Caner KUTLU
Atlas deneyi
Atlas Deneyi, eşyanın temeli olan zerrelerin (atom altı parçacıklar demektir) eşyanın varlığındaki işlevi, varlığın aslını içermesi öngörüsü üzerine kuruluyor. Higgs’in öncelikle varsaydığı ve maddeye kütlesini verdiğini söylediği bir parçacığın (eğer varsa), bigbangle başlayan Evren gerçekliğiyle birlikte varlığın ve süregiden varolmanın kaynağını oluşturması beklentisi, Cern'de devam eden çalışmaların ana çerçevesini oluşturmaktadır.
Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi'nde ecza olarak nitelenen atomaltı parçacıkları (zerre) ve kuvvet (sebep) bağlantısının var olmadaki işlevleri önemli bir sorudur.
Sebep eğer maddî ise, maddenin içinde olmasını gerektirir. Bu sadece bahsedilen Higgs parçacığından ibaret olmamalı, diğer unsurları da (mesela ısı, ışık, diğer kuvvetler) madden içinde bulunmalı; ya kendi üretmeli ya da kendinden olmalıdır.
Zerrenin evrenle ilişkisini kuracak bir varoluşu maddi sebebe bağlamak, evrenin tümüyle bir zerrenin içinde madden bulunmasını gerektirir ki bunu söylemek için insandan farklı bir şey olmak gerekir.
Varoluşu maddenin içinde aramanın bir saçma (mantık bozukluğu) olduğu açıkken bu araştırmanın anlamı ne olabilir?
Şüphesiz, iki protonu kafa kafaya çarpıştırıp parçalamak maddenin yeni hikmetlerini ortaya çıkarır, yeni teknolojilere kapı açar, Allah'ın mülkünde yeni bilgileri insana açabilir.
Atlas deneyinde maddenin temelindeki var'ı (ya da yok'u) arama gayreti, Higgs parçacığına (Tanrı'nın zerreleri denilen) ulaşılması mümkün olsa bile, orada’ kaf’ ve ‘nun’ tezgâhıyla (yani ol der ve olur) karşılaşacaklar; içinde görecekleri karadelikler parlayıp sönen varlıkların resmigeçidinden ibaret kalacaktır.
Eşyanın her an hȃlden hȃle geçişi (yap-boz tahtası), yani inşa suretinde bir yaratılma ile sürekli yenilenmesi ve yenilenirken kendini kaybetmesi (doğrusu 'gayb' olması), yeni bir kimlik kazanması (levh-i mahv ve ispat), her anda değişen tablolar, akan boyalar (zerreler ayrı birer renk gibidir, sibgatullah), yeniden karışan ecza (yeniden katılan çorba mı demeli?), biri birinden habersiz ve iradesiz boyaların yeni bir görüntüyle ortaya çıkması, aslında her geçişte ölüp ölüp dirilmesi, birbirlerine düşman (zıt) kuvvetlerin hep dengede kalması; her an yenilenmede, bir evrensel düzenlemenin karşılığı (kitab-ı mübȋn), evrenin tümünün bunun için çalıştırılması (imam-ı mubȋn) ile bunun için her an tekrar silinip yeniden yazılan zerrelerin (Bediüzzaman zerreyi plağın iğnesine benzetir, evrenin (disc) müthiş müziğini oluşturan, diskin her dönüşünde yeni bir notaya basan) ve her yeni tabloda (ya da seste) eskisiyle birleşmesi (devamlılık), kurgunun akması (yani hız), zamanın hakikatini oluşturan bu akis (iki görüntü arası ‘yok'tur, durmaktır; bu halde evrenin çökmesi gerekir; devam etmesi ise ibda suretindeki yaratılmanın her o anda kendini bir emirle (kün) göstermesi (fe yekûn) sayesindedir, ki bu maddenin zerrelerinden tümüyle bağımsız bir emirdir); yani hareket, her an yeni bir yapı ortaya çıkması ve bu yapıların birbirine bağlanması ( kurgu), akıcılık, maddi bir durumun çok dışında bir dış (ilahi) kuvvetten başka olasılık görünmemektedir.
Yenilenmek ve yenilenmeyi bağlayan kurgusal süreç bir yoktan varetmedir, bir anda, sebepsiz, tek bir emirle ( kün) oluvermektir (fe yekûn). Bunun her an tekrarlanan gayb 'oluş’ ve tekrar 'varoluş' hakikatinin kâinatın bütününü saran bir emirle (tevhid) olması dışında bir imkȃn yoktur. (Maddenin bu meczub halidir ki, Mevlana’yı kendinden almıştır.) Her şey o ‘yok'ta var edilmektedir.
Allah her an ve her yerde yoktan hiçten, misȃl ȃleminden şahadet âlemine bir an yaşatmakta sonra tekrar gayba göndermekte (fezada ve zerrelerin arasında rastlanan karadelikler gayba geçiş kapıları olmasın?) her an bir ölüm yeniden bir yaratma vardır. (O (c.c.) her an bir iş üzerindedir).
Narın kabuğu alınırsa (burada nar atom olsun) içinde onlarca tane yayılacaktır. (Bu örneği Muhyiddin-i Arabî verir; Bediüzzaman da kubbeyi oluşturan taşlar örneğini kullanır). Her biri birbirinden habersiz, bütünü algıdan uzak olmalarına (sağır ve kör) karşın kozmik bir birliktelik (bilinç) gösterebiliyorlar.
Allah'ın öyle kulları vardır ki, o nar tanelerinin (ya da taşlarının) sayısını değil her birinin ismini dahi bilirler (Muhyiddin-i Arabî gibi).
Buna bilgi değil marifet denir.
Hatta Bediüzzaman Ayet-ül Kübra risalesinde, bizzat zerrelerle sohbet etmiş (yeni bir deney ve gözlem tavrı), onlardan yaratılış hikmetlerini ve Halık'ın üzerlerindeki eserlerini dinlemiştir. Her bir deney ve gözlem marifetullahta yükselişe sebebiyet vermiş (yeni bir bilim anlayışı), hatta her bir şey 'gel beni de dinle' diyerek bu meraklı (hakikati arayan, derviş, mümin bilim adamı) yolcuya içlerini dökmüşlerdir.
Higgs'in hayȃl ve hesap ettiği parçacıkları ismiyle bilen Muhyiddin-i Arabî ve onlarla konuşup Halık'ını tanıttıran Bediüzzaman ile onlarla birlikte ibadet eden ve onların zikirlerini (Fatiha ile) yaratıcıya sunan abidler...
Ölüm denilen gerçeği (ki ölüm de bir mahlûktur, hem bir nimettir), yıldızın bir karadeliğe dönüşmesi zerrelerin mini karadeliklere atılması (gayb), herşeyin ışığın bile ölümden kaçamaması, zerrede olan içe çöküş ve gayboluş gibi evrenin de tekrar bir noktaya dönüşüp (dünyanın yüzünü temizlemesi), sonra tekrar yeni günün ışıması gibi bir haşre uyanması; kuru kemiklerin dirilmesi, yeniden yaratılması, tekrar yeni şartlarda bir Evren yaratılması buradaki evrenin yenisini doğurması gibi, herşeyin bir karşılığı olması (buradaki madde antimadde) kesinliğinde bir sonuçtur.
Maddenin gün yüzüne çıkan bu yanıp sönen tavrı, haşrin her an tekrarlanan bir örneğinden başka nedir ki...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.