31 Mart'ta müracaat edilmeyen Alim
Zaman yazarı Ali Ünal, 31 Mart hadisesinde araştırmacıların, fikirlerine müracaat etmediği Bediüzzaman'ın 31 Mart hadisesine bakışını yazdı
Ali Ünal'ın Zaman'daki "İki önemli şahidiyle 31 Mart Vak'ası" başlıklı yazısı:
Asıl ağaç çekirdeğinden çıkar, her çekirdek kendi ağacını verir ve dolayısıyla çekirdekte ağacın bütünü öz halinde bulunursa, 31 Mart (13 Nisan) 1909 Vak'ası da, Türkiye'nin son bir asırlık tarihinin tamamını, bu tarih içindeki Şeyh Sait ve Menemen isyanı gibi isyanların ve 1960'tan itibaren 10 yıllık aralıklarla gelen modern-postmodern darbelerin ve son bir yıldır gündemimizi işgal eden Ergenekon tipi yapılanmaların özünü anlamak bakımından bir çekirdek olma fonksiyonuna sahiptir.
Tarihimizde Osmanlı döneminin sonunu, modern Türkiye safhasının asıl başlangıcını teşkil eden ve daha pek çok araştırmaya mevzu teşkil edeceği anlaşılan bu vak'aya ışık tutması bakımından, o zamanki hadiseleri bizzat yaşamış ve nedense araştırmacıların kendisine müracaat etmediği Bediüzzaman Said Nursî ile, Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye azası, Meşrutiyet döneminde ömür boyu kürek cezasına (3 yıl 9 ay çekti), Cumhuriyet döneminde İstiklâl mahkemelerinde 15 yıl hapse mahkûm edilen Ahmet Rasim (Avni) beyin müşahede ve değerlendirmeleri oldukça önemlidir.
BEDİÜZZAMAN'A GÖRE GÖRE 31 MART VAK'ASI
İstibdadın her türlüsüne karşı olan ve hem Osmanlı Devleti'nin, hem de Doğu ve Güneydoğu'muzun sağlam geleceğini "Meşrutiyet-i Meşrua"da, dinî ilimlerle 'tabiî' ilimleri mecz edip, tedris dili olarak Arapça'yı vacip, Türkçe'yi lâzım, Kürtçe'yi caiz görecek ve taklidi bırakıp tahkik üzerine oturan medreseler olarak temessül edecek maarif, yani eğitimde; cehalet, fakirlik ve tefrikaya karşı ilim, çalışma ve birlikte; ayrıca doğruluk, ihlâs, muhabbet, şefkat gibi ahlâkî değerlerde, millî-dinî hamiyet, iş ahlâkı, zaman tanzimi gibi prensiplerde gören Bediüzzaman, 31 Mart Vak'ası'nı içeriden yaşar ve ona katılmadığı halde katıldı iddiasıyla isyanın bastırılmasından sonra kurulup, çoğu masum 250'den fazla kişiyi idam eden Divan-ı Harb-i Örfî'de yargılanıp beraat eder. Buradaki müdafaasında ve daha sonra Güneydoğu'da aşiretleri irşad için yaptığı ve Münazarat isimli eserinde toplanan konuşmalarda bu vak'ayı da değerlendirir.
Bediüzzaman'a göre, Jön Türkler ve İttihad-Terakki mensupları içinde masonluğa girmeyen kısmının maksatları dine zarar değildi. Hattâ, onların bir kısmı İslâmiyet fedaileri, bir kısmı da selâmet-i millet fedaileriydi. İçlerinde, Güneydoğu'daki aşiretler sayısınca ulema ve meşayih vardı. Ama aralarında yüzde 10 civarında "çok sefih" masonlar da bulunuyordu. İttihad-Terakkî, II. Meşrutiyet'in ilanıyla iktidara gelince, kendilerinden beklenen, önceki iktidarlarda yapılan hataları mazeret sebebi yapmamak, işi birbirlerine bırakmadan ülkenin meselelerini sahiplenmek, "Milletin efendisi, ona hizmet edendir." düsturuyla, üzerlerine düşen vazifeleri tam yapmak, sebep oldukları zayiatı telâfi etmek, keyfi bırakıp halkın keyfini sormak ve ihtiyaçlarıyla 'istişare'de bulunmak, Şeriat'ı ve Meşrutiyet-i Meşrua'nın gerektirdiği hürriyeti tam tatbik etmek, istişareyi yerleştirmekti.
Ne var ki, bunlar başarılamadı. İstibdad inkısam etti, yani saltanatın zayıf istibdadı, güçlü bir oligarşik istibdada dönüştü. Eski istibdad akla düşmanlık ederken, yeni ve güçlü istibdad hayata düşmanlık ediyordu. Adalet ve meşveret tatbik edilmedi. Oysa zulmedenler, padişah da olsa, başkası da olsa ancak haydut olurdu. Askerler, çeşitli siyasî cemiyetlere üye olmaya başladılar; böylece Yeniçerilerin son zamanlarında görülen siyasete bulaşıp bölük bölük olma, orduya da sirayet etti. Bu arada, İslâmî hassasiyet sahipleri de, belli cemiyetler halinde teşkilatlanıyorlardı. İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti bunlardan biriydi. Bediüzzaman, bir cemiyete bütün Müslümanlara ait olması gereken bir unvanın verilmesine karşıydı. Dolayısıyla, önce bu cemiyete girmek istemedi. Bu arada, maksatları aynı olan bazı derneklere üye idi. Bu cemiyetle ilgili olarak da, itimat ettiği bazı şahısların delâletiyle siyasî bir maksadı olmadığı ve Müslümanların birliği davası güttüğü neticesine varınca üye oldu. Ama böyle bir cemiyet, bütün Müslümanların dahil bulunduğu, Sünnet-i Seniyye'yi ıslaha çalışan, hedefi i'lâ-yı Kelimetullah, reisi Peygamber Efendimiz (s.a.s.), mesleği herkesin kendi nefsiyle mücahede etmek, kılıcı, artık medenilere galebe ikna ile mümkün bulunduğu için kat'î deliller olan ve muhabbet üzerine oturan bir cemiyet olmalıydı. Ne var ki, artık o dönemde umumiyetle cehalet hükümferma idi. Ulema ve meşayihin çoğu, kalblerin dinî ilimler, zihinlerin tabiî ilimler ile aydınlanmasına çalışıp, ittihad, muhabbet, mahviyet ve hamiyet-i İslâmiye'yi esas alacaklarına, nefis ve meşreplerini öne çıkarmamaları gerekmesine rağmen, başkalarını tenkit etme, dalâlette ve noksan gösterme, husumet, ayrılığa sebep olma, taraftarlık, gıybet gibi şeylerle meşguldü. Aydınlar, maneviyatı maddiyata kıyas edip, Avrupa sözünü maneviyatta da hüccet tutuyordu; fenleri bilmeyen âlimlerin sözleri en azından bu bilgiyi gerektiren dinî konularda da esas alınıyordu; fenleri bilenler gurura kapılıyor, kendilerini dinde de nihaî söz sahibi görüyordu. Eski nesilleri yeni nesillere, maziyi hale kıyas edip yanlış yapıyorlardı. Ortama belli ölçülerde "cehalet ağa, inat efendi, garaz bey, intikam paşa, taklit hazretleri, mösyö gevezelik" hakimdi. (Münazarat)
Böyle bir ortamda 31 Mart Vak'ası şu sebeplerle patlak verdi: 1- İttihad ve Terakki'nin tahakküm ve istibdadı. 2- Üzerlerinde siyasî partilerin anlaşamadığı bakanların değiştirilmesi 3- II. Abdülhamid'in azledilmek istenmesi. 4- Subaylar içinde dine muhalefet ve bu konuda askerlere telkinatta bulunulması. 5- Hasan Fehmi Bey'in katilinin bulunamaması. 6- Kadro haricine çıkan askerlerin ve alay zabitlerinin mağduriyeti. 7- Hürriyetin yol açtığı sefahet.
Bu arada, 7-8 aydır bazı gazeteler çok kışkırtıcı yayınlar yapıyordu. Bediüzzaman, bunlara karşı "Ey gazeteciler! Edibler edepli olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile edeplenmiş olmalı. Ve sözleri, milletin umumî kalbinden tarafsız olarak çıkmalı. Basın nizamnamesini vicdandaki dindarlık ve halis niyet tanzim etmeli. Taşra İstanbul'a, İstanbul Avrupa'ya kıyas edilerek zihinler yanıltılmamalı. Şahsî garazlar, fırkacılık hükmetmemeli" şeklinde yazılar yazıyordu.
31 Mart Vak'ası'na yol açan sebepler, gayr-ı meşru sebepler değildi. Fakat "zemin bataklıktı, tuzaklar ve planlar serilmişti." Bu zemin için Bediüzzaman İstanbul'u terk ederken şu ifadeleri kullanıyordu: "Elveda ey gelin libası giymiş acuze-i şemta! Usandım. Sen zehirli bala benzersin. Belki, medeniyet libası giymiş vahşi adama benzersin. Sureten ne kadar medeniliğin var, sireten dahi nifak, sefahet, ağraz içinde o kadar, o derece vahşisin."
Mukaddes olan itaat-ı askeriye feda edildi. Pek çok insan, "Şeriat isteriz!" diyerek sokaklara döküldü. Evet, bunların içinde elbette pek çok samimiler olduğu gibi, serilen tuzakları ve planları hazırlayanlar da vardı ve neticeyi onlar elde etti. "Cehalet ağa, inat efendi, garaz bey, intikam paşa, taklit hazretleri, mösyö gevezelik"ten oluşan yabancı bir grup, artık hakimiyeti tam ele geçirdi. (Divan-ı Harb-i Örfî)
8 Mart-21 Mart 1919 tarihinde, ülkeyi I. Cihan Harbi'ne sokup perişaniyetine sebep olanlar hakkında Divan-ı Harb-i Örfî kuruldu. Burada Şeyhulislâm Muza Kâzım Efendi de yargılandı. İstiklâl gazetesi, savunmasında onun 31 Mart hadisesi hakkında "irtica ayaklanması" tabirini kullandığını yazdı. Bunun üzerine, hakkında yukarıda bilgi verdiğimiz Ahmet Rasim Avni Efendi, Alemdar gazetesinde 9.6.1919 günü şu savunmayı yazdı: "31 Mart Vak'ası'nın irtica hadisesi olması ancak İttihadçılar indindedir. Diğer bütün insanlarca 31 Mart Vak'ası'nın irtica hadisesi olmayıp, bir "irticaa karşı irtica" olduğu anlaşılmıştır.
AHMET RASİM AVNİ TABLOYU TAMAMLIYOR
"Eğer bu hakikatı anlamamış insanlar kalmışsa, gazetelerin yine geçende neşrettiği iddianameyi, maznun İttihatçılar aleyhinde savcının davasını okusunlar. Fakat dikkatle okusunlar ve bilhassa şu fıkraya dikkat buyursunlar: "İşte devletin üç kuvveti haricinde harekât ve muamelâtı tenkit ve muaheze edilemeyen gayr-ı mes'ul, gizli bir zorba kuvvet ile devlet idaresine kıyam olunması ile devletin idare şekli tağyir ve tebdil edilmiştir." Bu fıkrayı teemmül eden insan, İttihatçılar memlekete Meşrutiyet adı ile oligarşiyi sokmuş olduğunu anlar. Öyle bir idareye karşı vuku bulan kıyamın da irtica değil, irticaa karşı irtica olacağı anlaşılır.
"Ben 31 Mart Vak'ası'nda vak'a mahallini temaşa için gittiğim zaman kıyamın sebebini anlamak için Avcı Taburları'na mensup efraddan sorduğum vakit demişlerdi ki: "Hoca Efendi! Bizi Selânik'ten getirirlerken, 'Meşrutiyet, Şeriat; Kanun-u Esasi Kur'an demektir. Sultan Hamid'in vükelâsı mürted olmuşlar da Şeriat'ı icra etmiyorlardı. Onları onun için düşürdük. Şimdi sizi İstanbul'a Şeriat'ı muhafaza ve mürtedleri başkaldırırlarsa tepelemek için götürüyoruz." demişlerdi. Şimdi bizi buraya getirdiler. "Askerin namazı ta'limdir!" diye bizi namazdan, hattâ "Pislik her yerinizden çıkmadı ya!" diyerek gusülden men ediyorlar. Meğer mürted bunlar imiş. Bizi de mürted yapmaya çalışıyorlar." (Antrparantez ilave edelim: Bunun üzerine Ahmet Rasim Efendi Meclis'te meşhur bir nutuk irad eder. "Moskof Çarı'nın bile men edemediği dinî amelleri men' ile dinî hayata, hürriyet ve vicdana teaddi ve tecavüz eylemek, Meşrutiyet'le kabil-i te'lif değildir!" der. Müebbet kürek cezasına çarptırılır. İstanbul, İzmir, Bodrum, Aydın, Ankara zindanlarında 3 sene 9 ay kalır.)
Ahmet Rasim Efendi'nin 31 Mart Vak'ası ile ilgili ibret dolu yazısına devam edelim: "Avcılar, müracaatlarını Meclis-i Mebusan'a yapmış ve binaenaleyh Meclis-i Mebusan'ı tanımış ve kabul eylemiş oldukları halde mürteci olamayacaklarını, çünkü Meşrutiyet'in Meclis-i Mebusan'dan, Meclis-i Mebusan'ın Meşrutiyet'ten infikak eyleyemeyeceğini (ayrılamayacağını) o vakitki Meclis-i Mebusan düşünmüş ve takdir etmiş olsaydı, ta o vakit o mel'un oligarşi kuvveti mahv olup, üç meşru kuvvet kendilerini Avcılar sayesinde o mel'un kuvvetin tahakkümünden kurtaracaktı da memleket gerçek meşrutiyeti, gerçek sabahı görecekti. Askerlik müddetlerini ikmal etmiş olan Avcıları terhis ettikten sonra Millî Meclis onların sayesinden de kurtularak gerçekten bir Millî Meclis olacaktı. Eğer öyle bir Millî Meclisimiz bulunsaydı, biz burnumuzu kat'iyen bu Harb-i Umumi'ye sokup da bu dertlere düşmüş olmayacak ve bu derekelere de düşmeyecektik."
31 MART'IN HEDİYESİ: İRTİCA
31 Mart, ülkeye bitmez-tükenmez bir kaynak olarak irtica'ı hediye etti. Bediüzzaman'ın ifadesiyle, "Siyaseti dinsizliğe âlet yapan adamlar, kabahatlerini örtmek için başkasını irtica ile ve dinini siyasete âlet yapmakla itham" eder oldular. Dini kendi siyasetlerine en fazla alet edenler de, Avcı Taburları'nın İstanbul'a getirilmesinde müşahede ettiğimiz üzere hep bunlar oldu. Bugün, Türkiye'de Diyanet İşleri Başkanlığı'nda Sünniliğin hakim olduğu, Türkiye'de Sünnilerin ve Sünniliğin korunduğu bilhassa bazı liberallerce hep ileri sürülür. Oysa bu yapı, halkımızın çoğunluğu Sünnî Müslüman olduğu için Sünnî İslâm'ı ve Müslümanları, dolayısıyla Din'i de kontrol ve kullanmak içindir. Baha Arıkan, 23.9.1970 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şöyle yazıyordu: "Dinin kötüye kullanılmasını önlemek için, dinin devlet tarafından murakabe edilebilmesi için Diyanet İşleri'ne devlet içinde bir kurum statüsü verilmiştir."
Dini bu şekilde kullanma 31 Mart'tan sonra başladı. Şeyhulislâm üzerine şeyhulislâm tayin ve azlettiler. Abdülhamid'i hal toplantısına Talat Paşa, Şeyhulislâm Ziyaeddin Efendi'yi de götürmek ister. Şeyhulislâm katılmak istemez ve "Ben hastayım, gidemem!" der. Talat Paşa, "Neyiniz var?" diye sorar. Şeyhulislâm, "İdrarımı tutamıyorum" deyince, "Efendi! Donuna da işesen ben seni zorla alıp götürürüm!" cevabını verir. (A. Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Ank. 1971, s. 36.) Şeyhulislâmlığa bir süre sonra Mehmet Sahip Efendi'yi getirdiler. M. Sahip Efendi, Abdülhamid'in hallini istiyordu. Ama Abdülhamid, Divan-ı Harb'e verilecekti. Bununla ilgili akdedilen toplantıda, masaya yumruğunu vurarak "Buna katılamam!" dedi (42). Daha sonra Hüseyin Hüsnü ve Musa Kâzım efendiler şeyhulislâm oldular. Ardından, Abdürrahman Nesib Efendi, Cemalettin Efendi ve Mustafa Hayri Efendi de şeyhulislâmlığa getirildiler. M. Hayri Efendi, istifa etti, sebebi olarak şunu söyledi: "Geçen gün Enver Paşa'nın yalısının arkasındaki köşkte vermiş olduğu ziyafetteki masraflar, o ihtişamlar neyle oluyor? Ben, artık onlarla birlikte olamam!." (122) 31 Mart'ı iyi anlamak, Türkiye'nin son 100 yıllık tarihini anlamaktır.