
Abdulkadir ÇELEBİOĞLU
Neme Lâzım, Başkası Düşünsün!..
"Neme lâzım, havalecilik, neme lâzımcılık, bana ne, bana ne gerek, bana lâzım değil" vesâire gibi ifadelerin hepsi aynı mânâya geliyor. Bu kelimelerin hepsi umursamazlığı, başkalarının sorunları karşısında kayıtsızlığı ve ilgisizliği anlatıyor. Tam da Âlem-i İslâm'ın içinde bulunduğu bir hâli ifade ediyor.
"Neme lâzımcılar" ve "Neme lâzımcılık" ziyadeleşti. Biz ise bu duruma karşı olan azınlık içinde olmalıyız ve bu az kesimin sayısını arttırmaya çalışmalıyız. Çünkü Müslüman, vazife şuuru içinde olan ve bu uğurda fedakârlık yapabilendir. Hakikî bir mü'min, samimi bir Müslüman "neme lâzım, başkası düşünsün" deyip kenara çekilemez. Bir sıkıntı ve sorun varsa çözümü için uğraşan, dertlenip didinen uğraşandır; çünkü dünyaya niçin gönderildiğinin bilincindedir. Selahaddin-i Eyyûbî için şu şekilde ifade edilmiştir ya; "Sultan Kudüs'ü o kadar düşünüyor, onun hakkında öyle dertleniyordu ki, dağların bile tahammül edemeyeceği bir ızdırap taşıyordu kalbinde." (en-Nevâdiru's-Sultaniyye, s. 213) En azından kalbinde bir nebze ızdırap hissetmelidir, "Ben Müslüman'ım" diyen. "Müslümanların derdini kendine dert edinmeyen onlardan değildir." (Hâkim, Müstedrek, Rikâk, IV, 459, Hadîs no: 7970) hadîsinde de anlaşıldığı üzere Müslüman kardeşlerine karşı gereken hassasiyeti göstermediğinden, Müslümana yakışmayan bir tutum içerisinde olmuş demektir. "Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir." (Hâkim, 4/167) hadîsi de aynı minvaldedir ki, "neme lâzımcılığın" İslâmî ahlâka muvâfık olmadığını gözler önüne sermektedir.
"Neme Lâzım, Başkası Düşünsün!.." yazımızda evvelâ âyetleri ele alıp hususan iyiliği emredip kötülükten men' etmek üzerinde durarak bazı izahatlarda bulunduk. Ardından hadîslerde geçen bu mevzûya dâir hususları ele alıp havaleciliğin farklı boyutlarına temas ettik. Ardından Nurlar'da geçen ve bu yazımıza da isim olan "neme lâzımcılık" hakkındaki bazı yerleri nazarlara verip en sonda da iki tane kıssa ve onlardan hissemiz ile meseleyi noktaladık. Cenâb-ı Hak, farkındalığımızı ziyadeleştirip tesirini halk eylesin.
Emr-i bi'l-maruf nehy-i anil'l-münker yani iyiliği emredip kötülükten men' etmek, vazifemizdir.
Rabbimizin âyette meâlen buyurduğu gibi; "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz." (Âl-i İmrân, 3/110) Dikkat edilirse "insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet olmak" ile "iyiliği emredip kötülükten men' etmek" bir arada kullanılmıştır. Demek ki ümmet-i Muhammed'in (asm) hayırlı olması onların bu vazifeyi deruhte etmelerindendir.
Bir başka âyette meâlen şöyle buyrulur; "O hâlde içinizden, hayra davet eden ve iyiliği emredip kötülükten men' eden bir topluluk bulunsun! Ve işte kurtuluşa erenler, ancak onlardır." (Âl-i İmrân, 3/104) Bu âyette de "kurtuluşa erenler"in vasıfları içinde "iyiliği emredip kötülükten men' etmek" geçmektedir.
Bir başka âyette Cenâb-ı Hak meâlen şöyle buyurmaktadır; "Allah'a ve âhiret gününe iman ederler, iyiliği emreder, kötülükten men' ederler ve hayırlı işlerde birbirleriyle yarışırlar! Böylece işte onlar sâlihlerdendir." (Âl-i İmrân, 3/114) Sâlihlerin vasıfları içinde sayılanlar da gösteriyor ki iyiliği emredip kötülükten men' etmenin ehemmiyeti azîmdir.
Bir başka âyette de "Allah'ın kendilerine (âhirette de) merhamet edeceği kimseler" (Bkz. Tevbe, 9/71) sayılırken "İyiliği emreder, kötülükten men' eder, namazı hakkıyla edâ ederler, zekâtı verirler, Allah'a ve Resûlüne itâat ederler." denilmektedir.
Hz. Lokman, oğluna hitap edip tavsiyede bulunurken "Namazı dosdoğru kıl; ve iyiliği emret, kötülükten de men' et ve başına gelene sabret!" (Lokman, 31/17) demesi ve o âyetin sonunda da "Şüphesiz ki bu, azmedilecek işlerdendir." ifadesi bizlere düstûr olmalıdır. Bizlerin de bu işleri yapmak için azmetmemize işaret etmektedir ki, kıyamete kadar herkese hitap edilmektedir. Nitekim İslâm dini ve Kur'ân-ı Kerîm, cihanşümûldür/evrenseldir.
Peki kötülükten men' etmemenin vebali var mıdır? Âyette meâlen geçtiği üzere; "O yaptıkları kötülükten birbirlerini men' etmezlerdi. Yapmakta oldukları şey hakikaten ne kötü idi!" (Mâide, 5/79) denilmesi ve "Hem öyle bir fitneden sakının ki, (geldiği zaman) içinizden sâdece zulmedenlere dokunmaz (umûmî olur)! Ve bilin ki şüphesiz Allah, azâbı pek şiddetli olandır." (Enfâl, 8/25) Çünkü zulme seyirci kalmak ve ona karşı koymamak da zulümdür. Yani zâlimi seyretmek ve zulmüne karşı koymamak da zâlimliktir. “Allah’ın laneti/kınama ve dışlaması/ ise zâlimleredir.” (A’raf 7/44, Hud 11/18) Yani bu âyette, Müslümanların her zaman zulme, haksızlığa, zorbalığa ve kötülüklere karşı cephe almada duyarlı olmaları emredilmekte, aksi takdirde azabın/sıkıntının bütün toplumu kapsayacağı uyarısı yapılmaktadır. "Çünkü zulme rıza zulümdür; taraftar olsa, zâlim olur. Meyletse وَ لَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ âyetine mazhar olur." (Kastamonu Lâhikası, s. 207) Yani "Zulmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur." (Hûd, 11/113) Demek ki kötülüğü ve zulmü bildiğimiz hâlde mâni olmamak da vebâl ve mesuliyettir.
Enfâl Sûresi'nin 25. âyet-i kerîmesinin tefsîri sadedinde Elmalılı M. Hamdi Yazır merhum şöyle demektedir;
«Şu halde bu âyeti sırf ferdî bir mânâda almamalı, ferdî nefsi ve tümüyle toplumun kendisini içine alan bir mânâ anlamalıdır. Yani her ferd, kendi ferdliğinde vazifesini bilir ve yapar. Müslüman sosyal toplumu da bütün işleri itibariyle toplum halinde iyilik üzere bulunur, bizzat hidayet üzere gider, ferdî nefis ferdliğinde, sosyal nefis sosyalliğinde hidayet ve iyiliğini muhafaza ederse, onlara kâfirlerin, müşriklerin, yabancı milletlerin sapıklıkları hiçbir zarar vermez. Yoksa "Ben yapmıyorum ya, başkaları ne yaparsa yapsınlar" deyip de toplum işlerinin işleyişiyle ilgilenmeyen ve onun düzelmesini görev edinmeyenler, kendi şahıslarında doğru yolu tutmamış ve yuları, şerli önderlerin ve sapık kişilerin ellerine teslim etmiş olacaklarından dolayı, herhalde sorumlu olur, zarar görürler. Bununla beraber âyet bize asıl şunu da gösteriyor ki, kurtuluş ve toplumun hidayeti, kurtuluşun başlangıcı ve hidayeti de ferdîdir. Fertler doğrulunca toplum da doğrulmuş olur. Toplumu ıslah ve tazim etmek isteyen kişiler ilk önce kendilerini düzeltmeli, iyiliği emir ve kötülükten menetmeye önce kendi şahıslarından başlamalıdırlar. Her fert, hak yolunu tutup kendini bizzat düzeltince, başkasına örnek olması, kurtuluş ve hidayetinin diğerlerine bulaşması nisbeten kolay olur. Ferdî nefis böyle olduğu gibi, sosyal nefis de böyledir. Nefsinde kendi işleri hasta, kurtuluş ve hidayete muhtaç olan bir toplum da diğer bir toplumu düzeltemez, başkalarını ıslah etmek veya onların zararlarından kendilerini korumak isteyen bir millet ilk önce kendi iç işlerini düzeltmeli ve nizama sokmalı, kendi yolunu doğrultmalıdır. Bunun için müminler de başkalarından önce kendilerini düzeltmeli ve kendi iç işlerini ıslaha dikkat etmelidirler.» (Elmalılı M. Hamdi Yazı, Hak Dini Kur’an Dili, c. 3, s. 350)
"Ey iman edenler! Siz kendinize bakın! Hidâyete erdiğiniz takdirde, dalâlete düşenler size zarar vermez. Dönüşünüz hep berâber ancak Allah'adır; artık (O,) yapmakta olduğunuz şeyleri size haber verecektir." (Mâide, 5/105) meâlindeki âyet de mühimdir. Niktekim başkasının dalâletinin bizim hidayetimize zarar vermeyeceği ifade ediliyor. Nurlar'da bu âyet ve bir de düstûr ele alınarak şöyle denilmektedir; «Bu âyet
لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ
ve usûl-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düstûru olan
اَلرَّاضٖى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ
Yani: "Başkasının dalâleti sizin hidayetinize zarar etmez. Sizler lüzûmsuz onların dalâletleriyle meşgul olmazsanız." Düstûrun mânâsı: "Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz, ona şefkat edip acınmaz." Madem bu âyet ve bu düstûr bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men'ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi' etmemeliyiz.» (Emirdağ Lâhikası 1, s. 44) Şimdi bu kısımda anlıyoruz ki, âyetten şu düstûr çıkar; "Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz, ona şefkat edip acınmaz." Kendisi zararı biliyor ve bile bile buna razı olmuş ise artık bizlik bir durum yoktur, şefkate lâyık değildir ve acınmaz. Bu kısmı belirtme sebebimiz, "iyiliği emredip kötülükten men' etmek" vazifesi hususunda bizlerin ölçüsünün ne olacağı hususudur. "Vazifeni yap, Allah'ın vazifesine karışma." (Lem'alar, s. 152) esasına uymalı ve tebliğ vazifesini yaptıktan sonra gerisini Allah'a bırakmalıyız.
Üstte misâl olarak verdiğimiz âyetler başta olmak üzere nicesi bizlerin "Neme lâzımcı" olmamıza mânidir. Umursamaz olamayız, havalecilik yapamayız.
Enfâl Sûresi 25'te geçen mânâ ile mutabık olarak bir hadîs-i şerîfte Fahr-i Kâinat (asm) Efendimiz şöyle buyurmaktadır; "Şüphesiz ki insanlar zâlimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa, Allah’ın kendi katından göndereceği bir azabı hepsine umûmîleştirmesi yakındır." (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17; Tirmizî, Fiten, 8; Tefsîru Sûre 5, 17) Demek ki "zulme engel olmak" gerekir "neme lâzım, bana mı kalmış" diyemeyiz. Dersek eğer, gelecek olan azap "umûmîleşir", herkese tesir eder.
Zulüm yapmamak yetmez, zulme mâni de olmalıyız. Zulme mâni olmak hakkında ve olabilme yolları hususunda bu hadîs-i sahîh bizlere usûl öğretmektedir; "Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki bu imanın en zayıf derecesidir." (Müslîm, İman, 78) Dikkat edilirse derece derece, kişinin gücünün yettiği miktarca kötülüğe mâni olmak gerektiği ifade ediliyor. Evvela eliyle, olmazsa diliyle, o da olmazsa kalben buğzetmesi gerekir. Ama ne olursa olsun alâkadar olacak, o zulme ve o kötülüğe karşı istiğna etmeyecek/uzak kalmayacak.
Resûl-i Kibriya'nın (asm) bir hadîsinde buyurduğu "Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz ve onu hor görmez." (Müslîm, Birr, 32) ifadelerinde de Müslümanın zulmetmemesi ile bırakılmıyor. Müslümanın Müslümana vazifesi aynı zamanda onu yardımsız bırakmamalı. Tabir-i diğerle "Neme lâzım, başkası düşünsün" dememeli, diyememeliyiz. Çünkü biz kardeşimizden de mesulüz.
Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye eserinde şöyle der; «Maksadımız: Dinî cemaatlar maksadda ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklid yolunu açar ve "Neme lâzım, başkası düşünsün" sözünü de söylettirir.» (Hutbe-i Şamiye, s. 99) Demek ki "Neme lâzım, başkası düşünsün" ifadesi, havalecilik ve taklit yolunun açılmasına sebebiyet veriyor.
Yine Üstâd Bediüzzaman, «Yeis, mani'-i herkemâldir. "Neme lâzım, başkası düşünsün" istibdadın yadigârıdır.» (Âsâr-ı Bedîiyye, s. 506) demektedir.
“Yeis, mâni-i herkemaldir.” ifadesi, yeis/ümitsizlik bütün kemâlin yani güzellik ve mükemmelliklerin önünde bir engeldir, demektir. Yeis bir kanser gibidir, girdiği bedeni ve ruhu emer bitirir, mahveder. Nitekim yeis/ümitsizlik seretan/kanser denilen en dehşetli bir hastalıktır. (Bkz. Tarihçe-i Hayat, s. 95) Ümitsizlik, Allah'ın rahmetine zıt olup rahmetten mahrumiyete sebeptir.
Bu hususa âyette meâlen şu şekilde işaret ediliyor: "... Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez." (Yusuf, 12/87)
"İnsanları canlandıran emeldir; öldüren ye'stir."(Mektubat, s. 473) vecizesinden de anladığımız üzere ümitsizlik bizi öldürüyor.
Şimdi biraz istibdadın yadigârı olan "Neme lâzım, başkası düşünsün" ifadesi üzerinde duralım. Risale-i Nur eserleri baştan sona kadar, havaleciliğe ve neme lâzımcılığa karşıdır. Nurlar'ın anlaşılması nisbetinde, "hakikatin hâkimiyeti" payidâr olur, "fikrî istibdad" zevâl bulur; "Hak gelir, bâtıl zâil olur." (Bkz. İsra Sûresi, 81) sırrı da ortaya çıkar.
İslâmî hizmetlerde de dünyevî çalışmalarda da "Neme lâzım, başkası düşünsün" hâletinin yansımaları görülmektedir. İslâmî hizmetlerde çalışmalar, tamamen Allah rızası için ve gönüllülük esasına dayandığından dolayı bu havalecilik hâli olmamalıdır. Bunun olmaması için gerekli çalışmalar yapılmalıdır. İhlâs ve Uhuvvet Risaleleri'ndeki düstûrlara riâyet etmek, çözümlerin başında gelmektedir.
Bediüzzaman'ın talebelerinden Bayram Yüksel Ağabey'in ifadesiyle;
«Üstâd [Bediüzzaman] üç şeyi hiç sevmezdi:
1. Hastalığı,
2. Yorgunluğu,
3. İşi havale etmeyi.
"Bunlar nefsin desisesidir." derdi.» (Nakleden: Bayram Yüksel, Ağabeyler Anlatıyor - 1, s. 98) Nefsin desisesi olan ve günümüzde de bu desiselere sürekli giriftar olunduğu görülüyor. Üçüncü olarak sayılan "işi havale etmek", neme lâzımcılıktır. Bizler bu desiseleri önce bilmeliyiz teşhis etmeliyiz, sonra da tedavisi için yollara bakmalıyız.
Risale-i Nur'da "Zindan-ı Atalete Düştüğümüzün Sebebi Nedir?" kısmında ise düşmanlar sayılırken "neme lâzımcılık" ve "havalecilik" ile yakın anlamlı olan "tefviz ve işi birbirine bırakmak" isimli "düşman-ı gaddar"dan şöyle bahsedilir;
"Sonra da acz ve nefsin itimadsızlığından neş'et eden tefviz ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar geliyor. Himmetin elini tutup oturtturur. Siz de
لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ
olan hakikat-ı şâhika üzerine çıkarınız. Tâ o düşmanın eli o himmetin dâmenine yetişmesin." (İhlâs Risalesi, s. 55) Bahsi geçen Mâide 155 hakkında üstte izahat verdiğimiz için tekrar oraya girmeyeceğiz. Bizler bu gaddar düşmana karşı çok dikkatli olmalıyız ve "Başkasının dalâleti sizin hidayetinize zarar etmez. Sizler lüzûmsuz onların dalâletleriyle meşgul olmazsanız." şeklindeki yüce ve yüksek hakikat ile mukabele etmeliyiz. Tâ ki işi birbirine bırakmak ve havaleciliğin eli bizim hamiyetimizin, gayretimizin eteğine bile yetişemesin.
Neme lâzımcıların diline pelesenk ettiği bazı cümleler şunlardır; "Bana ne kardeşim! Karışma etliye sütlüye. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın! Eğerim başımı, görürüm işimi. Aman boşver, hayat kısa." Buna benzer çok ifadeler vardır. "Ağrısız başım, kaygısız aşım" deyip düşüncesi, insanların haksızlıklara karşı direncini ve birlikte hareket etme durumunu yok ediyor. Bizler de bu duruma karşı "Başımız da ağrısa, sıkıntıya da düşsek, ümmetin derdiyle dertlenen, etliye de sütlüye de karışan bir fert olmak zorundayız" demeli ve buna göre davranmalıyız.
Mesela hakkında âyet, hadîs ve Nurlar'dan misaller verdikten sonra 2 tane kıssa ve onlardan alacağımız hisseler geçelim;
Kanuni Sultan Süleyman, “Günün birinde, Osmanoğulları da inişe geçer de, çökmeye yüz tutar mı?” diye düşünmeye başlar. Birçok konuda olduğu gibi, bu düşüncesini de, süt kardeşi meşhur alim Yahya Efendi’ye açmaya karar verir. Düşündüklerini, kendi el yazısıyla yazarak, Yahya Efendi’ye gönderir:
“Sen ilâhî sırlara vakıfsın. Kerem eyle de, bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur? Bir gün olur da yok olur mu?” diye özetler endişesini. Sultan Süleyman’dan gelen bu mektubu okuyan Yahya Efendi’nin cevabı ise gayet kısadır: “Neme lâzım be Sultanım!”
Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bu söze bir mânâ veremez, endişesi daha da artar. Zira Yahya Efendi gibi biri, ciddi bir meseleye böylesine basit bir cevap vermezdi, vermemeliydi. Söylenmeye başlar: “Acaba bilmediğimiz bir mânâ mı vardır bu cevapta?” Kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergahına gider. Bu sefer sitem dolu bir şekilde: “Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!” diyerek, sorusunu tekrar sorar. Yahya Efendi duraklar:
“Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim.”
Kanuni, “İyi ama, ben bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece ‘Neme lazım be sultanım!’ demişsin. Sanki ‘Beni böyle işlere karıştırma’ der gibi bir mânâ çıkarıyorum.” der.
Bunun üzerine, Yahya Efendi şu müthiş açıklamasını yapar:
“Sultanım!
Aslında, aradığın cevap oydu;
Bir yerde zulüm yayılırsa,
Haksızlıklar ayyuka çıksa,
Sonra, koyunları kurtlar değil çobanlar yerse,
Bilenler de bunu söylemeyip susarsa,
Fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıkarsa,
Bunu da taşlardan başka kimse işitmezse,
Herkes, sadece “ben-ben” derse,
Ve tüm bunları görüp işitenler, “Neme lazım be…” derse;
İşte o zaman, devletin sonu gelir, Osmanlı yıkılır…”
Kanuni Sultan Süleyman, ülkesinde kendisini ikaz edebilen, böyle bir âlim olduğu için Allah’a şükrederek ve oradan ayrılır.
İşte tam olarak bu kıssa ve en sondaki Yahya Efendi'nin ifadesi meseleyi vâzıh bir şekilde göstermektedir. "Neme lâzımcılık" hakkında güzel bir kıssa.
Bir başka kıssada ise "havalecilik" hususunda çok güzel bir misali bize şöyle anlatır;
Evvel zaman içinde ülkenin birinde halk, vezirlerin ve valilerin adaletsiz yönetiminden dolayı Sultana karşı ayaklanmaya yeltenmiş. Halkı sakinleştirmekte zorlanan Sultan halka şöyle ilginç bir teklifte bulunmuş:
“Gördüğünüz üzere burada büyük boş bir havuz var; gece yarısı hava karardıktan sonra gün ağarıncaya kadar hepiniz birer güğüm süt getirin, getirdiğiniz sütü havuza dökün, havuz dolduğunda üzerini örteceğiz. Gün ağarınca hep birlikte örtüyü kaldırıp havuza bakacağız; şayet havuzu doldurabilmişseniz, sadece şikayetçi olduğunuz değil görev yapan mevcut tüm vezirleri ve valileri görevden alacağım ve sizin önerdiklerinizi onların yerine atayacağım!“
Halk bu ilginç teklifi kabul eder. Gece vakti gelir çatar ve göz gözü görmez olur; havuz başına gelenler ellerindeki güğümleri boşaltmaya başlar. Nihayet gün ağarır ve heyecanla herkes havuzun başında toplanır. Sultan havuzun üstünün açılmasını emreder. Havuz açılır ancak o da ne! Havuz ağzına kadar dolu olmasına doludur ama sütle değil suyla!
Havuz suyla doludur çünkü herkes “Gece karanlığında bu kadar süt içinde benim dökeceğim bir kova su okyanustaki 1 damla gibidir, kimse fark etmez…” düşüncesiyle getirdiği 1 güğüm suyu havuza dökmüştür, yani aslında havuza kimse süt dökmemiştir!
İşte günümüzde hemen hemen her meselede durum budur. "Neme lâzım, bana mı kalmış, başkası düşünsün, tek ben mi varım sanki" diye düşününce herkes havaleci oluyor. Kimse kendi vazifesini yapmıyor, herkes başkasına havale ediyor. Son kıssada da görüldüğü üzere herkes 'Başkası süt döker, ben su döksem ne anlaşılacak ki' diye düşünür ise bir arpa boyu ilerleyemeyiz. Her birimiz 'Süt dökülmesi gerekiyor ise ben dökmeliyim ve vazifemi yapmalıyım' diye vazife şuurunda olmalıyız. Asla havaleci olmamalıyız, işimizi tam yapmalıyız.
Elhâsıl: "Neme lâzım, başkası düşünsün" diyerek gaddar düşmanın ağına düşmeden daima şuurlu, bilinçli, vazife şuurunda bir mü'min, muvahhid, Müslüman olmalıyız. Yapılacaksa bir iş, yapan biz olmalıyız. Mesûlüz, mecburuz, mükellefiz; yükümüz ağır, yolumuz uzun ve dâvâmız büyük.
Cenâb-ı Hak, "cesur ve kahraman ve faal ve amel-i sâlih sahibi, mütedeyyin, müttaki ve bununla beraber, şahsî rahatlık ve menfaatlarını iman ve İslâmiyet'in kurtuluşu uğrunda feda eden, fedai ve mücahid Müslümanlar yetiştirsin, neme lâzımcılıktan kurtarsın." (Sözler, s. 766)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.