Misafir Kalem
Allah Kelâmının Hakikatlerini Âlimlerle Korur
Rabbimiz ezeli kelâmı olan Kur’ân-ı Kerim’i koruyacağını Hicr suresi 9. ayette şöyle vaad etmiştir:
“Muhakkak ki o Zikr'i (Kur'ân'ı) biz indirdik ve muhakkak onu koruyucu olanlar da elbette biziz!”
Elbette Rabbimiz vaadinde hilaf etmez. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim’in kıyamete kadar Rabbimiz tarafından korunacağına da iman ediyoruz.
Madem Allah Kur’ân-ı Kerim’i kendisinin koruyacağını söylüyor, o halde neden İslam’ın ilk günlerinden bugüne Kur’ân’ın hakikatleri onun kulları tarafından savunulmaya ve muhafaza edilmeye çalışılmıştır?
Hatta Kur’ân-ı Kerim’in ciltlenip kitap haline getirilmesi, daha sonra harekelenmesi çalışmalarında bile Kur’ân-ı Kerim’in tahrifini önleme kaygısı vardır sahabede ve tâbiinde.
Buhari’de geçen aşağıdaki sahabe hadisi bu endişeyi açıkça ortaya koyuyor:
“Zeyd İbn Sabit diyor ki: “Yemame Savaşında ashabın öldürülmesini müteakib, Hz. Ebu Bekir beni çağırttı. Yanına vardım. Hz.Ömer de orada idi.
Ebu Bekir bana dedi ki: Ömer bana gelip dedi ki: “Yemame ‘de Kur’ân hafızları çok zayiat verdi. Bu gibi vakalarda hafızların ölmeleriyle Kur’ân’ın birçoğunun zayi olmasından endişe ederim. Bana kalırsa Kur’ân’ın cem edilmesi için bir emir çıkarman gerekir.” Ben de Ömer’e şöyle cevap verdim: “Resulullah’ın yapmadığı bir işi nasıl yapabilirsin?”,
Ömer: “Vallahi bu hayırlı bir teşebbüstür, dedi.” Sonra bu iş üzerinde o kadar durdu ki, bana söyleye söyleye neticede Allah kalbime bu işi yatırdı, ben de onun görüşünü benimsedim.”
Zeyd devamla diyor ki: “Ebu Bekir bana dönüp şöyle dedi: “Sen genç, dinç, zeki bir adamsın. Kimse ittiham edemez. Zaten Resulullah’ın da vahiy katibi idin. Kur’ân metnini topla.”
Vallahi bir dağı yerinden nakletmemi isteselerdi, Kur’ân’ı toplama mes’uliyeti kadar bana ağır gelmezdi.” Neticede Kur’ân’ı hurma dallarından, yassı taşlardan ve insanların hafızalarından derlemeye başladım.”
Görüldüğü gibi o dönemde hiç kimse “Kur’ân kendi kendini korur, bırakalım da ne olursa olsun!” dememiştir!
Evet, Kur’ân-ı Kerim’i koruyan Allah’tır ama Rabbimiz kâinatta cari olan bütün fiillerinde olduğu gibi bu koruma faaliyetine sebepler tayin etmiştir. Şu kesindir ki Rabbimiz o sebepler olmasa da elbette kelamını korur.
Ancak bu durumda Tevbe Suresinin son iki ayetini mushaflarından çıkaran zihniyetle, Kur’ân-ı Kerim’in tahrifini önlemek için mücadele eden zihniyetin farkı ortaya çıkmayacaktı.
Bu dünya madem imtihan meydanıdır, o halde birileri yok etmek, yıkmak, tahrif etmek için uğraşacaklar; birileri de tamir etmek, var etmek ve muhafaza etmek için koşturacaklardır.
Bu mücadele sonucunda kimileri O’nun kelamına olan imanlarından dolayı Allah’ın rızasını kazanacaklar, kimileri de kelam-ı ilâhiyi tahrif etmek isteyişlerinin bedelini ödeyeceklerdir.
Bediüzzaman gibi âlimler ve Risale-i Nur gibi eserler de Kur’ân-ı Kerim’in hakikatlerini muhafazayla görevlendirilmiş sebeplerdendir. Bu sebepleri kullanarak dinini koruyan gerçekte Rabbimizdir.
Bakın Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de bu gerçeği nasıl ortaya koyuyor:
“İçinde bir hidâyet ve bir nûr bulunan Tevrât'ı muhakkak ki biz indirdik. (Allah'a)teslîm olmuş peygamberler, yahudi olanlara onunla (Tevrât'la) hüküm verirlerdi; Allah'ın Kitâbı'nı muhâfazaya me'mur edilmeleri sebebiyle Rabbânîler (ilim ve ihlâsla kulluk ederek Rabb'e mensub olan kimseler) ve ahbâr (ilim sâhibi zâtlar) da (onunla hüküm verirlerdi); çünki (onlar,) ona gözcülük eden (tahriften koruyan) kimseler idiler.” (Mâide 44)
Âyetin aşağıdaki bölümüne dikkat edersek, kelâm-ı ilâhinin korunmasının nasıl gerçekleştiği hakkında da bir fikir edinebiliriz:
“Allah'ın Kitâbı'nı muhâfazaya me'mur edilmeleri sebebiyle Rabbânîler (ilim ve ihlâsla kulluk ederek Rabb'e mensub olan kimseler) ve ahbâr (ilim sâhibi zâtlar) da (onunla hüküm verirlerdi); çünki (onlar,) ona gözcülük eden (tahriften koruyan) kimseler idiler.”
Demek ki Allah pek çok esbab yanında ihlaslı ve ilhama mazhar âlimlerini de kelamını muhafazayla görevlendirmektedir.
Bu âyet-i kerime İslam âlimlerini önemsiz gören, tefsirleri yok sayan, sadece mealle yetinmeyi yeterli bulan zihniyetlere de cevap vermektedir. Bu âyeti hafife almak ya da inkar etmek ise Müslümanlıkla ya da imanla asla bağdaşmaz.
“Kur’ân-ı Kerim’in hakikatlerini savunan ve ispat eden bu tefsirleri neden okuyorsunuz?” sorusuna ilgili âyetin ışığında cevap verilmelidir.
Bediüzzaman ilgili âyetten ilhamen şunları söyler:
“Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafazaya memur idiler.” (19. Mektup)
Risâle-i Nur’un temel vazifesinin “Kur’ân’a hizmet” olduğunu ise şöyle anlatır:
“Evet, Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı imanî olan hakikatlerle gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli burhanlarla Kur’ân’a hizmet etmektir.” (14. Şua)
Yine eserlerinde Kur’ân’ın güzelliklerini anlatan bir dellal olduğunu şöyle ortaya koyar:
“Hem müflis bir adamın, gayet kıymettar ve zengin elmas ve mücevherat dükkânının dellâlı olduğu gibi, ben dahi mukaddes ve Kur’ânî bir dükkânın dellâlıyım” 28. Mektup
Kur’ân-ı Kerimin hakkaniyetini inkar edenlere en kuvvetli Kur’ânî delillerle cevap veren Bediüzzaman’ın, kelâm-ı ezelinin hakikatlerini muhafazayla görevlendirilmiş Rabbâniyyun ve Ahbar’dan birisi olduğu çok açıktır.
Bediüzzaman’ın Kur’ân hakikatleri yanında, Kur’ân harflerini korumak için de talebelerini görevlendirmesi önemlidir. Çünkü ona göre sadece mana değil, lafız da çok önemlidir. Risale-i Nur talebeleri işte bu yüzden Kur’ân hakikatlerini korumak yanında, onun harflerini korumakla da mükelleftirler:
“Risale-i Nur zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bid'ata karşı da huruf ve hatt-ı Kur’ân'ı (Kur’ân harfleri ve yazısını) muhafaza etmek bir vazifesi iken; has talebelerden birisi bilfiil huruf ve hatt-ı Kur’âniyeyi ders verdiği halde, sırrı bilinmez bir hevesle, huruf ve hatt-ı Kur’âniyeye ilm-i din perdesinde tesirli bir surette darbe vuran bazı hocaların darbede istimal ettikleri eserleri almışlar. Haberim olmadan dağda şiddetli bir tarzda o has talebelere karşı bir gerginlik hissettim. Sonra ikaz ettim. Elhamdülillah ayıldılar. İnşâallah tamamen kurtuldular.” (Kastamonu Lahikası)
Yine Bediüzzaman’ın Kur’ân’daki tevafuk mucizesini ilhamen keşfetmesi de onun ilgili ayette geçen Rabbaniyyun ve Ahbar zümresine dahil olduğunu açıkça gösterir.
Yine Bediüzzaman’ın -benim yerimde ve Nur’un şahs-ı mânevisinin ehemmiyetli bir mümessili- olarak tavsif ettiği talebesi Ahmed Hüsrev Altınbaşak tarafından yazılan ve Hayrat Vakfı tarafından basılan tevafuklu mushaf, bütün dünyada nazarları Kur’ân’a ve Kur’ân’ın hakikatlerine çevirmiştir.
Kur’ân-ı Kerim elbette mübindir, apaçıktır. Ancak görüyoruz ki kimi insanların kalpleri, akılları Kur’ân’a kapalıdır. Kur’ânın tabiriyle taştan da katıdırlar:
“Sonra bunun ardından kalbleriniz katılaştı; artık onlar taş gibi veya daha katıdırlar...” (Bakara 74)
Bediüzzaman gibi âlimler, Risâle-i Nur gibi eserler şu asrın maddeci zihniyetleriyle taşlaşmış kalpleri ve akılları, bir gözlük ya da dürbün vazifesi görerek Kur’ân-ı Kerim’in apaçıklığını görecek berraklığa ve şeffaflığa ulaştırıyor.
Risale-i Nur gibi tefsirler vasıtasıyla görülen bütün güzellikler, işte bu yüzden, o tefsirlerin değil sadece ve sadece Kur’ân-ı Kerim’in güzellikleridir. (OD)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.