Ahtapotun kolları

Ahtapotun kolları

Hikaye: Cemil Karakullukçu

Risale Haber-Haber Merkezi

 

Cemil Karakullukçu’nun yazısı:

 

Ahtapotun kolları

 

Her nedense, uzun zamandır bir giz olmayı çok istediydim. Öyle ki, bir zamanlar hayat öykümü kaleme almayı tasarladım da, hatırladığım kadarıyla, on iki yaşıma kadar başımdan geçenleri o zamanın yavan ifadelerimle kaleme aldım. Nereden geldiğini tam bilemediğim ve o gün bugündür onunla boğuşup durduğum bir düşüncenin tutsağı olduğumdan yazdıklarımın hepsini yok ettim.

 

Nedenmiş?  Yaşlandığımda çocuklarım ve torunlarım karalamalarımı okuyacaklarmış da, “Bu ne biçim adam, hep kendinden söz ediyor” diyeceklermiş. Bu kadarla da yetinmiş olsalar neyse. Bir endişem daha varmış meğer; dillerinde önce sakız, sonra tükürük olacakmışım. İşte bu utandırıcı ve aşağılayıcı sona maruz kalmamam için bu işi yapmışmışım.

Köprülerin altından çok sular akmış. Zaman değişmiş. Şu kafaya çok şeyler girip çıkmış. Ayaklar yorgun düşmüş, eller nasırlaşmış. Acılar duyguları törpülemiş. Daha değişik rüzgârlar esmeye başlamış. Zaman en büyük açıklayıcı ya; dünde bilinenler, bugünden çok farklıymış.

Ee, şimdi ise kendi kendime gülüyorum tabii. Olan olmuş mu demeliyim?  Her geçmişin bir bedeli var. Olmalıdır da! “Çekmişsem, çekmişimdir” diyemem elbet.

 

Acı da olsa hatıralarımın benimle ölüp gitmelerinde ne yarar var?

Mezar olup giden bilgiler! 

Deneyimlerini gizleyenlere cimri diyebilir miyiz? 

Neden diyemeyelim ki!

 

Tüm uygarlıklar deneyimlerin üzerinde yükselmiş değil mi? Benim de vereceğim, katkı yapacağım şeyler yok mu? Var, hem de çok var; başkalarının da var, henüz doğmamış bebeklerin de ve kamburu çıkmış ihtiyarların da…

 

Cimriliği hiç sevmem. Daha önce yaptıklarımı, günahlarımı, cinayetlerimi, yok etmelerimi affettirmek istiyorum şimdi. Nedense gün gördüm. Bu nedenle de küçük bir öykümü aktarmayı görev saydım kendime. Size göre küçük bir öykü belki, ama benim hayatımda büyük bir yeri var bu öykünün. Ne kadar unutmak istesem de, mermerin üzerine kazılan yazı gibi, tüm anılarıyla ruhuma nakşolmuştur; izlerini silmek ne mümkün. Ben yaşlandıkça, o sanki gençleşiyor, hayalimde tazelenip duruyor.

 

Çok iyi hatırlıyorum. İkindi ile akşam arası bir zamandı. Güneşli günlerin çoğunda olduğu gibi, o gün de denize tepeden bakan Kale Park’a gidiyorum. Deniz manzarasını ve güneşin denizdeki batışını seyretmek isteyenler için bulunmaz bir yerdi Kale Park. Kocaman korun denize gömülüşünün tadına doyum olmazdı. Ufuktaki kızıllıksa, karamsar duyguların habercisiydi ya da bana öyle geliyordu.

 

Yazın, giriş pasosuna sahip olanlar ancak girebilirdi buraya. Güz soğuklarının geldiği zamanlarda ise, bizim gibi içeri girmesini çok isteyen öğrencilere, orada duran nöbetçiler göz yumarlardı. Aşağı yukarı her gün aynı saatte, dersten hemen sonra Kale Park’a geldiğim için beni iyi tanırlardı.

 

Nöbetçiye yaklaştım, selam verdim. Bakışımla içeri girmek istedim. Gülümsedi. O da bakışıyla izin verdi. Sevindim. Bu akşam da güneşi, yangına dönüşen ufku, o kocaman korun denizin içine gömülüşünü seyredecektim. Bu görkemli manzaranın karşısında derin düşüncelere dalacaktım. İçimin konuşmalarına kulak verecektim. Biraz da olsa, acılarımla baş başa kalacaktım. Nicedir, içime düşen acayip bir şey vardı. Düşünce mi yoksa kuruntu mu? Onunla boğuşmalarım kanlı bir savaştan daha beterdi. İlgilendikçe daha da sarıp sarmalıyordu beni. Ahtapotun kolları gibi göğüs kafesimi sıkıştırıp yüreğimi kıskaca alıyordu, nefesimi kesiyordu da mecalsiz düşüyordum. “Ah vah!”larım bile yarar sağlamıyordu. Ölü müydüm yoksa diri mi? İnanın, farkında bile değildim.

 

İçim derin bir boşluğa, dipsiz karanlığa açılıyordu. Ona baktıkça ürküyordum. Yaşamaya ilişkin ne denli hazlar varsa, bu yaşımda bana zehir oluyordu. Dolaşan bir ölüydüm sanki. Beni anlayan ya da derdimi açabileceğim bir dost mu, ne gezer? Benim dertleştiğim, doyasıya haykırdığım ve içimi boşalttığım ufuktu yalnızca. İşte bu nedenle Kale Park’ı çok seviyordum. 

 

İçine düşüp bir türlü kendimi pençesinden kurtaramadığım acayip düşünce neydi peki? Cevap vermek için, kem küm etmeye gerek yok elbette. Bir yalnızlık duygusuydu, bir büyük boşluktu, bir kısır döngüydü; düpedüz bir inanç bunalımıydı. İçinde ha bire yuvarlanıp gittiğim öyle ürkütücü bir şeydi işte. Hatırladıkça ahtapotun kollarını şuracığımda hissediyordum; içimi kanatıyorlardı, soluğumu kesiyorlardı.

 

Evreni ve beni yaratanı biliyor muydum? Hem biliyor hem bilmiyordum. Ama O’nu var kabul ediyordum; çünkü evrenin yaratılmasında başka bir yol muhal gibi. Üstelik tam inanamadığım Allah’a ibadet ediyordum. Kanıt da getiriyordum varlığına. Ama her kanıt getirmeye uğraştığımda, içim kanlı bir savaşa sahne oluyordu. Kılıç şangırtıları, top gülleleri ve garip sesler kulağımın zarını patlatıyorlardı. Bir kalabalıkta olsam hemen uzaklaşırdım, oturuyorsam yerimden fırlardım, konuşuyorsam içime kapanırdım. Başımı iki elimin arasına almam ise, saatlerimi alıyordu. Arkadaşlarım, benim için “bir tuhaf!” diyorlardı.

 

O gün, Kale Park’ta yalnızlığıma koşuyordum aslında. Duygularımla dertleşmeye gidiyordum. Güneşin battığı sonu gelmez derinliklere karşı haykırmak, tanımında zorlandığım içimdeki o ne menem ise, işte onu, bir daha bana bulaşmamak üzere ufuk ötesine atmak istiyordum. Kale Park’ın giriş kapısıyla her zaman gittiğim yer arasında iki yüz metre kadar bir mesafe vardı. Kurtuluşuma koşuyor gibi adımlarımı hızla atıyordum. Tam o noktaya geldiğimde, derin bir nefes aldım. Denizin o genzi yakan kokusunu içime çektim. Biraz olsun rahatladım. Rengini hatırlamadığım bir bezin örttüğü profil bir masanın yanındaki katlanabilen sandalyeye oturdum. Gözüm güneşte, kulağım denizin hışırtısındaydı. Bir taraftan güneş, diğer taraftan küçük dalgaların kıyıyı döverek çıkarttıkları sesler ve dalgaların hücumundan dayanıksız düşerek arı peteğini andıran oyulmuş, daha çok süngere benzeyen kayalar, dikkatimi ikiye böldüklerinden içimde bulunan inanç buhranını az da olsa hafifletiyorlardı. Bu kez de garip bir duygu, yalnızlık duygusu beni baştanbaşa sarıyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlamak geliyordu içimden; yalvarıyordum Allah’a, dua ediyordum.

 

Aniden bir öyküyü hatırladım. Bir kitapta okumuştum: Bir mürit şeyhini rüyasında kötü durumda görür. “Rüyadır” der, aldırmaz ya da inanmak istemez. Yine görür, yine önemsemez. Ama aynı rüyayı üçüncü kez görünce, koşar şeyhine. “Şeyhim! Seni rüyamda üç kez çok kötü durumda gördüm. Bu ne demektir? Bana söyler misin?” der. Şeyhi çaresiz kalır, müridinin dediği gibi olduğunu itiraf eder. Başka bir şey yapamayacağını da söyler. Kendisi için de dua etmesini ister müridinden. Mürit dua eder ve şeyhini kurtarır; mürit, mürit iken, şeyhinin şeyhi olur. 

 

Bu öykü bana az teselli vermedi. Acılardan kurtulacağıma ilişkin ümidimi pekiştirdi. Azıcık bir ümit bile canıma can kattı.

Gözlerimi, göz kamaştıran parlaklığı gitmiş güneşe diktim. Orada bir şey arıyordum sanki. Bana teselli verecek ipuçları türünden hani… İbrahim peygamberin öyküsünün güneşle olan bölümünü hatırlarsınız. Aldırmıyordu güneşe, batan ve gözden kaybolan güneşe büyük gerçekleri bağlamasına gönlü yatmıyordu hiç. Batan güneşin, onun iç dünyasına bir merhem olacağına inanmıyordu. İşlevi açısından akılları durduran kocaman güneş, günlük görevini tamamlayarak şuracıkta batıyor. En azından ertesi günün sabahına dek gözden kaybolacak; bir anlamda yok olacak. “Yok”ların “var”lara ne kadar katkıları olabilir? İşte gözükmüyor; onun varlığıyla var olanlar da şimdi olmamalıydı. Ama güneş battı, biz hâlâ varız, güneşle ilgili yorum yapabiliyoruz. Yok yok, varlığımız ona bağlı olamazdı. İlahlığı bir türlü güneşe yakıştıramıyordu İbrahim peygamber. Bu özelliğiyle sevemez ve sayamazdı güneşi, batan şeyleri, güdülen nesneleri, bizi bırakıp gidenleri ve bizi yalnızlığa itenleri… Neyi sevebilirdi o halde? Onunla her zaman olanı, ona şah damarından daha yakın olanı elbette. İşte bunu sevebilir ve sayabilirdi. Yıldızları, ayı, güneşi ve tüm evreni yaratanı sevebilirdi; tek başına da olsa, çekinmeden çok kolay bir mantıkla o da onu yaptı zaten. Ben de aynı mantıkla, içimdeki şüphe yığınına rağmen, tüm evreni yaratanı neden sevmeyeyim?

 

Bunu söyleyen ben miydim? İçimden bir “hayır” sesi yükseldi, öylesine ki beynimin kafatasımdan fırladığını ve tenimin lime lime doğrandığını hissettim. Bir ahtapottu beni sıkan herhalde, beni kollarının arasına alıyor, sıktıkça sıkıyordu. Galiba kollarını, uzunca kollarındaki tırnaklarını görüyordum. Bir kolunu şuracıktan göğsüme dolamış, tırnağını ya da tırnak gibi kolunu kalbime saplamıştı. Ayağa kalktım, kızıla boyanan ufka bakmak istedim, bakamadım. Gözlerimi yumdum. Dişlerimi sıktım. Masanın üzerindeki bezi avucumun içinde adeta yoğurdum. Gözlerim karardı; düşmemek için oturdum.

 

Başımı ellerimin arasına aldım. Son derece bitkin bir halde “dayanamayacağım, dayanamayacağım!” dedim. Bu beni bir şey yapmaya itti sanki. Kalktım. Briketten yapılmış duvarın yanına gittim. Elli metre aşağıdaki küçük dalgalarla kıpırdayan denize, kim bilir nice asırlardır denizin dövmesine maruz kalmış oyuk kayalara baktım. Korktum ve bir ürperdi düştü içime. Gözlerimi yumdum. Düşündüm; kimsesizliğimi daha bir başka yaşadım. Kendimi yapayalnız hissettim. Gözlerim kapalı halde bir süre durdum. Tekrar baktım. Bu kez beni baştanbaşa saran korkuydu. Üşüdüm sanki. Gözlerimin irileşip vahşi bir hal aldığını sezdim. Kendimden korkmaya başladım. Ahtapotun tırnağı hâlâ kalbime saplıydı. Güzel düşüncelere daldıkça o beni sıkıyordu, sıktıkça da ben çaresiz, mecalsiz kalıyordum. Toparladım kendimi; aşağıya baktım. Bu kez korkmuyordum artık. Bir karar aşamasındaydım çünkü. “Buradan kendimi bırakıp aşağıda bin parça olmam, bu ahtapotun kollarından ya da tırnaklarından çok daha iyi ve rahat!” diye mırıldandım.

 

Artık aşağıdaki denizi, sünger gibi olmuş kayaları bendenmişler gibi görüyordum. İçime bir garip hüzün çöktü. Gözlerim yağmur yüklü bir bulut gibi; bir işaret bekliyorlardı, boşanmak üzereydiler. Biraz ötemde, karı koca tahmin ettiğim iki kişiden birisinin, kürekle atılan çakıl taşlarının çıkardığı sese benzer öksürüğü beni kendime getirdi; kendime getirmekle kalmadı, korkuttu bile. Ânında gözlerimde cezir olayı oldu. Şimdi daha kararlıydım; korku yoktu üzerimde. Rahattım. Tekrar baktım korkunç sonumun sahneleneceği manzaraya. “En çok yedi gün sonra oradayım!” sözünü çok kararlı söylüyordum.

 

Son derece çevik bir hareketle olduğum yerde döndüm. Kale Park’ı kolaçan ettim. Kimsecikler kalmadı. Güneş batmış, birazdan hava kararacaktı. Eve gitmeliydim. Dalgın dalgın yürüdüm. Adımlarımı zor atıyordum ya da gidişim mehter yürüyüşünü andırıyordu. Bana dikkat edenler var mıydı? Farkında değildim. Bir berberin önünden geçerken, kafesteki kanaryaya imrendim. Evime giden merdivenlerden ağır ağır indim. Önümden fareler kaçışıyordu. Biraz ötede, ezeli düşmanları olan farelere bile ilgi duymayan birkaç kedi tembel tembel oturuyordu. Dar sokaklardan geçtim. Üç merdivenle çıktığım evimin kapı eşiğinde ayaklarım kilitlendi sanki; içeri girmek istemiyordum. Çaresiz, kapıyı açarak içeri girdim. Işıkları yakmadım. Evimin içimin karanlığıyla uyuşmasını istedim. Varlığından şüphe duyduğum Yaratıcıya karşı saygımı akşam namazını kılmakla yerine getirdim. Başka ne yapabilirdim ki! Çokça dua ettim. Odamın içinde acılarımla sıkı fıkı olmak beni rahatlattı sanki.

 

Acılarım, benim mutluluklarım.

Karanlık odamın içinde biraz gezindikten sonra, el yordamıyla bulduğum sandalyemi masama çekerek, oturdum. Elime bir kitap aldım. Okuyamadım; çünkü ışık yoktu. Ama okur gibi uzun uzun sayfalarına bakıp durdum. Gözlerim durmuştu, göz kapaklarım açılıp kapanmıyordu hiç. Nefes bile almıyordum. Bu hal o denli çok sürdü ki, neredeyse bana bir şeyler olduğunu düşünmeye başladım. Dışarıdaki gürültü beni kendime getirdi. O gece uyku ile uyanıklık arasında sabah ettim. Kafam uyuşmuştu. Kahvaltıyı iştahım çekmedi. Okula gittim. Benimle şakalaşan arkadaşlarıma zoraki gülümsedim.

 

Derste, bahçede ve sokakta tek düşündüğüm şey içinde bulunduğum ruh bunalımından kurtulmaktı. Caddelerde yürürken gözüme ilişen araçların sürücüleri ilgimi çok çekiyordu. Sürücüler olmasaydı, kendiliklerinden hareket edebilirler miydi araçlar? Şu koca dünyanın bir sürücüsü, bir dümencisi yok muydu? İşte bu soru beni can evimden vuruyordu. Böyle güzel şeyler düşündüğümde, gerçeklere biraz olsun yaklaştığımda ahtapotun kolları harekete geçiyordu; tüm iç organlarım uyuşuyordu, içimin ışıkları sönüyordu aniden. Kendimden geçiyordum. Bir ara, bu halde sokakta gezinirken, olduğum yerde yığıldığımı hatırlıyorum. Sendeleyerek ayağa kalktığımda ne kadar utanmıştım. Çevremde güleç ve mutlu insanları gördükçe, bir hıçkırık yumruk olup boğazımı tıkıyordu. Hüngür hüngür ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.

 

O gün de yürüyordum. Ama amaçsız bir yürüyüştü bu. Bir ara eve gideyim, dedim. Evdeki yalnızlık bana cesaret verdi. Aniden hızlanmaya başladım. Hayatî nefeslerimi orada alacakmışım gibi evime, sessizliğime ve yalnızlığıma adeta koştum. Kendimi kapıdan içeri attım; divanıma kapandım. Yalnızlıktan yararlanarak, hıçkıra hıçkıra ağladım. Dua ettim. “Sen, sen!” diyordum, “beni kurtaracaksın!” 

Başka kime yalvarabilirdim ki!

 

Öyle ne kadar ağladığımı bilmiyorum. Ağlamaktan mı, uykusuzluktan mı, kendime geldiğimde gözlerimin kızarıp şiştiğini çalışma masamın üstündeki aynadan fark ettim. Kapı çalındı. İrkildim. Çünkü bugünlerde kimseye görünmeyi istemiyordum. Sevdiklerime, dostlarıma bile… İstemeyerek de olsa kalktım. Kapıyı açtım. Bir komşu, saati ve günlerden hangi gün olduğunu soruyordu bana. Komşu intiharımın gününü mü biliyordu yoksa! Evet, beş gün kalmıştı. 

 

Bu gece de uyurken çok dua etim. Hatırlamadığım bir rüyadan bağırarak uyandım. Terlemiştim. Kalktım. Elektriği yaktım, saatime baktım; yatalı bir saat olmuştu. Yatağımın içinde oturdum; yine ağladım. Şüphe ne kadar kötüydü! Azapların en korkuncu… Silkindim; “Allah’ım!” deyişim, odamın içinde yankı yapmıştı. Işığı söndürdüm. Yatağıma dönüp bağdaş kurup oturdum. Düşüncelere daldım. Sabahleyin erkenden kalkınca, ensemden kuyruk sokumuma doğru inen bir ağrı hissettim. Bu ağrıya ve başımdaki uyuşukluğa rağmen yataktan fırladım. Abdest aldıktan sonra, ya beni kovan ya da beni çok önemli bir iş için acele çağıran varmış gibi giyindim ve sokağa fırladım. Sokak henüz karanlık ve oldukça sessizdi. Ezbere bildiğim sokaklardan yıldırım hızıyla geçtim. Kim bilir, gece bekçisi beni görseydi, hırsız sanıp peşime düşerdi.

 

Hiçbir şey düşünmüyordum, soluyordum yalnızca. Günün ışımasını da istemiyordum. Ezanlarla sokaklar şenlenince, çok sevdiğim Zeytinlik Camii’ne girdim. Sabah namazını kıldıktan sonra, hiç kimseye görünmeden okula hazırlık için eve döndüm.

 

Bir şey düşünmüyordum artık. Okula gittim. Uyuşmuştum. Beni seven bir öğretmenimin, diğer öğretmenlerle benim durumumu konuştuğunu sonradan duydum. O gün geçti, ama nasıl geçtiğini bilmiyorum. Kafam uyuşmuştu. Eve geldiğimi ve ayağı kırık sandalyeme oturduğumu hatırlıyorum yalnızca. Bu gece bir şey olmalıydı. Yoksa çıldırmamak elde değildi. Bu gece de uyumadan önce, çok ağladım ve çok gözyaşı döktüm. Sözlü dua edemiyordum; dilime bedel tüm bedenim dua ediyordu aslında. Ümidimi yitirmemiştim. O şeyh kim bilir ne kadar dayanıp sabretmişti? O da geceleri ağlar mıydı? Gözlerimden boşalan yaşlar yorganımın ucunu ıslatmıştı. Gözyaşları hafifletiyordu beni. Gözyaşları birer dua, birer yakarıştılar; doğrusu geçmişteki günahlarımı yıkıyorlardı. Dilimin yerine, gözyaşlarım konuştu bu gece.

 

Gözyaşlarım beni o kadar yormuş olacak ki, göz kapaklarım kendiliğinden kapanıvermişti. O geceden hatırladığım, yalnızca kurtuluşumu müjdeleyen rüyaydı. Meydanda, Boztepe’ye çıkan yolun ortaladığı kavşağın tam ortasındayım. Kucağımda bakkaldan aldığım paketler vardı. Bunlar o kadar çoktu ki, ayağımın ancak birkaç metre ilerisini görebiliyordum. Geceydi. Birden ışıkların sönmesiyle, ortalık karanlığa boğulmuştu. Araçların farlarını yakmaksızın sağımdan, solumdan, önümden ve arkamdan hızlıca geçtiklerini rüzgâr ve gürültülerinden anlıyordum. Aniden “Eyvah, ezileceğim, farlarını bile yakmıyorlar!” dedim. Olduğum yerde durdum. Korkudan çok, nasıl ezileceğimin merakı içindeydim. Bir hayli öyle bekledim. Araçlar hızla geçiyordu. Bazıları da bana sürtünüyorlardı. Tatlı bir endişe içinde bekleyedurayım, bir de ne göreyim, sağ tarafımdan, tek farı açık bir araç geliyor. “Bravo” dedim içimden. Çok sevindim. Yanıma kadar gelişiyle her tarafın ışığa boğulması bir oldu. Rüyamdaki ışıklar yanınca, ben de uyandım.

 

Kafam, içim, duygularım aydınlandı sanki. Rahatladığımı, hafiflediğimi hissettim. Divanımdan zıplayarak indim. Kendimi yokladım. Sahiden hafiflemiştim. Evet, evet uçabilecek kadar hafiflemiştim, tüy gibi olmuştum. Sevincimden mi yoksa hafiflediğimden mi, bir zıplayışla yatağımın içinde buldum kendimi. Rüyada değildim, ama rüyadaki halimi sürdürüyordum. Demek dünya varmış, demek mutluluk ve hayat buymuş! Aniden önceki günleri hatırladım. Fakat kendimden uzaklaştırmak için onları, otomatik bir hareketle divandan aşağı atlayarak kovma anlamında adeta kükredim. Abdeste koştum. Önceki sabahın tam tersine, kurtuluşumun müjdesini vermek için, sokaklara, sokaklardaki kedilere, farelere, karanlığa, gökteki yıldızlara, sabahın ufkuna, denize, kayalara, dalgalara, camiye, minareye, insan dışındaki her varlığa, tüm evrene, kurtuluşumun müjdesini vermek için koşuyordum. Yine ağlıyordum, yine gözyaşı döküyordum, ama bu halim öncekine hiç benzemiyordu.

 

Sabah namazını aynı camide kıldım, ama çıkarken üzerimde müjdelenmişliğin ışığı vardı. Artık kafamda uyuşukluk yoktu; ruhumda, düşüncelerimde ve duygularımda rüyamdaki ışıklar vardı. Karanlığımın şafağı sökmüştü.

 

Hayatımın yalnızca bir kesitiydi bu. Rüyamdaki ışığın yorumunu ancak şimdi yapabiliyorum. Işık, tek ışık; hayatımın rotasını tayin eden ve beni değiştiren, karanlıkları ışıklandıran, sarp yamaçları düzlüklere çıkaran ve içi ferahlatan tek ışık ya da nur… O tek ışık hayatıma ilişkin bilgi okyanusuydu. Aksine, o ışık, o bilgi okyanusu olmasaydı, zorlu geçmiş olsa da, hayatım böylesine anlamlı sürüp gitmezdi ve ben bu denli değişmezdim.

 

Ama Kale Park, deniz ve asırlarca dövülen kayalar hâlâ yerinde duruyor. Ahtapotun kolları arkada kaldı. Çektiklerim ise benim zenginliklerim.