Sabri ALTUN
Zindandaki delik
Karanlığın yüzü hep karanlıktır.
Çekirdek ve ağacın maksadı meyve vermektir.
Ve meyve tekrar çekirdeğe döner.
Ve döngü devam ediyor…
Arkadaş!
Eğer bu gün boşsan peşime takıl.
İki halet ve iki sahneyi ya göreceğiz ya da oynayacağız.
Sonra oturup konuşacağız.
Çünkü hayat bir kurmacadır.
Birinci halet, birinci sahne:
Dekor, yeraltı zindanları…
Etraf alaca karanlık…
Dört taraf duvar, sol tarafta demirden bir kapı.
Arada bir kapı, ürperti veren bir gıcırtı ile açılmakta içeriye zindancılar girmektedir.
Bazen mahkûmlara yemek getirmekte bazen de elindeki kırbaçla sağa sola vurmaktadır.
Zindandaki yaşlılar çaresiz bir bekleyiş içinde iken gençler fırsat buldukça bir birlerini boğazlamaktadır.
Arada bir derin bir çığlık duyulmakta ve ardında ölüm deliğine birileri atılmaktadır.
Çocuklar ise her zaman olduğu gibi masumiyeti temsil ettikleri için dünyayı yaşadıkları zindan sanmakta ve keyiflerince oyunlarını oynamaktadırlar.
Düşünen kafalar ise kapının önünde bir efsaneyi konuşmaktadırlar.
Çünkü efsane kehanetle sonlanacaktır.
Eğer ki kehanet gerçekleşirse kapı bütün haşmeti ile açılacak bütün mahkûmlar hürriyetlerine kavuşacaklardır.
Benim dilimde bu kehanetin adı; “fecri sadıktır.”
Bir başka dilde; “türbülanstır”
Daha başka bir dilde ise “Hermeciddun harb.”
Ya “Sarıklı genç” gelecek ya “Mesih” gelecek ya da “İsa ile Mehdi” gelecek.
Ha bu arada sahnede unuttuğum bir hakikat daha var:
Zindanın duvarları gittikçe daralmaktadır.
*
Sizce çekirdeğin meyve verme zamanı mıdır yoksa meyve çekirdek mi verecek?
İşte tam bu noktada iki bakış açısı dikkatleri çekmektedir.
*
İkinci halet ikinci sahne:
Dekor aynı dekor...
Etraf yine alacakaranlık…
Önce hazin hazin çalan bir müzik sonra yüksek tempoda trampet en nihayet büyük bir patlama…
Etraf dumanla kaplanırken ilginç bir hadise gerçekleşir.
Zindanın güney duvarında büyük bir delik açılmış mazlum mahkûmlar dışarıya çıkarken kapının önünde kahramanını yahut fecri sadık’ı bekleyen yaşlılar gözlerini kapıdan ayırmazlar.
“Yahu çıkın dışarı baksanıza duvarlar delindi işte beklediğiniz kehanet gerçekleşti” diye bir ses işitilince, yaşlılar hep bir ağızdan:
“Bu yaşadığınız kehanet değildir. Bir kandırmacadır. Gerçek kehanet aha bu kapının kırılıp açılması ve arkasında sarıklı gencin gelmesiyle olur.”
Sonra hep birlikte dönerler delinen duvardan dışarıya bakarlar. Dışarıda uçsuz bucaksız bozkırlar, denizler, deryalar gözükmektedir. Özgürlüğün sembolü kelebekler uçuşmaktadır. Şelaleler akmakta, derin ormanlar uzaktan uzağa gülümsemektedir.
Yaşlıların en yaşlısı, gözlerinde yaşlar akıtarak:
“ahh ahh! Manzarayı görüyor musunuz? İşte özlenen fecir bu manzara gibidir. Zavallılar da bunu gerçek sanıp aldanıyorlar.”
Derken bütün mahkûmlar büyük bir gürültüyle dışarı çıkarken en tepedeki sahnenin ışığı boş sahneyi göstere göstere kapının dibine gelir ki aynı yaşlılar hala gözyaşı dökmekte hala secdeye varmakta hala ellerini dergâhı ilahiyeye kaldırmaktadır.
*
Şimdi gel arkadaş birlikte bu sefer hayatın gerçek sahnelerinden bir iki tanesine daha bakalım.
Yer Adıyaman’ın turistik bir oteli.
Yıl 2010’un Ramazan ayı. Bir sivil toplum kuruluşu iftar yemeği vermektedir.
Yemekten önce sayın vali bir konuşma yapıyor.
Herkes pür dikkat dinliyor. Fakat pek de şaşırtıcı bir konuşma değil.
Çünkü günümüz valilerinin normal bir Ramazan ayı konuşması.
Allah'tan, Kur’an’dan ve Ramazan ayının faziletinden bahsediyor.
İnsanların yüzüne bakıyorum pek de bir şaşkınlık emareleri görmüyorum.
Oysa ben çok farklı duygular içindeyim.
İçim içime sığmıyor.
Sonunda dayanamayıp birlikte oturduğum dostuma dönüp fısıldayarak:
“Yahu arkadaş bu konuşan validir ha! Bir müftü değil?”
Dostum sadece yüzüme garip garip bakmakla yetiniyor.
Hâlbuki dostum niçin öyle dediğimi sorsaydı onu 1963 senesine götürecektim.
Evet, ben 2010’un valisini dinlerken aynı anda hayalimde 1963 senesinin Adıyaman valisi cirit atıyordu.
O tarihte henüz dünyaya gelmemiştim ama Kur’an kursu hocamızın anlatıklarıyla kulaklarıma o valinin ceberut sesi yankılanıyordu.
O zamanki valiler 60 ihtilalının valileriydiler.
En büyük sorumlulukları din düşmanlığıydı.
Ta ilden kalkıp ilçeye gelen vali direk yeni açılan Kur'an kursuna gider.
Gelmeden önce jandarmalar her tarafı ablukaya almıştır.
Adeta sokağa çıkma yasağı vardır.
Hiçbir vatandaş vali işini bitirene kadar o caddeyi kullanamaz.
Bilmeyerek kullanmak isteyen ya dipçik yiyor yahut azarlanıyor.
Ve en nihayet vali bütün hışmıyla Kur'an kursuna girer.
Valinin suratı cehhenem zebanilerini hatırlatır derecede ürkütür çocukları.
Çocuklar masum masum bakarken ayakları titremektedir.
Vali önce hocaya bir sürü hakaret ve tazir yağdırdıktan sonra hışımla sınıfa döner:
"Siz neden okula değil de Kur’an kursuna geliyorsunuz?"
Çocuklardan çıt çıkmaz.
Tekrar gür bir sesle:
"Neden okula gitmediniz de buraya geldiniz."
Sonunda bir çocuk:
"Dinimizi öğrenmek için.”
"Dininizi öğrenmek bu yaşta size düşmez.”
Vali o kadar kızar ki tahtaya bir harf yazar ve bir çocuğa oku der.
Parmağıyla işaret ettiği çocuğun yanındaki “ben mi “ diye sorunca:
Koskoca (!) vali:
“Hayır, ahırınızdaki diğer öküze söylüyorum.”
Artık vali kızdıkça ağzında köpükler oluşmaktadır. Hocaya tekrar bir sürü hakaret yağdırdıktan sonra bütün çocukları dışarı çıkartıp hocanın eşliğinde ilkokula kadar yürüyüşle getirtip hepsini okula yazdırtır.
*
Evet arkadaş!
Oturup konuşalım demiştim.
Fakat konu çok uzadığı için sadece bir iki soru sorup bitirelim.
Biz şu an hayali bir manzarayı mı seyrediyoruz yoksa gerçekten zindandan bir delik açıldı da dışarı mı çıkmışız.
Yoksa hala sarıklı bir genç mi bekleyeceğiz.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.