Allah 'bilmekle' değişir mi?

Merhum Esad Coşan Hocaefendi (k.s.) İskender Paşa Camii'ndeki bir Ramuzu'l-Ehadis dersinde "Bir saat tefekkür bir sene (nafile) ibadetten hayırlıdır!" hâdisini izah sadedinde diyor ki: Bazı olur, değil bir sene yaptığımız ibadetler, bir ömür yaptığımız ibadetler bir saatlik tefekkürümüzün neticesi olarak gerçekleşir. Mesela: Gayrimüslim bir adam, bir saat düşünse ve farketse ki, İslam hak dindir; ve kalbinden gele gele bir kelime-i şahadet söyleyip İslam'a girse ardından; ondan sonra yapacağı tüm ibadetler o bir saatlik tefekkürün neticesi olur. Yine bir mü'min, herhangi bir ibadet hakkında, bir saatlik bir tefekkür neticesinde 'onda devamlı olma' kararına varsa, daha sonra yaptığı bu türden ibadetlerin tamamı o bir saatlik tefekkürünün neticesi olarak gerçekleşir. (Takva, tevbe ve istiğfar ile ilgili kararlar da yine bu sadeddendir.)

Birşeyi bilmek, daha iyi bilmek, onu değiştirmek olmasa da 'onun dünyandaki bilgisini değiştirmek' olduğundan ve bu bilgi değişikliği aynı zamanda dünyandaki rengini/karşılığını da değiştirdiğinden 'kendi adına/aynanda' değiştirmek anlamına gelebilir. Bu yönüyle, diyebiliriz ki, tefekkür bir değiştiricidir. Bilmek ister istemez etkilenmektir. İnsanın dışındaki ve hatta içindeki dünyaya dair eriştiği her bilgi bir şekilde ondan etkilenmesiyle mümkün olur. Âdemoğlu tefekkür etmekle kıdem sıfatının sahibi Allah'ı (hâşâ) değiştirmez. Ama 'daha önce öyle olduğunu bilmeyen' aynasını değiştirebilir.

Allah'ı farklı farklı isimleriyle, sıfatlarıyla, şenleriyle, yönleriyle tanımak; o tanıyışın farkındalığı ve nazarı daha önce bizde bulunmadığından ötürü, değil 'Rabbu'l-Âlemîn' olan Allah'ı, belki 'Benim Rabbim' diye bildiğin Allah'ı kendi dünyamda değiştirmektir. Çünkü 'Benim Rabbim' ancak bildiğim/ulaşabildiğim bir marifetle 'Rabbim'dir. Bilişimin sınırları marifetimi de sınırlar. Buradaki izahlarımın Cenab-ı Hakkın 'varlığı' veya 'yaratışı' ekseninde değil, 'insanın farkedişi ve bilişi' ekseninde şekillendiğini sanırım yeterince açıkladım. Hem mürşidim yine bu sadedde der:

"İşte, şu sırdandır ki, kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der: (...) 'Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînden haber veriyor.' Hem der: 'Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînin arşıdır.' Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların nisbet-i ref'i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir."

Tefekkür işte bu yönüyle değiştiricidir. Zihnimdeki/kalbimdeki Allah'ın marifetini değiştirmek/arttırmak, Onun benim dünyamda ifade ettiği anlamı da zenginleştirmektir. Bu konum değiştirme, mesela Vahid olan Allah'ın marifetinden Ehad olan Allah'ın marifetine geçme, ister istemez bana yeni bir konum alma meyli verir. Bu bir manzara değil pencere değişikliğidir. Marifet ahlakı böyle değiştirir. Hepimizin kalbi esmaü'l-hüsna önünde günebakanlar gibidir. Allah bizim Şems-i Sermedimizdir. Tecellisi ne yandan vurursa biz yüzümüzü o yana çeviririz. İşte bu noktada tefekkür ve ahlakın kolları birbirine dolanıyor. Mürşidimin ifadesiyle; 'sırr-ı ehadiyetin nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği' o muhteşem uyanış, Hz. Yunus'u (a.s.) 'tesbih ahlakına' taşıyor.

"O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semâya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hût ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir Zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsaydılar, yine beş para faydaları olmazdı. Demek esbabın tesiri yok. Müsebbibü'l-Esbabdan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için, şu münâcât birden bire geceyi, denizi ve hûtu musahhar etmiştir."

Kur'an'da geçen Hz. Hızır ve Hz. Musa efendilerimin (Allah'ın selamı ikisinin de üzerine olsun) kıssasını hatırlayalım. Hz. Hızır, Hz. Musa'ya nasıl itiraz etmişti: "İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?" Buradaki içyüz/ilm-i ledün hatırlatması bize ahlakın (özelde sabır ahlakının) içyüzü bilme çabasıyla (yani tefekkürle) ne denli ilgili olduğunu ihtar ediyor. "Aslında ne olduğunu/hikmeti bilirsen ancak sabredebilirsin!" diyor bize Hz. Hızır, Hz. Musa ile yaşadıkları üzerinden âdeta. Fakat, bir nefes alalım, burada bir parantez daha açmaya ihtiyacım var:

İlm-i ledünü yalnız elitlere has kalacak ve avama açılmayacak bir marifet boyutu gibi düşünmemeli. Bence, öncelikle o, bir 'bütüne bakış' refleksidir. Parçadan bütüne, tecelliden şuunata bir tevekkül ahlakıdır. Muhakemat'ta 'Hayır küllîdir' denilerek vurgulanan 'bütüne bakışla' ancak varlıksal olan hayrın ve hayırsal olan hikmetin hakikati görünür. Hayır daha bütüncül bakışlarla daha net kendini gösteren birşeydir. Bizim kısacık marifetimizi Sahib-i Mirac aleyhissalatuvesselamın marifetinin yanında toz zerresi kılan da budur. O bütünler bütününü görmüştür. Detaylar, her detay nazarı/dikkati bir parçalamak olduğundan, bazen hayrı şer gibi gösterebilir bize. Hayrın görülmediği her yerde kaçılması gereken yer bütündür. İlm-i ledün burada zamana yayılmış bir hikmet/amaç bütünlüğü de kasteder. Varlığın içyüzü onun zamana yayılmış bütünlüğüdür.

Ki, Hz. Hızır da, o kıssada yaptıklarının hikmetini zamanın ilerisine konulmuş, zamanın bütüncüllüğüne bakınca anlaşılacak nedenlerle açıklar. Bu noktada 'istiaze' de, yani şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak da, aslında arızası aşılamayan parçadan ve eksiklerinden bütüne kaçmaktır. Parçalayıcının (İblis'in) şerrinden bütünün sahibine (Allah'a) sığınmak! İblis'in 'insana secde edenler bütünlüğü'nden kopan bir parça olduğunu belki burada hatırlamak yerinde olur. Bir diğer açıdan da, o, Allah'a itaatsizliğin ilk parçasıdır.

Parantezi kapatalım. Tefekkür ve ahlak arasındaki bağıntıyı bize aslında Fatiha sûresi de söylüyor. İlk üç ayette 'Rabbu'l-Âlemin, Rahman ve Rahim, Hesap gününün sahibi' olarak tanıdığın Allah karşısında, bu marifetin bir karşılığı olarak yeni bir duruş sergilemeye kendini mecbur biliyorsun. İşte o zaman dördüncü ayet devreye giriyor. Kısa manası ile şöyle: "Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz." Orada biraz şu da var yani: "Allah böyle, böyle, böyle ise, ben de artık şöyle, şöyle, şöyle olmalıyım. Öyle bir Allah'ın kulu böyle olmalıdır. Öyle bir manzaraya karşı pencerenin konumu böyle değişmelidir. Yani; onun marifetinde yeni bir aşamaya geldim, etkilendim, bu beni de şu şekilde değişmeye zorlar."

Tıpkı günebakan örneğimde olduğu gibi: Marifet, güneşin dünyanda ifade ettiği anlamı/konumu etkiliyor; sen de o yeni marifet seviyesine göre kendine yeni bir konum/ahlak seçiyorsun. Tefekkürle ahlakın kardeşliği böyle. Hadiste vurgulanan 'bir saatlik tefekkürün' ifade ettiği ibadet kıymeti, yani 'bir senelik ibadet' kıymeti, zaten o ibadetin menşei/besleyicisi/motor gücü tefekkür olduğundan ayrıca anlamlı. Allah'ı ne kadar bilirsen o kadar ahlakını değiştirirsin. Allah'ın yaratış ahlakıyla ve onun marifet boyutundaki etkisiyle bizzat değişirsin. İbadet de zaten ahlakın bir parçasıdır. Ve yine Fatır sûresi son sözü söylüyor bize: "Kulları arasından ancak âlimler hakkıyla Allah'tan korkar."

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum