Mehmet EVREN
Allah’ın Cemal ve Kemalini görmek ve göstermek istemesinin sırrı
Allah’ın Cemal Ve Kemalini Mahlûkatın Aynasında Görmek Ve Göstermek İstemesinin Sırrı
Kâinatın ve bütüm varlıkların yaratılmasındaki en büyük hikmet; Allah’ın kendi cemal ve kemalini varlıklar aynasında görmek ve göstermek istemesidir. Bu sebeple varlıkları çoklukla yaratıp icad etmektedir.
"Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim ve mahlûkatı yarattım."[1] Kudsi hadisi de bu manaya işaret etmektedir.
Cenab-ı Hak, bu kâinat sarayını, isim ve sıfatlarını kâinat sahnesinde hem kendi nazarıyla hem de mahlûkatın nazarıyla görmek ve göstermek için yaratmıştır. Öncelikle bu kâinat sahnesinde sergilediği isim ve sıfatların en büyük gözlemcisi ve seyircisi Allah’ın bizzat kendisidir. Daha sonra insanlar, melekler, cinler ve ruhaniler gelmektedir. Yani kâinatın asıl yaratılma gerekçesi, Allah’ın kendisini tanıtması ve sevdirmek istemesidir.
Bu yaratma gerekçesinin irade boyutunda şuunat-ı İlahiye vardır. Nasıl insan, kendi güzelliğini görmek ve göstermekten bir keyif ve lezzet alıyorsa, benzetmek gibi olmasın; Yüce Allah da kendi sonsuz kemal ve cemalini görmek ve göstermekten bir keyif ve lezzet almaktadır. İşte bu fiile Allah’ın şuunatı veya İlahî bir haz denmektedir. Kâinattaki hareket ve faaliyet bu İlahi keyif ve haz sayesinde meydana gelmektedir.
İnsanın bir şeyi severek yapması ve yaptığı o şeyden lezzet alması veya hoşlanması, onun birer şe’nidir. Allah da mahlûkatını sever, ama bizim yaptığımız bir eseri sevmemiz gibi değil. İşte bu İlâhî sevgiyi, mahlûkatın sevgilerinden ayırmak için Bediüzzaman; “Lezzet-i mukaddese, şevk-i mukaddes, sürur-u mukaddes, memnuniyet-i mukaddes, iftihar-ı mukaddes” gibi ifadeleri kullanır. Yüce Allah’ın, kulların yaptığı ibadetlerinden son derce memnun oluşu, bir padişahın kendisine itaat eden bir askerin memnuniyeti gibi değildir. Bediüzzaman bu hakikatın anlaşılması için “memnuniyet-i mukaddese” tabirini kullanır. Allah, bütün mahlûkatın ihtiyaçlarını gidermekle mukaddes bir lezzet alır. Ama bu lezzet, bizim bir fakiri giydirmekten yahut doyurmaktan aldığımız lezzet gibi değildir.
“Her bir faaliyette bir çeşit lezzet vardır.” hakikatinden hareketle, kâinata baktığımızda, Cenâb-ı Hak, her bir fiilini icra etmekle ve her bir ismini tecelli ettirmekle bir mukaddes lezzet almaktadır. Bu lezzetin inceliklerini ise akıl anlamaktan aciz kalmaktadır. Çünkü insan, ancak yaratılmışlar üzerinde düşünüp akıl yürütebilmektedir.
Kâinat ve tüm varlıklar, akla hayale gelmedik sayısız hikmetler için yaratılmıştır. Bazan gayesiz gibi gördüğümüz varlıkların her biri, bir amaç için yaratılmıştır. Ancak insanın asıl yaratılış gâyesi ise, ibadet ve sınanmak içindir.
Özet olarak; sonsuz cemal ve kemalin gözlemlenme ve müşahede edilme isteği, Allah’ın bir şuunatı yani İlahî bir hazzı ve lezzetidir. Tabir biraz yetersiz, biraz da riskli ama şunu diyebiliriz: “Allah kendini görmek ve göstermekten İlahi bir lezzet ve keyif almaktadır. Bu amaçla mahlûkatı ve insanları yaratması yeterlidir bir gerekçe olması yetmez mi?”
Kâinatta, insanın idrak ve ihata edemeyeceği sınırsız hikmet ve gayeler vardır. Bu gaye ve hikmetlerin hepsi de sanatkârını ve ustasını gösterip ona işaret etmektedir. Bir sanat ve eserin, kendine bakan yönü bir ise, sanatkârına ve ustasına bakan bir çok yönleri vardır. Mesela bir resim tablosu; üzerinde yapılan tahta ve tuvalı bir yönüyle gösterirken, sanatkarını ve ressamını bir çok yönleriyle tanıtır.
Aynı şekilde bir çiçeğin kendine bakan bir yönü varsa, sanatkârına bakan ve işaret eden binlerce yönü vardır. Yani çiçeğin üstünde işlenmiş her bir nakış sanatkârını, güzel ve tatlı tebessümüyle de Allah’ın Cemil, Muhsin ve Müzeyyin gibi bir çok isimlerini gösterir. Çiçek, kensinden ve yetiştiği topraktan ziyade, üstündeki sanaatlı nakışlarla yaratıcını tanıtmakta ve her bir nakış ve sanatın arka planında Allah’ın bir ismini görüntülemekte ve yansıtmaktadır.
Sonuç olarak; kâinatın yaratılmasındaki gaye, “Allah’ın kendi cemal ve kemalini mahlûkat aynasında görmek ve göstermek istemesidir.” Bu yüzden mahlûkatı çoklukla yaratıp icad etmektedir.
Öyle ise akla hayale gelmedik sayısız varlıkların icadı ve yaratılması abes ve israf değil, aksine, tam bir hikmet ve iktisattır. Çünkü, kâinat sofrasının tek misafiri insan değildir, bu sofrada sayısız varlıklar da istifade ediyorlar.[2]
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.