Nizamettin MELİKOĞLU
Âlem-i Misâl (Mundus İmaginalis)
Âlem-i misâl kelimeden de anlaşıldığı gibi misliyyeti anlatan bir ıstılahtır. Bu dünyada gördüğümüz mevcudatın bir mislinin daha farklı bir dünyada olduğunu anlatır. Bu dünyada müşahede ettiğimiz örneğin elmanın misâl dünyasında farklı bir hakikatı varolduğunu anlatır. Hatta bu misâl dünyasındaki tezahür orjinaliteye daha yakındır.
Âlem-i misâlin orjinaliteye daha yakın olması hayat mertebesinin daha yüksek olmasından kaynaklanmaktadır. Ruhlar ve melekler âlemine dolayısıyla nuraniyete daha yakındır ve vücut tabakası daha rasihtir. Lemeât adlı eserinde Bediüzzaman hazretleri 'Bence yakaza rüyadır. Rüya bir nevi yakazadır' diyerek şehâdet âleminden bir sonraki mertebe olan rüya âleminin yaşadığımız âlem olan şehâdet âleminden daha rasih ve yüksek olduğuna işaret etmiştir.
Cürcânî Tarifât adlı eserinde âlem-i misâli 'Berzah' kelimesinin kapsamında açıklamaktadır: 'Mücerred mânâların âlemi ile maddi cisimlerin âlemi arasında bir âlemdir. Burada yapılan ibadetler oraya yetişirse oraya münasip bir şekilde tezahür ederler. Ona aynı zamanda muttasıl/ bitişik hayal (âlemi) de denir.'[1]
Abdurrahman bin Câmî ise Muhyiddin ibni Arabinin Nekşu'l-Fusûs adlı eserine yapmış olduğu şerhinde Âlem-i misâli şu şekilde tarif etmiştir; 'İ'lem, Âlem-i misâl nurani bir cevherden ruhani bir âlem olup hissedilmesi açısından cismaniyata, nurani olması açısından ise mücerred akıl cevherine benzer. Çünkü her ikisi arasında bir fasıla konumundadır. Ne maddeten terkip edilmiş bir cisimdir, ne de mücerred akıl cevheridir. Çünkü her ikisi arasında bir berzah konumundadır. Her berzah konumunda olan bir şey her iki şeyden de farklı olmak zorundadır.'[2]
Berzah dünyasının olduğuna Kur'ân-ı kerimin şu âyeti sarahaten işaret eder;
لَعَلِّي أَعْمَلُ صَالِحًا فِيمَا تَرَكْتُ ۚ كَلَّا ۚ إِنَّهَا كَلِمَةٌ هُوَ قَائِلُهَا ۖ وَمِن وَرَائِهِم بَرْزَخٌ إِلَىٰ يَوْمِ يُبْعَثُونَ
'Nihayet onlardan birine ölüm gelince, "Rabbim! Beni dünyaya geri gönderiniz ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım" der. Hayır! Bu sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır.'[3]
Bediüzzaman hazretleri بَيْنَهُمَا بَرْزَخٌ لَا يَبْغِيَانِۚ مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ يَلْتَقِيَانِۙ
'O, birbirine kavuşmak üzere iki denizi salıverdi. ᅠ(Ama) aralarında bir engel vardır; birbirlerine karışmazlar.'[4] âyetindeki berzah kelimesinin bir cüziyatının âlem-i misâl olduğunu ifade etmiştir.
Âlem-i misâlin bu dünyamızdan farklı bir formata/hükme sahip olduğu şu âyetten anlaşılmaktadır. فَاتَّخَذَتْ مِن دُونِهِمْ حِجَابًا فَأَرْسَلْنَا إِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا
'Biz, ona Cebrail'i göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü.'[5] Yani Ruhlar ve misâl dünyasından buraya gelen biri buraya münasip bir cesed kisvesini giymek zorundadır. Cebrâil (a.s.) hadîslerde neden çoğu kez Dıhye suretinde Peygamberimize sahabilerin huzurunda göründüğü/temessül ettiği daha iyi anlaşılmaktadır. Demek oluyorki âlem-i misâl âlem-i şehadetten farklı bir formata sahiptir.
Bediüzzaman hazretlerine Muhyiddin ibni Arabinin Fütuhat-ı Mekkiye adlı eserinde geçen Kâf dağı ve Meşmeşiye hakkında yapılan tasviratın coğrafik hakikatla örtüşmediği üzerine gelen müteşabih bir problemi, âlem-i misâlin farklı bir formata sahip olduğu dolayısıyla orada görülen hakikatların âlem-i şehâdetin hendese, geometri ve çizimleriyle tartılmaması gerektiğini izah ederek Kur'ân-ı kerimde müteşabih hükmündeki önemli bir müşkülü izah etmiştir.[6]
Bediüzzaman hazretleri âlem-i şehâdet ile âlem-i misâl arasındaki münasebeti, güneşin aynada görünen misâli üzerinden izah etmiştir. Güneşin kendi vücud-u hâricisinden nasıl ki başka bir de ayna ve şeffaf şeyler üzerinde görünen bir vücud-u misâlisi varsa, bir odanın etrafının aynalarla çevrili olması durumunda odanın kendi gerçek genişliği dışında aynalar içerisindeki çok farklı boyutu ve hükmünün anlaşılması durumunda, misâl dünyasının veya Muhyiddin ibni Arabî gibi zatların âlem-i misâl üzerinde yapmış oldukları keşfiyatlarının anlaşılabileceğini belirtmiştir.[7] Dolayısıyla Bediüzzaman hazretleri de Mevlana Câmî gibi meseleyi kuantum teorisi veya nuraniyat hakikatıyla tefsir etmiştir.
Bediüzzaman hazretlerinin 29. Sözün 1. Maksadının 2. Esasında Âlem-i Melekûtu ispat sadedinde dile getirdiği hakikatleri Mizân tefsirinin sahibi Tabetebaî şu şekilde izah etmiştir; 'Âlem-i şehâdetin dışında başka bir âlemin varlığı konusunda sadece diyanet erbabı değil felsefeciler de neredeyse hemfikirdirler. İşrâkî geleneğin temsilcisi Eflatun bu âleme Rebbu'n-Nev' ve mesel/idea adını vermiştir.[8] Şehâdet âlemine nisbeten idea dünyasındakiler ve Rabbul-Erbâblar daha hakikatli bir vücuda sahiptirler. Her bir nevin bir rabbi olduğu sonucuna da, mevcudatın kendi kendilerine düzenli ve hikmetli bir şekilde bu sistemi yakalayamayacakları hakikatinden yola çıkarak elde etmişlerdir.' [9]
Meşşâî geleneğin temsilcisi Aristo ise Rebbun-Nev' ve mesel/idea'yı reddetmişse de bu âlemin varlığını Aklu'l-Faâl ve Ukûl-u Aşere adları altında kabul etmiştir. Aklu'l-Faâl Ukûl-u Aşerenin en son mertebesidir ki bundan Âlem-i misâl ortaya çıkar.[10]
Bediüzzaman hazretleri insanda âlem-i misâlin bir nümunesinin kuvve-i hayaliye (imaginary) olduğunu söylemiştir.[11] Tabetebaî de muttasıl ve munfasıl olmak üzere iki hayal dünyasının olduğunu söylemiştir. Muttasıl olan insan hayalidir. İnsanlar bir resimi, bir tadı veya bir kokuyu idrak ettiklerinde bu idrak edilen resim, koku ve tat kuvve-i hayaliyede kayıtlı kalırlar. Âlem-i misâl de içerisinde kayıt altına alıp barındırdığı resimler itibariyle başka bir hayal/tasvir/tasavvur merkezidir. Ancak burası insana bitişik olmadığı için munfasıl hayal merkezi denilmiştir.[12]
Ayrıca Bediüzzaman hazretleri âlem-i misâlin en önemli bir fonksiyonun resim alma/tasvir özelliğinin olduğunu ifade etmiştir. Yani sadece âlem-i misâlin ilmi varlığını ispat etme meseleyi bitirmiyor. Bir de bu alanın ism-i hakîm açısından ne felsefecilerin ne de ulemâ-i ilm-i kelâmın değinmedikleri bir konuya değinir ki bu âlemi ism-i hakîm açısından neden tanımanın gerekli olduğunun izahatını şu şu şekilde yapmıştır; Bizim hayal duygumuz nasıl ki bir resim ve tasvir/tasavvur makinası görevini görüyorsa alem-i misal de kainatın ahirette gösterilmek ve izletilmek üzere resmini çeken bir tasvir makinasıdır. Hayal duygusu (imaginary)[13] olmasa nasıl ki akıl fonksiyonunu icra edemeyecek adeta nakıs kalacaksa, ahiret dünyasında da esmâ-i ilahiyenin tamamıyla temaşası için ism-i hakîm açısından bu âlemin varlığı ve sübutu gereklidir.[14]
Bu âlem ile teması bütün insanlara Cenab-ı Allah rüyalar vasıtasıyla mümkün kılmıştır. Yani rüya âlem-i misâl ile bir nevi temastır. Ancak oradaki herşeyi net olarak görmek ancak fıtrat itibariyle çok nezih ve pâk biri olan Resulullah (s.a.v.) ve ona benzeyen insanlara mahsustur ki bu hakikatı bir hadîs-i şerifte şu şekilde dile getirmiştir;
لولا أن الشياطين يحومون على قلوب بني آدم لنظروا إلى ملكوت السماء
"Eğer şeytanlar insanların kalplerinin etrafında dolaşmasaydılar, insanoğlu semânın melekûtundakileri görebilecekti.'[15]
Netice itibariyle Bediüzzaman hazretlerinin tespit ettiği gibi âlem-i misâl ve melekût âleminin varlığını felsefeciler dahi farklı isimler altında dahi olsa kabul etmişlerdir. İşrâkîler mesel/idea/rebbu'n-nev' adı altında Meşşâîler ise Aklu'l-Faâl adı altında şehâdet âlemi dışındaki âlemleri kabul etmişlerdir. Bu âlem şehâdet ve melekût âlemleri arasında bir köprü olup her iki âlem arasındaki alışverişin gerçekleştiği bir merkezdir. Âlem-i şehâdetteki birinin bu merkez sayesinde berzah âlemindekileri temaşa etmeleri mümkün olduğu gibi berzah âlemindekiler dahi bu merkez sayesinde şehâdet âlemini temaşa edip bu âlemde tasarruf etmeleri mümkündür. Bu âlemin en önemli özelliği ise âlem-i şehâdetteki mevcudatın hareketlerini emniyet kameraları gibi kayıt altına almasıdır.
[1] Cürcânî, Tarifât, s. 41.
[2] Abdurrahman bin Câmî, Nekdu'n-Nusûs fi şerhi Nekşi'l-Fusûs, s. 54.
[3] Müminûn, 23/100.
[4] Rahmân, 55/19.20.
[5] Meryem, 19/17.
[6] Mektubat, 18. Mektub, 1. Mesele-i mühimme.
[7] Lem'alar, 9. Lem'a, 2. Suâlin hulasası.
[8] Eflâtun "Kainatta değişmeyen ve aynı kalan hiçbir şey yoktur, her şey akar" mantığından hareketle, "mâdem ki kainatta değişmeyen hiçbir şey yoktur, o hâlde, gelip geçici bilgilerin değişmez ilksiz ve sonsuz, hep aynı kalan asılları olması gereken gerçek bilgiler, (idealar) bu Kainatın dışında bir yerlerde olmalıdır" sonucuna varmıştır.
[9] TabetebaÎ, Şerhu Bidâyeti'l-Hikme, C.2, s. 360.
[10] Tabetebaî, Şerhu Bidâyeti'l-Hikme, C.2, s. 360.
[11] Said Nursi, Barla Lahikası, 269. Mektub.
[12] Tabetebaî, Şerhu'l-Bidâyeti'l-Hikme, c.2, s. 365-366.
[13] Bediüzzaman hazretleri Lemeât adlı eserinde kuvve-i hayaliyeyi beynin idrak aşamalarından ilk aşama olarak tespit etmiştir. Resim çekilip beyine analiz edilmesi için adeta kuvve-i hayaliye tarafından teslim edilir. Beyin bu resmi tasavvur ettikten sonra taakkul eder ve nihayet ya red ya da tasdik eder.
[14] Said Nursi, 13. Sözün 2. Makamı, Hüve nüktesi.
[15] Ebû Hâmid el-Ğazali, İhyâu Ulûmi'd-Dîn, c.2, s. 294.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.