Ergenekonlar biterse sorunlar da biter

Ergenekonlar biterse sorunlar da biter

Araştırmacı-Yazar Abdülkadir Üzeyiroğlu Kürt Sorunu ile ilgili çözüm önerilerini anlattı

Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber

 

Güneydoğu turumuzun ikinci günündeyiz. Gaziantep’ten sonra Birecik’e oradan da Şanlıurfa’ya geldik.

 

Dün size ilk günkü intibalarımızı aktarmıştık. Bir de Gaziantep’te kendisi ile röportaj yaptığımız, bir sivil toplum yöneticisi olan Burhanettin Aşiroğlu’nun konu ile ilgili görüşlerini sunmuştuk.

 

Burhanettin Aşiroğlu öncelikli olarak iki konunun halledilmesini istiyordu. Bu iki konu halledilmez ise diğerleri halledilmez fikrini taşıyordu.

 

Birincisi: Laikliğin doğru algılanmasını, yani dinsizlere ve dindar olmayanlara veya başka şekilde yaşamak isteyenlere tanınan serbestiyetin dindarlara da ve dinini yaşamak isteyen herkese -her alanda-  da tanınmasını istiyordu.

 

İkincisi: Ona göre “İslam kardeşliğinin” pekiştirilmesi ile ancak bu problem çözülebilirdi. Çünkü bin sene bu inançla bir arada kalmayı başarmışlardı yine başarırlardı. Bu iki konuyu dile getirerek meselenin çözümü noktasında önemli iki noktaya parmak basmıştı.

 

Bugün size yine diğer görüştüğüm insanların sırayla fikirlerini aksettireceğim. Dünkü ilk değerlendirmemde de bahsettiğim gibi yöre halkı bu meseleye hayli ilgili ve de gündeme alınmasından gayet memnun. İlk ifadeleri “sonuçta hiçbir şey çıkmasa da önemli değil önemli olan kendilerinin dikkate alınıyor olmasıdır ve ilk defa demokratik bir ortamda ciddi bir surette konuşuluyor olmasıdır.” Çünkü bölgede herkes bir şekilde bu meseleden yara almış ve akan bu kanın artık durmasını istiyor. Bunun için ne yapılsa şartsız destek vereceklerini ifade ediyorlar. Bunu söyleyenlerin birçoğu belki bu hükümete oy da vermemiş. Ama dediğim gibi fazlasıyla incindikleri bu konunun artık bitmesi gerektiği hususunda herkes hemfikir. Yani problemi çözmek için şartlar hayli müsait çok büyük destek olduğunu söyleyebiliriz.

 

Bu kısa açıklamadan sonra dünkü söyleşimizin bir nevi devamı olarak Risale Haber yazarlarından bu konuda uzman Abdülkadir Üzeyiroğlu’nun görüşlerini aktarmak istiyorum.

 

Bildiğiniz üzere daha önce Üzeyiroğlu, SETÜD adına bir rapor hazırlamıştı hazırladığı bu raporu ile meseleye geniş bir şekilde ışık tutmuştu. Bu raporun bir özeti Risale Haber’de yayınlanmıştı.

 

Yaptığımız söyleşide de bu konuda hayli çaba harcadığını gördük. Konu ile ilgili olarak yaptığı çalışmalarını genişleterek kitap haline getireceğini de öğrendik.

 

Üzeyiroğlu’na gittiğimizde kendisini ziyarete gelen hayli insanla karşılaştık. Meğer yeni Umre Ziyaretinden dönmüş bu sayede zemzem suyu içmek de nasip oldu. Umre ziyaretini düşünerek sorumuzu biraz çekinerek sorduk. Zira olaydan haberinin dahi olmayabileceğini düşünüyorduk. Ama öyle olmadı meseleyi dikkatle takip etmiş ve bize hayli güzel bilgiler vermeyi de ihmal etmedi. Bu konuda dolu dolu olduğunu bir kere daha göstermiş oldu.

 

 

 

Hükümetin “Demokratik Açılım” adı altında topluma sunduğu ve duyarlı çevrelerin tartışmasına açtığı bir projesi var. Kendisi açılımla ilgili ilk etapta herhangi bir teklif sunmamaktadır. Ancak yapılacak konuşmalardan sonra meydana gelecek fikirlerden ve mutabakattan yararlanarak bir sonuç bildirgesi yayınlamak ve bu konuda bir yol haritası çizmek istiyor. Siz bu açılımın zamanlamasını, sunuş şeklini ve tarzını doğru buluyor musunuz? Ve bu meselenin bu şekilde tartışılması ile problem çözülebilir mi?

 

Türkiye, yıllarca “Kürt sorununu” görmezlikten geldi. Yıllarca üzerini örttü ve “sorun yok” farz etti.

 

Oysa Kurtuluş Savaşını Türkler ve Kürtler hiçbir ayrılık düşüncesi içinde olmadan birlikte yaptılar. O savaşta diğer unsurların bir kısmı Türklere ihanet ettiği halde bir tek Kürtler ihanet etmediler. Hatta Amasya genelgesine, Erzurum ve Sivas kongrelerine baktığımızda görüyoruz ki, beraber hareket edilmiş. Hiçbir şekilde ihanet söz konusu olmadığı gibi birlikte hareket edildiği görülmektedir.

 

İşte, onları Türklerle birlikte hareket etmeye götüren en önemli neden dindir. Dinin kardeşliği emretmesi beraber olmayı adeta zorunlu kılmıştır. Çanakkale’de, İnönü’de hatta biraz geri gidersek Malazgirt savaşında bile beraber savaştıklarını görüyoruz. Mesela Yavuz Sultan Selim zamanında İdrisi Bitlisi’nin 25 kürt aşiretinin bağlılığını gönüllü olarak götürüp padişaha sunduğunu hepimiz biliyoruz.

 

Bu bağlılık eyalet sistemi şeklindedir. Kürtler dış işlerinde Osmanlı İmparatorluğuna bağlıdır ama içi işlerinde serbesttir. O dönemde bütün kayıtlarda bu bölgenin ismi Kürdistan olarak geçiyor. Ve medreselerinde eğitimi Kürtçe yapıyorlar. Ve insanlarına da Kürt deniyor. Bunda bir sakınca da görmüyorlar ve böyle olması her hangi bir sorunun çıkmasına da neden olmamış. Bu durum Cumhuriyetin ilanına kadar hatta ilk meclise kadar böyle devam ediyor. Mesela ilk meclise gelen doğu illerinin milletvekillerine Kürdistan Mebusu deniyor. Bediüzzaman Said Nursi 1922’de Ankara’ya çağrıldığında ve devlet töreni ile karşılandığında ismi kayıtlara Sad-i Kürdi diye geçiyor. O isimle karşılanıyor. Tüm milletvekilleri bu törende alkışlarla karşılıyor. O zamana kadar bu anlamda bir problem de yok. Yani bu ismin kullanılması bir sakınca doğurmuyor.

 

Bediüzzaman Hazretlerinin kendisi de Cumhuriyet dönemine kadar bu ismi kullanıyor. Ama daha sonra Kürt meselesinin ayrımcılık olarak algılandığını fark edince de bu ismi hemen terk ediyor. Korktuğundan mı terk ediyor? Elbette hayır. Bediüzzaman Hazretlerinin hiçbir şeyden korkmadığını Tarihçe-i Hayatı ispat ediyor. O sadece memleketin selameti için bu yolu kendisi tercih ediyor. Bu dediklerim meclis tutanaklarında var.

 

Şeyh Said İsyanı bana göre İngilizlerin bir tertibidir. Cumhuriyet döneminde bu konuda farklı davranılmasını sağlanmıştır. Amaç:

 

1-     Petrol bölgesini Türkiye’den koparmak ve elinden almak.

2-     Hilafetin kaldırılmasını sağlamak (kaldırılmış olan hilafeti halka unutturmak, dikkatleri başka yöne çekmek)

3-     Kürt haklarını vermemek ve Türklere büyük bir kuvvet sağlayacak Kürtleri düşman etmek.

 

Bu isyan sayesinde yüzbinlerce insan öldürüldü büyük bir kısmı zorunlu göçe tabi tutuldu, yerinden yurdundan edildi. 1926 yılında çıkarılan mecburi tehcir kanunu ile doğunun kalburüstü binlerce değerli insanı göç ettirildi. Bediüzzaman Hazretleri de bunlarla birlikte Van’dan alınarak Burdur’a oradan da Barla’ya sevk edildi.

 

Mecburi tehcire tabi tutulan insanlar bu yörenin ekâbiri insanlardı. Aşiret reisleri, âlimler, fazıl insanlar, okumuş kültürlü insanlar ve zenginlerdi. Oradan alınarak beş parasız bir şekilde aç sefil batıya gönderildi. Hatta bununla ilgili bir kanun da var. Meali şöyle “Kürtlerin doğuda terakümünü önlemek için onların batıya göç ettirilmesinin sağlanması…” gibi maddeler var.

 

Bu sevkten sonra Kürt adı her yerden kaldırılıyor. Yani maalesef Türk ırkçılığı ve Kürtlerin asimilasyonu bu sayede uygulanmaya başlamış. Daha sonra Dersim hadisesi de bu meselede körükleyici bir rol oynamış. O nedenle İnönü zamanında bu durum daha da şiddet kazanarak devam etmiş.

 

Asimilasyonu derinleştirmek amacı ile bölge yatılı okulları kurulmuş ve doğunun çocukları buralara yerleştirilerek buralarda kendi dilleri örfleri ve gelenekleri onlara unutturulmaya çalışılmış. En son 1982’de Kenan Evren zamanında bütün kurumlara bir genelge gönderilerek kurumlarda Türkçenin dışında herhangi bir dilin konuşulması yasaklanıyor ve bu tebliğin kurumların görünür yerlerine asılması isteniyor. Ondan sonra -iyi biliyorum- Türkçe bilmeyen vatandaşlar işlerini yürütebilmek için yanlarında tercüman getirmek zorunda kalmışlardı.

 

Kenan Evren’in bu konuda bir de itirafı var. Diyor “yaptığımız hataların en büyüklerinden biri idi, çünkü önüne geçemedik ve bir işe yaramadı.” 

 

Şimdi ben yaptığım araştırma sonunda Kürt sorununun Cumhuriyet tarihinde üç tane kırılma noktasının olduğunu kabul ediyorum.

 

Bunlardan biri Şeyh Said İsyanıdır. İkincisi Dersim Hadisesidir. Üçüncüsü de 12 Eylül İhtilalıdır. 12 Eylül’den sonra Diyarbakır Cezaevi bu olayda başrol oynamıştır. Bu üç hadiseden sonra hiç ilgisi olmayan yüzbinlerce, milyonlarca insan taciz edilmiş hapislere atılmış, öldürülmüş ve sonuçta devlete düşman edilerek ortaya bırakılmıştır. Hiç suçu olmadığı halde sürgün edilen, yakını öldürülen, köyü yakılan göçe zorlanan ve hapse atılıp işkence edilen insanlar ister istemez bu devlete düşman olmuş ve o birikim bu sonucu doğurmuştur. Zaten 1984’te ortaya çıkan PKK’yı oluşturan elemanların çoğunun 12 Eylül sonrası hapse atılanların içinden çıktığı da bilinen bir gerçektir.  

 

Yani bu üç hadise ve sonrasındaki devletin tutumu ırkçılığın yeşermesine ve yayılmasına neden oluyor. O nedenle ben Kürtçülüğü reaksiyoner bir akım olarak görüyorum. Aksiyoner değildir. Türkçülük yapıldığı için Kürtçülük yapılmıştır ve yapılıyor.

 

1980’den sonra reaksiyoner bir hareket olarak ortaya çıkan bu sorun 30 bin insanın ölümüne yol açtı. Bir de 17 bin faili meçhul cinayetten bahsediliyor. En son Cizre bölgesinde Kayseri Jandarma Alay Komutanı Cemal Temizöz’ün sebep olduğu söylenen birçok cinayetten bahsedilmektedir. Bu konuda birçok itirafçı ortaya çıktı yakalandılar, Diyarbakır’a götürüldüler. Mahkemeleri devam ediyor.

 

Bütün bu anlattıklarımdan şöyle bir sonuca da varıyorum. Bana göre devlete çöreklenmiş ve bu milleti Devlete düşman etmek isteyen bir çeteden de bahsedebiliriz. Yani sürekli problem olsun, insanlar tedirgin olsun, sürekli bir kavga ortamı olsun ve devam etsin diye çalışan insanlar var. Bunlar bunu niçin yapıyor? Hesapları nedir? Net söylemek mümkün olmasa da tahmin etmek mümkün…

 

Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde dehşetli gizli iki komiteden bahsediyor. Bu bahsettiği komiteler bu gün bir bir ortaya çıkıyor. Ermeni komitesinden, PKK terör örgütüne ve en son ortaya çıkan Ergenekon Çetesine kadar bunlar birbirinin devamı mahiyetinde komitelerdir.

 

İşte, bu ülke bu komiteleri çökertmek için öncelikli olarak “Kürt meselesini” çözmelidir. Bu meseleyi çözmeden bu anlamda hiçbir gelişme sağlayamaz. Hiçbir atılım da yapamaz.

 

200 milyar dolarlık bir ekonomik kayıptan bahsediliyor. Bu ekonomik kayıp yatırıma kaydırılmış olsaydı belki bugün işsizlik sorunu % 13 seviyelerinde olmazdı, 2’ye 3’e inerdi. Türkiye şu anda zamanının ve enerjisinin çoğunu bu soruna harcıyor.

 

 

Demokratik açılım deyince sadece Kürt Sorunu mu var? O halledilirse “her şey tamam” mı diyeceğiz?

 

Elbette bu halledilirse bütün problemler halledilmiş olmaz. Yanlış tatbik edilen sadece Kürt meselesi değil… Bana göre laiklikte yanlış uygulanmıştır. Hiçbir suçu olmayan insanlar sırf dindar oldukları için yakalanıp hapse atılmış. Bunun en çarpıcı örneğini Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri göstermektedir ve Nur talebeleri en birinci misaldir. Hiçbir menfi hareketleri olmadığı, menfi hiçbir hadiseye bulaşmadıkları sadece dindar oldukları için bir şekilde yakalanarak keyfi bir şekilde hapse atılmışlar, işkence edilmişler.

 

Sadece kameti veya ezanı Arapça okudu diye insanları hapse atmışlar. Başına bere taktı diye, hatta Kur’an-ı Kerimi okudu diye hapse atıp insanlara işkence etmişler.

 

Kürt meselesi ile birlikte Laiklik meselesi Türkiye’nin en önemli ikinci meselesidir. Bunun dışında alevi meselesi, azınlıkların problemleri de var. Madem bir açılım gerçekleşecek bana göre sadece Kürt Sorunu değil diğer antidemokratik yapılanmanın tümü ele alınmalı ve bir bütün olarak çözülmelidir. Bunların birini diğerinden soyutlamak zaten mümkün olmaz.

 

Ama cumhurbaşkanının da belirttiği gibi -ben gazetelerde okudum- öyle diyor. “Kürt meselesi Türkiye’nin en birinci meselesidir” diyor. Türkiye bu meseleyi halletmeden hiçbir yere gidemez.

 

Problemi anladık zaten bugün bu konuda herkes hemfikir. Önemli olan bu problemin nasıl çözüleceği ve halledileceğidir. İsterseniz biraz da çözümden bahsedelim. Gelinen noktada ne yapılırsa bu mesele problem olmaktan çıkar? Somut olarak bir öneriniz olacak mı?

 

Benim bu meselede bir çalışmam var sonuçlandırırsam kitap olarak yayınlamayı da düşünüyorum. Bu meselede sekiz-on tane çözüm önerisi tespit ettim şöyle:

 

1-     Kürtçe televizyon ve radyo yayınına izin verilmesidir. TRT-6 ile büyük bir adım atılmıştır. Bana göre bu bir reformdur. Bu adımdan sonra görülmüştür ki, bölünme olmamıştır. Herkes olaydan memnundur. Kimse bundan dolayı dağa da çıkmamıştır. Yani insanları dağa çıkaracak bir neden de olmamıştır. İşte bu noktada buna devam edilmelidir.  Özel tvlere ve radyolara da izin verilmesinin herhangi bir sakıncası olmayacaktır.

 

2-     Çocuklarına istediği ismi verme hakkının verilmesidir. Bu konu da eskiden çok sert tedbirler vardı. Şimdi iyice yumuşatıldı ama daha da ileri götürülmeli ve tamamen serbest bırakılmalıdır.

 

3-     Değiştirilen tüm kasaba ve köylerin eski orijinal isimlerini almalarına imkân sağlanmasıdır. Zaten şu anda verilmiş isimlerin hiçbiri kullanılmıyor. Vatandaş Norşin meselesinde olduğu gibi eski isimleri kullanıyor. Köylü vatandaş şehre gelip resmi bir kuruma gittiğinde ona hangi köyden geldin dendiğinde eski ismi kullanıyor, hatta bazı kişilerin hüviyetlerinde de eski isimler var. Memur o ismi haritalarda bulamıyor. Bu defa her iki ismi bilen biri bulunuyor öyle işlem yapılıyor. Bazen de bu sorunu çözmek için memurlardan biri görevlendirilerek haritadaki isimlerin yanına parantez içinde eski isimler yazılıyor ta ki, sıkıntı çekilmesin.

 

4-     Doğu bölgesi sürgün yeri olmaktan çıkarılmalıdır ve oraya gönderilecek memurlar mümkünse dindarlardan seçilmelidir. Ve oranın dilini örfünü bilen insanlar olmalıdır. Aynı zamanda işin ehli olanlar gönderilmelidir. Ta ki, memurların yanlış davranışları yüzünden insanlar devlete düşman olmasın aksine kaynaştırıcı olsun. Özellikle güvenlik güçlerindekilere çok dikkat edilmelidir. Irkçı zihniyet taşıyanlar gönderilmemelidir.

 

5-     Anayasal Vatandaşlık diye bir kavram var. Bu kavramın Anayasaya konmasının sağlanması gerekir. Bir insan ben bu ülkenin bir vatandaşıyım ama Kürdüm veya Türküm veya Lazım diyebilmelidir. Bundan çekinmemeli, utanmamalıdır.

 

6-     Eğitim sorunu çözülmelidir. Ana dilde eğitim sağlanmalıdır. Bediüzzaman Hazretleri 100 sene önce bu sorunu görmüş ve halletmiştir. Gerek Osmanlı döneminde gerekse daha sonra Cumhuriyetin ilanından sonra doğu için yapılmasını teklif ettiği Üniversitede “lisan-ı Arabi vacip, Kürdi caiz, Türki lazım” diyerek eğitim dilini belirliyor. Ve orada çalışacak öğretim elemanlarının yöre lisanına en azından aşina olmaları gerektiğini söylüyor. Yani iki (Arapça ve Türkçeyi) dili mecburi olarak bilmesinin yanında en azından Kürtçeyi de anlaması gerektiğini söylüyor.

 

Arapçayı eğitim dili olarak önermesinin nedeni o üniversitenin adeta birleştirici bir rol üstlenmesini istiyor. Bölgedeki diğer milletlerden Arabistandan, Pakistandan, Afganistandan ve Suriyeden, Iraktan gelecek öğrencilerin ortak dili kullanmalarını sağlamak içindir. Hem bu üniversitenin Bitlis’te kurulmasını önerirken Van’da ve Diyarbakır’da şubelerini de öneriyor. Yani bölgenin diğer vilayetlerinde de birlik içinde aynı sistemde üniversitelerin kurulmasını istiyor. Bu konuda da geç kalınmış sayılmaz. Şimdilerde Kürt Dili ve Edebiyatından bahsediliyor. YÖK Başkanı teklif gelirse değerlendiririz diyor. Başbakan ve Cumhurbaşkanı “olabilir” diyor. Yani sıcak bakılıyor. Bunun biran evvel hayata geçirilmesi gerekir diye düşünüyorum. En azından bu bir zenginliktir. Diğer diller için de bu kabil bölümler açılabilir.

 

Bunu şunun için gerekli görüyorum. Bediüzzaman Hazretleri “Mevlana hazretlerini, Ahmed-i Hani Hazretlerini ve Ahmed-i Cezeri Hazretlerini maneviyat aleminde bir görüyorum” diyor. Şöyle iki parmağını da yan yana getirerek. Ama bugün Mevlana Hazretleri bütün dünya tanıdığı halde bu diğer iki zatı kimse bilmiyor, bırakınız dünyayı Türkiye’de bile kimse tanımıyor. Ahmed-i Cezeri’nin Kürtçe divanı var, Ahmed-i Hani “Mem u Zin”i yazmış. Ve bunların çok önemli eserleri var. Bunlar bilinmiyor ve tanınmıyor. Bunlar gibi daha birçok edebiyatçılar var. Bunlar bilinse Türkiye için büyük bir zenginliktir.

Yani Türkiye’nin elbette eğitim dili Türkçedir ve öyle de kalmalıdır. Ama bazı pilot okullarda ve üniversitelerin bazı bölümlerinde ana dilde eğitim almak isteyenlere de imkan tanınmalıdır.

 

7-     Koruculuk sisteminin de ıslah edilmesi gerekmektedir. Şu anda 70 bin korucudan bahsediliyor. Bu insanlar devletten maaş alarak silahlı bir şekilde köy ve kasabalarda dolaşıyor. Bunların bir kısmının PKK ile de irtibatlı olduğu bazı hadiselerde görüldü. Bir çoğunun devletin verdiği parayı ve silahi aşiret menfaatleri için kullandığı ifade ediliyor. Hatta eşkiyalık yaptıkları biliniyor. Mardin’deki Bilge köyü katliamı bunun en bariz örneğidir. O katliamı yapan kişiye insan demeye layık değil. Zaten var olan kan davalarını koruculuk sistemi arttırmıştır. Bu da acilen masaya yatırılmalı ve bir şekilde ıslah edilmelidir.

 

Şimdilik aklıma bunlar geliyor. Düşüldüğünde ilk etapta çözülebilecek bir çok problem var. Öncelikle bunlar halledilmeli ki, daha ileri gidilmesin bekledikçe bu problemler artıyor, azalmıyor.