Dr. Selçuk ESKİÇUBUK
22 Nisan Dünya Günü
22 Nisan bütün dünyada dünya günü olarak kutlanıyor. Çevreye baktığımızda bizler bir bütünün parçalarıyız. Gördüğümüz göremediğimiz her şey aslında birbirine bağlıdır. Kimisi bunu Gombe milli parkında yağmur ormanlarında ani yağan yağmur dindiğinde şempanzelerin ıslak tüylerinin kokusunu alarak, böceklerin yüksek sesle söylediği şarkıların sesini duyarak anlar. En küçük türlerin hatta en önemsiz görünen canlıların bile hayat sahnesinde bir rolü olduğunu görür. Her bireyin önemli olduğunu anlar, tıpkı Dr. Jane Goodall gibi. O, bir hayvansever, etolojist (hayvan davranışları uzmanı), korumacı ve aktivist.
Evet kimisi de çam dağında yüksek bir tepeden, bir çam ağacı üzerinden gökyüzüne, yıldızlara bakarak kainat kitabını okur, Bediüzaman Said Nursi gibi. Şair olmak ister ama bu konuda yeteneği olmadığını söyler ve yine de:
“Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine / Nâme-i nurîn-i hikmet bak ne takrir eylemiş” diye başlayan şiire benzeyen manzum sözleri söyler. Bazen de göklerin nur yaldızıyla yazılan güzel yüzüne bakar, kendini bir seyyahın yerine koyar, kalbe gelen ilhamlarını acelece yazıya döker.
Gökyüzünü dolduran güneşe, dünyaya, aya ve yıldızlara bakar, onların çok farklı büyüklükte, farklı hızlarda ve farklı yörüngelerde döndüğünü, bazılarının etrafa ışık saçtıklarına görür ve bunları kim yaptırıyor diye düşünürken bir ses duyar:
"Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa'al ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar.”
Sonra dinlemeye devam eder:
“Bizler öyle bir Zâtın san'atıyız ve hizmetkârlarıyız ki, bizim denizimiz olan semâvâtı ve şeceremiz olan kâinatı ve mesîregâhımız olan nihayetsiz fezâ-i âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehaddir. Bizler, donanma elektrik lâmbaları gibi, O’nun kemâl-i rubûbiyetini gösteren nurânî şâhidleriz ve saltanat-ı rubûbiyetini ilân eden ışıklı bürhanlarız. Herbir tâifemiz, O’nun daire-i saltanatında, ulvî, süflî, dünyevî, berzahî, uhrevî menzillerde haşmet-i saltanatını gösteren ve ziyâ veren nurânî hizmetkârlarız” diye manen konuştuklarını duyar.
Sonra üzerinde yaşadığımız dünyaya, dünyanın gökyüzündeki hareketlerine bakar, onun kendi etrafında dönmesiyle gece gündüzün, güneşin etrafında dönmesiyle de mevsimlerin meydan geldiğini görür. Bahar mevsiminde yeryüzünde yüzbinlerce çeşit açan çiçekleri, ağaçları, çeşit çeşit tatlardaki meyveleri, sebzeleri, annelerin süt dolu memeleriyle yavrularını nasıl kolayca beslediklerini görür ve bunları kim yaptırıyor diye düşünürken:
“Arz, meczup bir Mevlevî gibi iki hareketiyle günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan bir daireyi, haşr-i âzamın meydanı etrafında çiziyor. Ve zîhayatın yüz bin envâını bütün erzak ve levazımatlarıyla içine alıp feza denizinde kemâl-i muvazene ve nizamla gezdiren ve güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbâniyedir” diye kalbine gelir.
Sonra gökyüzünü dolduran bulutlara, rüzgara ve yağmura, şimşeğe ve gök gürültüsüne bakar, bunların aralarındaki ilişkilerin sırrını anlamaya çalışır. Bunları böyle muntazam, kusursuz kim işlettiriyor diye düşünür. Onların da manen konuştuklarını duyar.
Sonra dünyanın bir parçası olan denizlere, okyanuslara, ırmaklara, nehirlere, göllere bakar, oradaki en küçük hayvandan balinaya kadar en büyük hayvanı da aç bırakılmayıp beslenmesi için gıda gönderildiğini görür. Dağların içinden canlılara gerekli olan yer altı sularının çıktığını görür, ormanlara bakara havayı nasıl temizlediklerini müşahede eder. Bitkilere, ağaçlara ve tohumlara bakar onlara yüklenen görevleri düşünür. Bunları böyle kusursuz kim düzenliyor diye düşünür.
Sonra oralarda yaşayan hayvanlar ve kuşlara bakar. Hepsi birbirinden farklı, birbirinden güzel, renkleri, desenleri ayrı ayrı. Birbirine benzeyen yumurtlardan çıkan bu kadar farklı hayvanlara bakar, bu kadar çeşitlilik niye diye düşünür:
“Ve gayet müdebbirâne idare olunuyor ve gayet müşfikâne iaşe ve it’am ediliyor ve gayet rahîmâne ve rezzâkâne hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı rızıkları, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farkları pek az ve kemik gibi köklerden, çekirdeklerden, su katrelerinden yetiştiriliyor.
Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüz bin nevi et’ime ve levazımat, kemâl-i intizamla yüklenip zîhayata gönderiliyor.
Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedahe bir Rahmân-ı Rahîmin gayet müşfikane ve mürebbiyâne bir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu ispat eder” diye kalbine ilham olunur.
Ve anlar ki Allah; kainatın diliyle insanlarla konuşuyor ve "Cinleri ve insanları ancak Beni tanısınlar ve Bana îman ve ibâdet etsinler diye yarattım." (Zâriyat Sûresi, 56) ayetinin ne demek istediğini şimdi daha iyi anlar:
“Bu âyet-i uzmânın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve O’na iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz'an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir” diye bilir.
Evet evrene nasıl bakarsanız öyle görüsünüz, siz ağlıyorsanız onu da ağlıyor görürüsünüz. Ona doğru gözlük takarak bakmak, görmek ve işitmek durumundasınız. Doğru bakmak nedir? O’nun hesabına bakmaktır.
“Cenâb-ı Hakk'ın masivasına (yani kâinata) mana-yı harfiyle ve O’nun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatadır.”
Her bir varlığın, her bir olayın arkasında O’nu göremezsen, “yalnızca bütünün bir parçası olduğunu düşünsen” ne kadar eksik kalmış düşünce olmaz mı?
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.