nağamat ve mütenevvi lemeatla Nakkaş-ı Ezelîyi kalbe gösteriyor, aklın gözünü baktırıyor.
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân “Onlar kendi üzerlerindeki İlâhî san'at mucizelerini hiç düşünmezler mi? Gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri Allah ancak hak ve hikmetle yaratmıştır.” (Rum Sûresi, 8) gibi âyetlerle tefekkür mesleğini emretmiştir. Buna mukabil “ehl-i velayetin amel ve (nafile) ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatlar ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi Risale-i Nur (nafile) ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikat-ül hakaika yol açmış.”
-Eğer denilse ki Risale-i Nur, ilim içinde hakikate nasıl yol açıyor?
Bütün külliyat bu soruya cevaptır, meydandadır! Ancak örnek olarak 29. Lem’a Birinci Bab’tan aşağıdaki pasajı verebiliriz.
“Sen öyle bir Zât-ı Zülcelâlsin ki,
• semâ, yıldızlarının ve güneşlerinin ve aylarının kelimeleriyle ve bütün bunlardaki hikmet remizleriyle,
• dünya semâsı, bulutlarının ve gök gürültüsünün ve şimşeklerin ve yağmurların kelimeleriyle ve bütün bunlardaki faydaların işaretiyle,
• yeryüzü, madenlerinin ve nebatlarının ve ağaçlarının ve hayvanatının kelimeleriyle ve bütün bunlardaki intizamatın delâletiyle,
• nebat ve ağaçlar ise, yapraklar ve çiçekler ve meyveler kelimatıyla ve bütün bunların muhtaç zevilhayata menfaatlerinin tasrihatıyla,
• çiçekler ve meyveler ise, tohumlarının ve kanatçıklarının ve çekirdeklerinin ve onlardaki acaib-i san'atın kelimatıyla,
• çekirdekler ve tohumlar ise, bilmüşahede sümbüllerinin lisanıyla ve habbeciklerinin kelimeleriyle,
• herbir nebat ise-tomurcuklarının inkişafı sırasında, müzeyyen çiçeklerinin ve muntazam sümbüllerinin ağzıyla yavrularının tebessümü hengâmında gayet vazıh ve zahir bir surette görüldüğü gibi-ölçülü tohumlarının ve intizamlı habbeciklerinin kelimeleriyle, şekillerinin ve o şekiller içindeki renklerinin ve o renkler içindeki tadlarının ve o tatmaklar içindeki güzel kokularının ve o güzel kokular içindeki nakışlarının ve o nakış içindeki ziynetinin ve o ziynet içindeki boyasının ve o boya içindeki san'atın ve o san'at içindeki tevzinin ve o tevzin içindeki tanzimin ve o tanzim içindeki mizanın ve o mizan içindeki nizamın lisanıyla, Seni hamdinle tesbih ederler.”
Görüldüğü gibi Bediüzzaman'ın nazarında, bütün varlık âlemi bir tefekkür levhasıdır. Şuur sahibi varlıkların yaratılışından maksat da, tefekkür vazifesinin yerine getirilmesidir. Âlemi iki daire ve iki levha şeklinde mütalâa eden Bediüzzaman, bunları “Biri, gayet muhteşem, muntazam bir daire-i rububiyet ve gayet musannâ, murassâ bir levha-i san'at. Diğeri, gayet münevver, müzehher bir daire-i ubudiyet ve gayet vâsi, câmi bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve iman” olarak izah eder.
Velhasıl; Bediüzzamanın, Kur’ân’dan mülhem bu tefsir yöntemi sayesinde teşrii ayetler olan Kur’ân ve tekvini ayetler olan kâinat birlikteliği sağlanmaktadır. Bu vesile ile Kur’ân’ı okuyan ve iman eden mü’min bu hakikatleri kâinatta müşahede ederek tahkiki imana kavuşabilmektedir. Böylece Kur’ân-ı Kerimin, insanların sadece işitme duyusuna hitap eden bir mesaj olmanın ötesine geçerek, varlığın ahengini Allah adına anlamlandıran, bütün mevcudatın İlâhı unvanıyla Allah'ın fermanı olduğu gerçeği ortaya konmuştur.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.