Himmet UÇ
Abdullah Yeğin Ağabey
Abdullah Yeğin Ağabey Üstad’ın emri ile sekiz yıl Urfa’da dershanede kalmıştır. Ankara’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde okurken, Ceylan abi Urfa’ya gönderilir hizmet için. Abdullah Abi ona imrenir, o da gitmek ister. Bediüzzaman onun isteğini hisseder ve Urfa’ya gönderir. O günün şartları içinde bir üniversitede okumak geleceği parlak bir durumdur. Okulu terkedip hizmet için o güne kadar okuduklarını bir kenara koyup Urfa’ya hizmete gitmek sıradan insanlar için imkansız ama Bediüzzaman’ın ilk talebeleri bu kadar samimi ve sıddık insanlardır onlar bunu yapar.
Yüz elli senedir, Tanzimat’ın ilanından beri devletin yapamadığı tek şey tarihi, dini, Kur’ani bir senteze hakim insan tipi yetiştirememektir. Biri sarığı çıkarmış, yerine fesi koymuş, redingotu giydirmiş, Avrupai görüntülü memur tipi üretmiş ama kafasını kainatı iyi yorumlayan, tarihi yerine göre sanatı Kur’an’a göre yorumlayan insan yetiştirmemiştir. Cumhuriyet de Osmanlı’nın bakiyesi memurları Ankara’ya getirmiş, kimine şapka, kimine fötr giydirmiş, kimi de frak giymiş ama kafa yine aynı. Rüşvetten, bedavacılıktan kurtaramamışız memurumuzu.
Bunu Yakup Kadri bir romanında anlatır. Ankara'daki yeni memur tabakasının yeni kurulan devletten parsa toplamak için neler yaptıklarını anlatır. Yani bir dört başı memur insanı yüz elli yıllık tarihsel maceramızda ortaya koyamamışız.
Bediüzzaman, Abdullah abinin fekadarlağını ironik bir anlatımla şöyle yorumlar. “Abdullah, Risale-i Nur’un Latinceye çevrilmesini senin hatıran için kabul ettim.” Anlayana… Üstadın işaretiyle Lugat’i de hazırlamıştır.
Bu yüzden Bediüzzaman siyasete inanmamış adam yetiştirmenin önemine göre, her önüne gelene bir senteze varmış Risale-i Nur metnini tavsiye etmiş, okumuş, okutmuştur.
Abdullah Yeğin Ağabey, Urfa’ya gitmiş. Halil İbrahim Dergahının etrafındaki sanki terkedilmiş odaların birini tamir ettirir, orada çocuklara ders okutur, Kur’an öğretir. Sekiz yıl. Servet Armağan orada ona rastlamış.
Bir gün Üstad’a bir mektup gelir. Annesi “Ben hastayım eğer bir-iki ay izin alıp gelmezse ben hakkımı helal etmiyorum” der. Sonra bir mukabele gelir mektuba, mektupta, ”bir-iki ay izin yok, bir iki gün var.” Abdullah Abi mektubu gider Üstad’a okur. Üstad’a “bir-iki ay yok bir-iki gün var” cümlesini okumuş. Üstad “böyle bir şey yok, bunu birisi yazmış” demiş.
Bediüzzaman ona “Orası yalnız olmaz geriye dön. Sen mektup yazmıyorsun, sıla-yı rahim mektupla da olur. Sıla-yı Rahim yapmıyorsun. Senin orayı terketmen olmaz, eğer seni görmek isteyen varsa onlar gelsin” der ona müsaade etmez ve tekrar Urfa’ya gönderir.
Üstad yine bir zaman elini açar başparmağını göstererek “şu hukukullahı gösterir, başparmağını kapadı, şu hukuk-ı Resullullahı (işaret parmağı) üçüncü parmak bu hukuk-ı üstad, dördünca parmak ana hukuku, beşinci ise baba hukukudur. Bak bu başparmak hepsini karşılıyor mu, işte bunlar hukukullaha aykırı bir şey emredemezler, küçük parmaklar emretse de dinlenmez.”
O yaşta Urfa’ya gitmek, dünyanın alayiş ve makamlarını tepmek, özel insanlara, özel mayalara has. Bediüzzaman toplumu tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadet için mayalamaya gelmiş. Bunlar olmazsa toplum maya tutmaz, bütün nur talebeleri de toplumun mayasıdır. İnsanlar onların bakış açılarına göre bakar, dik durmasını ve tevhid dinine göre yaşamayı öğrenirler. Bediüzzaman “onlar kutup gibidirler” der, yani toplumun yönünü onların varlığı maya fikirleri tayin eder.
Ne yazıkki Menderes’ten beri bu maya insanı ve talebelerinin toplumun mayası olduğunu anlamadılar. Siyasi malzeme gibi kullandılar. Keşke inansalardı, bu toplum değişir, hem uluhiyet ve rububiyet ve ubudiyet vadisinde ilerler bütün bu olumsuzluklar olmazdı. Allah “vefirru illallah” Allah’a koşun diyor, gidin demiyor ama Allah’a koşmayı birilerinin telkin etmesi gerekir. Bugün toplumun dinden nasıl uzak yaşadığını dört bir yanına bakan insan görebilir. İki gün Ankara’da bir rektör adaylığı için bulundum, Allah korkusu ne kadar gerekli ama yok. İnsanlarda Allah korkusu o kadar az ki, yüzler simsiyah, kim bilir kalpler nasıl?
Siz Allah‘a koşmayan bir toplumu hiçbir yere koşturamazsınız. Çünkü diğer koşmaların itici gücü de oradan ileri geliyor. Siyasileştirilen toplum Allah’a koşamaz ki. Bu yüzden Bediüzzaman, Sarıyer’de bir kadınla bir erkeğin birbirine sarıldığını görür, hüngür hüngür ağlar. Ya şimdi olsaydı… Bir yerden bir yere gittiğinde ağlamaktan felçolur insan. İnsanlar ne kadar havf-ı ilahiden uzak.
Abdullah Ağabey, Şahiner abinin naklettiği şu cümlede yeniden tarif bulur. ”Onun kadar mahkeme huzuruna çıkmış çok az kimse vardır. Nur davaları sebebiyle Urfa, Gaziantep, Ankara ve Adana hapishanelerinde aylarca yatmış, davaların hepsinden de beraat etmiştir.“
Allah, gani gani rahmet etsin Araçlı Abdullah’a… Tabii bize de…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.