Abdülkadir Badıllı Ağabey’in ardından

Uzun zaman önceydi. Bütün benliğimi Allah’a vakfetme merakı sarmıştı. Vakıf olmuştum ve Risale-i Nurlara sarılmıştım. Her bir risaleyi sanki benim için yazılmış gibi aşkla, şevkle, zevkle, muhabbetle, lezzetle okuyordum. Sabahlara kadar okuyor, altını çiziyor, kendimi günahlara kapatıyor, ibadetle, tefekkürle, münacatla meşgul oluyordum. O zamanlar şimdi tarif etmekten aciz kaldığım bir his vardı içimde. Kıldığım namazın, okuduğum risalenin, dinlediğim hatıranın, yaptığım tesbihatın bambaşka bir tadı vardı. Yaptığım her şeyi iliklerime kadar hissediyordum. Heyhat, sonraları ne bu his kaldı, ne vakıflık! Derd-i maişet ve hayat-ı içtimaiye belası mahvetti her şeyi.

Bir gün bu deruni hislerin çok yoğun olduğu bir zamanda abilerimizden biri “hazırlanın bir ziyarete gidiyoruz” dedi. “Kimi ziyaret edeceğiz?” diye sorduğumuzda “Üstadımızın talebelerinden Abdülkadir Badıllı Ağabey’i” dedi. Abdülkadir Badıllı ismini ilk defa duymuştum. Yaklaşık beş-altı kişiydik. İkindi namazını birlikte evinin bitişiğindeki Nur Zehraiye Camiinde kıldık ve namaz sonrası evine çıktık. Bizi çalışma odasında kabul etti. Yazdığı risaleleri yutarak okuduğum ve kendisini görmeden aşık olduğum, hatta anne ve babamdan bile çok sevdiğim Bediüzzaman Said Nursi’nin bir talebesini dünya gözü ile görüyordum. Bundan büyük saadet olamazdı.

Masasına oturdu, biz etrafında halka olduk, “evet gençler sualleriniz varsa buyurun sorabilirsiniz, adetimdir soru sorulunca konuşurum” dedi. Ben kim ona soru sormak kim? Hala şok geçiriyordum. Diğer kardeşler bazı sorular sordu o da cevapladı. Soru ve cevapların çoğunu hatırlamıyorum. Çünkü onu ve o mütevazi odasını hayretle incelemekle meşguldüm. Eski bir masa, arkada gösterişli olmayan bir kitaplık, en üst rafta Kuran-ı Kerimler ve cevşenler, alt raflarda Osmanlıca risaleler itina ile dizilmiş. Masanın üzerinde dağınık vaziyette duran kağıtlar ve üzerinde birkaç kalem. Yerde nisbeten eski halılar, duvarlarda birkaç adet yastık. Yazı masasının hemen arkasında dünyaya açılan minnacık bir pencere.

Hala inanmıyordum, üstadımızın “Abdurrahmanım benim!” dediği kişi bu muydu acaba? Ziyaret öncesi onunla alakalı birkaç hatıra dinlemiştik abimizden. Ben huzuruna çıkarken fevkalade, olağanüstü bir şeyler olacak diye bekliyordum. Azamet, nazar, keramet gibi şeyler… (Sungur Ağabey, Abdullah Yeğin Ağabey, Bayram Yüksel Ağabey gibi abileri de ilk görüşümde aynı beklentiler içerisine girmiştim) ama hiçbiri olmadı. Karşımda bizim gibi bir insan vardı sadece. Mütevazi, heybetli, vakur, müstağni ve bizim yaptığımız gibi Risale-i Nur okuyan bir ağabey.

Bizi götüren abi kadere dair derin bir soru sordu. “Abi bu kader meselesini hakkıyla nasıl anlayabiliriz?” mealinde bir soruydu galiba. Verdiği cevap hala hafızamdadır: “Risale-i Nurları terk etmeden ama ciddiyetle okursanız hepsini anlarsınız” demişti. Müsaade isteyip ayrılınca “abi neden cevap vermedi sorduğun soruya, yoksa cevabını bilmiyor muydu?” dedim. Abinin verdiği cevap gerçekten de manidardı: “Badıllı ağabey suallerimin cevabını elbette biliyordu ama nazarları şahsına değil de Risale-i Nurlara çekmek için öyle cevap verdi” dedi. Bu özelliğin üstadın tüm talebelerinin mümeyyiz vasfı olduğunu çok sonraları anladım.

O günden sonra defalarca görüşmek, konuşmak, derslerini dinlemek nasip oldu. Ketum bir insandı. Lüzum olmadıkça konuşmaz, hizmete medar olmayan afaki soruları geçiştirirdi. Bütün dünyası Risale-i Nurların ve Üstad-ı Ekreminin müdafaası ile meşbu idi. Çok sonraları 15 yıllık hummalı bir çalışmanın hasılatı olan Risale-i Nurun Kutsi Kaynakları ve üç ciltlik Bediüzzaman Said Nursi’nin Mufassal Tarihçe-i Hayatı kitaplarını beş altı ay zarfında okuyup bitirdiğimi hatırlıyorum. Risale-i Nurları ve üstadını muarızlarına karşı cansiperane müdafaa azmi ve gayreti takdire şayandı. Bilhassa Mufassal Tarihçe’deki bazı enfes müdafaaları hatırladıkça içimi bir sevinç ve heyecan kaplar hala.

Bir gün öğle namazını Nur Zehraiye Camiinde kılmak için gittiğimde o da camiye geliyordu. Hemen koşup elini öptüm. Başında bembeyaz bir sarık, bütün bedenini heybetli gösteren rengini hatırlayamadığım bir cübbe ve mütevekkil yürüyüşünü görünce içimden “acaba sarıklı genç Badıllı abi mi, neden olmasın ki” geçirdim. Tam o esnada döndü, sanki içimden geçeni anlar gibi bana baktı ve sadece hafifçe tebessüm etti, sonra dönüp namaza durdu. Bu, bir tasdik miydi yoksa "böyle malayani şeyleri düşünme!" manasında bir te'dip miydi, bilmiyorum.               

Allah rahmet eylesin. Mekanı Cennet-ül Firdevs olsun inşallah.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum