Mustafa ERDOĞAN
‘Ajan gazeteciler’den ideolojik hegemonyaya
Eski bir medya patronunun “28 Şubat Süreci”ne ilişkin bir tür “günah çıkarma” olarak tanımlanabilecek itirafları dolayısıyla “ajan gazeteciler” konusu yeniden gündemde.
“Sivil toplum”un bir kurumu olduğu düşünülen medyada “devlet” adına veya onun uzantısı olarak çalışan “gazeteci” kılıklı kişiler bulunduğu gerçeği, varlık ve idamesini büyük ölçüde toplumu kontrol etme yeteneğine borçlu olan devlet için “iyi” bir şey olabilir. Ama bunun gazetecilik mesleği açısından bir sorun teşkil ettiğine şüphe yok.
Bu gerçeğin farkında olmak elbette önemlidir. Ama bu farkındalık medyanın konumuyla ilgili olarak daha genel bir bilince ihtiyacımız olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Daha açıkça söylemek gerekirse, sivil alanın bir unsuru olarak medya üzerindeki devlet kontrolü “ajan gazeteciler”in yapabilecekleriyle sınırlı değil. Daha genelde medya zaten büyük ölçüde cari egemenlik yapısının ideolojik bir aracıdır.
Antonio Gramsci’ye göre, bir hakim sınıf toplum üzerindeki hegemonyasını sadece bürokrasi, polis, ordu, mahkemeler, icra-infaz teşkilâtı gibi cebir araçlarıyla tesis etmez, edemez. Devletin toplumu kontrol etmesini asıl sağlayan sivil alanda kurduğu kültürel-ideolojik hegemonyadır. Sivil toplum, devletin rızanın imaliyle ilgili olan kısmıdır, kültürel politikanın alanıdır. Sivil toplum örgütleri topluma hakim sınıfın değerlerini aşılar ve böylece “rıza üretir”, yani yönetilenlerin kurulu egemenlik yapısına gönüllü itaatini garanti ederler. Hakim sınıfın değerlerini toplumda yaygınlaştıran araçlar arasında medyanın özel bir yeri vardır.
Tabii, Marksist bir düşünür olarak Gramsci’nin “hakim sınıf” derken kastettiği “kapitalist sınıf”tır. Ne var ki, günümüz kapitalist toplumlarında bile egemenliğin öznesi “kapitalist sınıf”a indirgenemeyecek kadar karmaşık bir yapıdadır. Ayrıca, özellikle tam kapitalist olmayan toplumlarda “kapitalist sınıf” egemen zümrenin bir payandasından ibaret de olabilir. Meselâ Türkiye’de devlet büyük ölçüde özerk bir yapıdır ve sadece halktan değil kapitalistlerden de bağımsızdır. O kadar ki, büyük sermayedarlar bile kendi çıkarlarını bu egemen zümrenin çıkarlarıyla ters düşmeyecek şekilde ayarlama ihtiyacı duyuyorlar.
Öte yandan, bir tür “ideal-tip” olarak Gramsci’nin şemasının çoğulcu-demokratik toplumların gerçekliğiyle bire bir örtüştüğü de söylenemez. Günümüz demokratik toplumlarında sivil hayat alanı çıkarlar ve ideolojiler bakımından bir asır öncesine göre daha büyük bir çeşitlilik ve çoğulculuk gösterir. Ayrıca, bir yandan iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler, öbür yandan küreselleşme sivil bilincin “dünyalılaşma”sını da teşvik etmektedir ki bu durum devletin toplumu kontrol etme yeteneğini ideolojik olarak da zayıflatmaktadır.
Ben yine de bu teorik çerçevenin hatırı sayılır bir açıklayıcılığı bulunduğu kanaatindeyim. Hiç şüphe yok ki, hiçbir modern devlet, gönüllü itaati sağlamak üzere hakim sınıf veya zümrenin kendi değerlerini topluma aşılayan resmi ve gayrı resmi kurum veya araçların desteği olmadan uzun süre ayakta kalamaz. Esasen bu, sosyal ve siyasal teoride çoktandır farkında olunan bir gerçektir. Meselâ, Murray Rothbard gönüllü itaatin (kendisi pek muhtemelen La Boetie’nin “gönüllü kulluk” terimini tercih ederdi) sağlanmasında devlet işbirlikçisi “tufeyli entelektüeller”in rolüne dikkat çekmişti ki medya böyleleriyle doludur.
Kısaca demek istiyorum ki, medyayla ilgili sorun “ajan gazeteciler”den ibaret değildir. İçinde böyleleri olsa da olmasa da, bir kurum olarak medya zaten özellikle de Türkiye’de kurulu egemenlik yapısının meşrulaştırmasına hizmet ediyor. Ve demokratikleşmeyle beraber cebir araçları üzerindeki kontrolünü yitirmeye başladıkça, “hakim zümre”nin ideolojik-kültürel hegemonyasını sürdürmede medyaya olan ihtiyacı da artıyor.
Star
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.