Biz hakka tabi ve teslim olmak durumundayız, hak biz değiliz

Biz hakka tabi ve teslim olmak durumundayız, hak biz değiliz

Şekercihan YouTube kanalındaki “Bir Bayramdır Ramazan” programının ondördüncü gün sohbeti “Kur’an’da Hak Kavramı” başlığı altında gerçekleşti.

Haber: Mehmet Kaplan

Moderatör Mehmet Kaplan’ın, “Programın konuğunun Prof. Dr. İsmail Latif Hacınebioğlu olduğunu ancak, Hacınebioğlu’nun geçirdiği bir rahatsızlık sebebi ile katılamadığını belirterek, “Ama şifaya, duaya vesile olması ve tekrar bizimle program yapacağına inancımızı diri tuttuğumuz için hocamızın ismini muhafaza ettik. Her insan tek ve özel, İsmail hocamız da alanında uzman bir isim, böyle kıymetlerin yerini dolduramadığımızı görmek ve göstermek adına da yeni bir konuk almadık. Biz Metin abi ile elimizden geldiğince İsmail Hocamıza vekalet etmeye çalışacağız, program onun programı, hocamıza şifa duasına devam edelim” diyerek başladığı sohbet şu şekilde sürdü:

KUR’AN’DA ODAK DÜŞÜNCE HAK

Mehmet Kaplan, Hak kavramı ile ilgili bir giriş yaptı: “Hak kavramı lügatte ‘gerçek, sabit ve doğru olmak, varlığı zorunlu olmak, gerekmek, bir şeyi gerçekleştirmek, bir şeye yakînen muttali olmak anlamlarında masdar; gerçek, sabit, doğru, varlığı kesin olan anlamlarında isim olan hak kelimesi genellikle bâtılın zıddı olarak ifade ediliyor. Hak kelimesi Câhiliye döneminde de kullanılmaktaydı. Lebîd b. Rebîa’nın Muʿallaḳa’sında: ‘Ganimetleri paylaşırken oymağa hakkını veren biziz; oymağın hakları uğruna öfkelenerek kendi hukukundan vazgeçen biziz’ beytinde görülmektedir. Yine Lebîd’in: ‘Bilinmelidir ki Allah’tan başka her şey bâtıldır’ mısraı, Peygamber Efendimizin (asm) ‘şairlerce söylenmiş en doğru söz’ iltifatına mazhar olmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm’de 272 ayette, 289 defa geçen hak kelimesi âyetlerin çoğunda bâtılın zıddı olarak kullanılmıştır. Öteki anlamları arasında ise ‘vâkıaya, gerçeğe uygun söz, doğru haber, doğru yol, aslına uygun bilgi, inanç, yakin, delil, bir olayın iç yüzü, adalet, görev, ödev, hüküm’ olarak geçmektedir. Ayrıca Râgıb el-İsfehânî, hakkın asıl mânasının ‘mutabakat ve muvafakat’ olduğunu da ifade ediyor.”

Metin Karabaşoğlu: “Ben şuradan başlamak istiyorum, programın girişinde sen ‘her gün Kur’an kavramlarına çalışırken anlıyorum ki, kavramlara haksızlık yapıyormuşuz, onları bildik sanıp gerçek değer ve kıymetini takdir edemiyormuşuz’ dedin. Hak kavramı ile ilgili okumalar yaparken ben hak kavramına da haksızlık yaptığımızı fark ettim. Hakka haksızlık ettiğimizi anladım. Kur’an’da hak kavramının ne kadar külliyetli bir şekilde geçtiğini ve yer aldığını, hele bir de anlam ailesi ile bakınca zıddı bâtıl, hak kavramının ikiz kardeşi diyebileceğimiz sıdk, sıdkın zıddı olarak kizb diye genişleterek baktığımızda... Hak kavramına çalışırken okuduğum makalelerden birinde, Hamdullah Arvas’ın makalesinde çok veciz bir cümle gördüm: ‘Kur’an’ın kaynağı Allah, muhatabı insan, Kur’an’daki odak düşünce de haktır.’ Kur’an Allah’tan geliyor, insanı muhatap alarak Allah insana konuşuyor ve hakka çağırıyor. Hakka çağırmanın da geniş bir anlam kümesi var. En başta Hak, Allah’ın bir ismi, hakka çağrı da en başta Allah’a yönelişi gerektiriyor.”

‘EL-HAKK’, ALLAH’IN KENDİ İSMİ VE SIFATIDIR

Mehmet Kaplan, söze girerek bir katkıda bulundu: “Kısa kısa notlar almışım bununla ilgili. Allah hakkı ile tanınmalıdır, ‘el-Hakk’ Allah’ın kendisi, ismi ve sıfatıdır. İslam hak dindir. Peygamber hakkı söyler, kendisine vahyolunanı söyler. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, ‘Hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnidir.’ Hakkı duyan insan ona teslim olmalı, hakkı söylemekten ve yaşamaktan çekinmemeliyiz, hakkı gizleyemeyiz. ‘Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez…’”

Metin Karabaşoğlu: “Kur’an’da hak kelimesi ondan fazla âyette bizzat Cenab-ı Hakk’ın ismi olarak geçiyor ve zaten bu dilimize de yerleşmiş Cenab-ı Hak diye. Allah bize kendisini öyle tanıtıyor ondan fazla ayette.

Hak kelimesi ve hakkın idraki noktasında zihinde şöyle bir sıralamanın yerinde olacağını düşünüyorum. Hakikat kelimesini de çok kullanıyoruz, aralarında bir ilişki kurmanın yerinde olacağını düşünüyorum. Buna ilave olarak, gözümüz önünde gördüğümüz bir dünya, yani realite (gerçeklik) var. Bu üçü arasında bir sıralama yapacak olursak, gerçekliği gözlemlemekten hakikate ve oradan Hakka doğru yol alıyoruz biz. Gördüğümüz her şey Hak’tan (Allah’tan) geliyor, hepsinin hakikati Allah’ın bir ismine dayanıyor, oradan önümüze bir gerçeklik çıkıyor. Misal elmayı gördük, elma gerçek; biz ondan muhabbet, lütuf, ikram gibi özellikleri gördük, oradan esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı ilahiyeye gidiyoruz, oradan da Zât’a, yani Hakk’a ulaşıyoruz. Hak kavramı işin ontolojik veçhesine, hakikat kavramı epistemolojik veçhesine, realite ise fenomen (görünen) veçhesine bakıyor diye, mantık ve felsefenin kavramları ile ifade edebiliriz gibi düşündüm. Risale-i Nur okuyanların çok rahat bileceği, İslâmî mirasın bazı temel kavramları cihetinden bunu ifade edecek olursak, gerçeklik mülk cihetine, hakikat melekût cihetine ve Hak da Cenab-ı Hakk’ın Zât-ı Uluhiyetine bakıyor gibi bir sıralamayla bu kavramları zihne yerleştirmenin yerinde olacağını düşünüyorum.”

YAĞMUR SADECE RAHMET DEĞİL!

Mehmet Kaplan: “Metin abi, siz orada elma örneğini verdiniz ya. Benim de Bediüzzaman’ın ‘Her şeyde rahmet-i ilâhiyenin izini, özünü, yüzünü görüp’ ifadesi aklıma geldi. Elmayı gördük, ama oradaki izi, özü ve yüzü takip etmemiz gerekiyor. Işık nasıl bize yedi rengi ile ısısı ve ışığı ile geliyor. Yağmur dediğimiz zaman rahmet namı verilmiş, ama rahmetin yanında, ikram var, rızık var, lütuf var vb. birçok esmanın tecellisi olarak bize geliyor ve geliş yeri olarak Hakk’a bağlanıyor.”

KAİNAT, İNSAN VE KUR’AN MUVAFAKAT VE MUTABAKATI

Mehmet Kaplan: “Metin abi sizin bir ‘Üç Hak’ diye bir yazınız da var. Üç hak hakkında neler söylersiniz?”

Metin Karabaşoğlu: “Kur’an okurken dikkatimi çeken bir şey var, âlemlerin Rabbi, defaatle gökleri ve yeri hak ile yarattığını buyuruyor, insan da hak ile yaratılmıştır ve Kur’ân hak ile indirilmiştir. Kainat, insan ve Kur’an muvafakat ve mutabakatını görüyoruz burada. Üçü arasında bir uyum var. Kur’ân ile gelen hak davete kulak tıkayan veya hatta dil uzatan münkirlere karşı, âlemlerin Rabbi kâinatın ve insanın bu hakka olan şahitliklerine işaret ederek Peygamberini teselli eder. Alemdeki maksat insana bakıyor. Bu mutabakat ve muvakafatı bertaraf etmek için İblis insan fıtratını bozmaya çalışıyor. Yola çıkarken, insanla ilgili kafasındaki hak olmayan bir kurgudan başlıyor İblisin durumu. ‘Ben ateşten yaratıldım, topraktan yaratılana üstünüm’ kurgusu. Aslında mesele ateşin ya da toprağın üstünlüğü meselesi değil, Allah’ın yarattığı bir canın kendi merkezli bakıp, kendisini merkeze koyup Allah’ın emrine isyan etmesidir. İblis kendini haklı çıkarmak, insanın rüçhaniyetini güya yanlışlamak için insanı düşürmeye çalışıyor, planını bunun üzerine kuruyor. Stratejisini fıtratı bozmak üzerine kuruyor. Çünkü fıtrat, ancak hak ile sükûn bulur ve ancak hakkın teslimi ile teskin olur. İblis, hem hak üzere yaratılan mahlukat ile, hem de hak üzere yaratılan insanın fıtratı ile barışık değildir. Bilakis, fıtrata müdahaleyi, onu bozmayı, onu olduğu kemal halinden çıkarıp noksanlaştırmayı üstüne vazife bilmektedir. Ancak ihlaslı kulları saptıramayacağını İblis kendisi itiraf ediyor. Tek başına Muhammed Mustafa aleyhissalâtu vesselamın varlığı ve ubudiyeti, İblis’in iddiasına boşa düşürmeye, insanın şeref ve rüçhaniyetini göstermeye kâfi.”

TAKVANIN SINANDIĞI YER İNSAN-İNSAN İLİŞKİSİ

Mehmet Kaplan: “Hak, hukuk bağlamında neler söylemek istersiniz?”

Metin Karabaşoğlu: “Hukuk, haklar demek zaten. Kelimenin tekil hali hak, çoğul hali hukuk. Demek, yeryüzündeki bütün haklar ve hukuklar âlemlerin Rabbinin Hak isminin bir tecellisidir. Allah’ın yarattığı her şeyin, yaratıldığı için bir hakkı olduğunu, var olma hakkı olduğunu hatırdan çıkarmamamız gerekiyor. Allah’ın can verdiği herşeyin yaşama hakkı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Onlar üzerinde bir tasarrufa, ancak Allah’ın verdiği izin, ölçü ve sınırlar içinde hakkımız var, ötesine yok. Allah neye haram dediyse odur haram olan. Haram dediğini, yapmayın dediğini yapamayız. Demek ki, hukuku ve hakları bilmek için önce her şeyin O’nun mülkü olduğunu bilmek ve ona göre hareket etmek gerekiyor. Bunu böyle anladıktan sonra, artık keyfine bir kargayı hedef yapıp vurabilir misin? Karıncaya keyfince ayak basabilir misin? Bir yaprağı öylesine koparabilir misin? Dünkü programda anlatıldı, yaprak deyip geçmeyeceğiz, onun her birisi bir kimya fabrikası diye...

Hukuk deyince de alimlerimiz hukukullah ve hukuk-u ibadullah kavramlarını geliştirmişler. En başta kâinatı ve bizi yaratan Allah’ın bizim üzerimizde bir hakkı var. Nedir o? Tevhide şirk bulaştırmamak. O’ndan başkasını İlah ve Rab tanımamak, O’ndan başkasını ibadet etmemek, O’ndan gayrısını Mabud kabul etmemektir. Hak olan Rabbimiz, yarattıkları ile ilgili hukuku da va’z ediyor. Yani o haklar da hukukullaha bakıyor yine. Ki âlimlerimizce hukuk-u âmmenin hukukullah içinde olduğu da söylenmiş. Hukuk-u ibâdullah deyince de, o hakları bugün yapıldığı şekilde insan hakları, kadın hakları, işçi hakları, çocuk hakları, hayvan hakları diye parçalamaya gerek var mıydı bilmiyorum. Hakikat-i halde hukukulllahı anlamış olsak, bu kadar parçalamazdık, buna gerek olmazdı.

Hucurat sûresi bağlamında iki gün önce zan, tecessüs ve gıybet kavramlarını konuşup, surenin genel itibari ile ‘sosyal hayat suresi’ olarak isimlendirilebileceğini söylemiştik. Şimdi biz takva deyince, takvâlı, yani müttaki birisi deyince ne anlıyoruz? Çok namaz kılıyor, çok Kur’an okuyor, nafileleri çok, hiç eğlenmiyor, gülmüyor, varoluşun neşesini ve onun sevinci ve neşesini yaşayamayan sürekli dertli biri aklımıza geliyor. Hucurat sûresinde insan-insan ilişkilerini düzenleyen çok hükümler geçiyor. İnsan-insan ilişkilerini düzenleyen âyetlerin olduğu sûrede ‘takva’ kelimesi diğer sûrelerde rastlanmadığı kadar sık geçiyor. Buradan anlıyoruz ki, takva son tahlilde Allah’la olan ilişkimi ifade ediyor, ama o ilişkinin sınandığı yer insan-insan ilişkisi. Cenab-ı Hakkı Hak olarak ne kadar bildiğimizin, Peygamberine hak peygamber olarak ne kadar ittiba ettiğimizin, Kitabına hak kitap olarak ne kadar itaat ettiğimizin asıl sınandığı alandır hukuk-u ibadullah alanı. İnsanlar başta olmak üzere Allah’ın yarattığı her şeye nasıl davranıyoruz, onlarla muamelemiz nasıl? Böyle bakınca hak, hukuk ve adalet meseleleri ihmal edilecek paranteze alınacak bir şey olmaktan çıkıyor.

TARİHTEN BİR HUKUK DERSİ

Bu konu ile ilgili okumalar ve çalışmalar yaparken, Hz. Ömer’in vali olarak tayin ettiği Ebu Musa el Eş’ari’ye yazdığı bir mektup var, oradan kısa cümleler okumak istiyorum: ‘Sana bir dava getirildiğinde onu iyice anla. Haklı haksız belli olunca uygula. Çünkü uygulanmayacak bir hakkı söylemenin faydası yoktur. Duruşmada taraflara verdiğin yer ve duruşma sırasındaki bakışlarında insanlara eşit davran ki, güçlü kendisini kayırabileceğin beklentisine kapılmasın, güçsüz de adaletinden ümit kesmesin. Dün verdiğin, sonra üzerinde tekrar düşünüp doğruya ulaştığın bir yargı kararı, seni hakka dönmekten alıkoymasın. Çünkü hiçbir şey, hakkı iptal edemez. Bilesin ki, hakka dönmek, sonuna kadar bâtılı (yanlışı) sürdürmekten hayırlıdır.’

HAK-EHAK DENKLEMİNİ DE UNUTMAMAK GEREK

Mehmet Kaplan şöyle bir katkıda bulundu: “Siz hakları, ‘İnsan hakları, kadın hakları, çocuk hakları, hayvan hakları’ diye ayırmaya gerek var mıydı?’ deyince Bediüzzaman’ın bir söz geldi aklıma. ‘Hukukta ise şah ve gedâ birdir. Acaba bir şeriat, ‘karıncaya bilerek ayak basmayınız’ dese, tâzibinden men etse, nasıl benî Âdem’in hukukunu ihmâl eder? Kellâ... Biz imtisal etmedik.’ Yine siz takvanın insan-insan ilişkilerinde sınandığını söyleyince, insan-insan ilişkilerinde, cemaat ve tarikatların birbirine yaklaşımında sizin güzel bir tespitiniz var, olaya hak-bâtıl denklemi değil, hak-ehak denkleminden bakmak gerektiği vurgusunu yapıyorsunuz.”

Metin Karabaşoğlu: “Bunu hatırlattığın güzel oldu, orayı atlamışım. Biz hakka tabi ve teslim olmak durumundayız, hak biz değiliz. Bediüzzaman orada güzel bir ölçü koyuyor, ‘Mesleğim haktır, daha güzeldir diyebilirsin ama hak yalnız benim mesleğimdir diyemezsin.’ O söz şu manayı taşıyor: Hak ve hakikat birdir, ama hakkın, hakikatin farklı veçheleri, farklı tezahürleri ve farklı renkleri, tonları ve farklı uygulanma biçimleri vardır. Bunu şuradan anlayabiliriz. Her hasta tedavi gördüğü halde hepsine aynı ilaç verilmediği gibi, aynı hastalıkta şifaya vesile olacak etken madde aynı olduğu halde hastanın durumuna göre farklı şekil ve dozajlarda veriliyor...”

Mehmet Kaplan son olarak Bediüzzaman’ın “Medeniyet-i hazıra kuvveti esas alırken, Kur’an nokta-i istinadı hakkı esas alıyor” sözünü hatırlatarak, yine Bediüzzaman’ın Muhakemat’ın Sekizinci Mukaddemesinde ‘Hak geldi bâtıl zail oldu’ (İsrâ sûresi 81 ayetindeki hakkı ‘hakikat-i İslâmiyet’ olarak tarif ettiğine ve “Asıl insaniyet-i kübrâ denilen şey odur” dediğine dikkat çekti. Her gün olduğu gibi, o günün kavramıyla ilgili ‘günün duası’ ile program sona erdi.

“Bir Bayramdır Ramazan” programını, Ramazan ayı boyunca her gün saat 18.00’de Şekercihan YouTube kanalından takip edebilirsiniz.

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.