Avrupa İslam'ı doğurmak üzere
Rotterdam İslâm Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Doç. Dr. Özcan Hıdır'ın Zaman'daki makalesi
Rotterdam İslâm Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Doç. Dr. Özcan Hıdır'ın makalesi
Vatikan'ın Dinlerarası Diyalog bölümü başkanı Kardinal Jean-Louis Tauran'a ait "Müslümanlar, Avrupa'da "Tanrı"yı toplumda görünür kılıyor" sözü, esasen bir gerçekliğe işaret ediyor. Zira son yıllarda Avrupa'da bunu doğrulayan birtakım gelişmeler gözlemleniyor.
Her şeyden önce Batı/Avrupa İslâm ve Müslümanlar üzerinden modernizm ile ters yüz ettiği kendi Hıristiyan köklerini hatırlıyor; İslâm ve Müslümanlar üzerinden dinî değerlerine dönmeye ve teolojisini diriltmeye çalışıyor.
Geçtiğimiz günlerde İngiliz The Guardian gazetesinde "Avrupa'nın Geleceği Hıristiyanlık mı?" başlığıyla yayımlanan yazıda benzer bir konu işleniyordu ve gittikçe sekülerleşen Avrupa toplumlarının geleceğinde dinin yeri sorgulanıyordu. Bu anlamda din, Avrupa'nın geleceğinde yer alacaksa bunun İslâm olup olmayacağı da ayrıca tartışılıyordu. Tabiatıyla bu durum, son yıllarda Avrupa'da İslâm ve Müslümanlarla ilgili yaşanan olaylar bakımından da son derece dikkat çekicidir. Zira özellikle Papa XI. Benedict'in üç yıl önceki Regensburg konuşması ve ardından gelen söylemlerin, Avrupa'ya, uzaklaştıkları Hıristiyanlıklarını hatırlatmak ve "Hıristiyanlığınıza dönün" çağrısı iletmek olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira Avrupa'da Hıristiyan teolojisinin aslında bir çöküş içerisinde olduğu sır değildir. Son yıllarda ortaya atılan "The end of the Protestanism=Protestanlığın sonu" ile ilgili teoriler, görünürde Protestanlık için olsa da, son tahlilde genelde bir bütün olarak Hıristiyan teolojisinin kriz haline işaret etse gerektir.
Buna karşılık bazı teologlar ise Avrupa'nın gittikçe sekülerleşmeye devam ettiğini kabul etmekle birlikte dinin ve onun yön verdiği değerlerin de Avrupa Birliği ve ona bağlı üye ülkelerin toplumlarında farklı tezâhürlerle yer almaya hatta yükselmeye devam ettiğini, bir anlamda dindarlığın şekil değiştirdiğini ifade ediyorlar. Onlara göre, bir yandan sekülerleşme alabildiğine yükselirken diğer yandan da din ve dinin şekillendirdiği değerler toplumda boy göstermeye devam ediyor. Esasen bu, Hıristiyanlık açısından pek de doğruyu yansıtmıyor. Müslümanlık ve Müslümanlar açısından ise bir gerçekliğe işaret ediyor. Zira özellikle Batı toplumlarında bulunan Müslümanlar son yıllarda, modernizm ve onun doğal sonucu sekülerleşme ile toplumun dışına itilmiş olan dinî değerleri, yaşadıkları bölgelerin kamusal alanlarında alabildiğine görünür kılıyorlar. Nitekim bu durumun farkına varan Batılılar, geleneksel Hıristiyan telakkîlerinin halkı mobilize etmede eskiye oranla ivme kaybettiği ve İslâm dininin yön verdiği değerlerin kamusal alanda görünürlüğüne karşılık, Avrupa'nın Hıristiyan aslına dönmesi ve Hıristiyanlığa ait değerleri toplumda daha fazla görünür kılmaları lazım geldiğini, "Avrupa kültürünün Hıristiyanlık olduğu" söylemini yüksek sesle dillendiriyorlar.
Aslında bu söylem, Türkiye'nin Avrupa Birliği ile yürüttüğü üyelik müzakereleri tartışmalarında sıkça karşılaşılan bir argüman ve reflekstir. Bir anlamda Avrupa'nın, Türkiye tartışması ve Türkiye'nin adaylığı süreci üzerinden kendi dinî kimliğini yeniden görünür kılma ve keşfetme çalışmasıdır. Avrupa'da, Türkiye adaylığı onun kendini sorgulaması için bir sebep olmuş, bir ateşleme yapmıştır.
Avrupa'da dinden/kiliseden uzaklaşma
Buna karşılık bir başka grup da, dini toplumun dışına itip bireysel alana havale etmeyi savunarak sosyo-kültürel katmanlar arasındaki uyum için Avrupa'nın esas kimliğinin "sekülerlik" olduğunu söylerler. Meseleye Hıristiyanlık açısından bakıldığında, son yıllarda bu ikinci söylemin yansımalarını daha ziyade görmekteyiz. Kiliselerin üye sayısının son yıllarda ciddi oranlarda azalması, bazı kiliselerin kapılarını pazar günü haricinde -ki o da çoğu yaşlı kişilere- açamaması, bunun en önemli belirtisi olarak karşımıza çıkıyor. Avrupa'nın önemli şehirlerinde bugün pek çok tarihî kilise binasının müze ve kafelere dönüştürülmüş olması, biraz daha şanslı olanların ise Müslümanlar tarafından satın alınıp camiye çevrilmiş olması, bunu gösterse gerektir. Geçenlerde Eurobarometer adlı şirketin yaptığı bir ankette, Avrupa Birliği'ne ait değerlerin ne olduğu sorusuna deneklerin % 37'si "insan hakları", % 35'i "barış", % 34'ü "demokrasi" diye cevap vermişti. Aynı ankette "din Avrupa Birliği'nin bir değeridir" diyenlerin oranı ise, % 3 olarak ortaya çıkmıştı ki, yukarıda söylenilenler ışığında bu oldukça anlamlıdır. Buna karşılık Türkiye'de en son yapılan Yılmaz Esmer'in araştırmasında din, toplumun kendisini tanımlayıcı en yüksek referans olarak çıkmıştır.
Bugün Avrupa ülkelerinde dinden uzaklaşma -aslında kiliseden uzaklaşma- ülkeden ülkeye bazı farklılıklar olsa da, % 60'lardan az değildir. Yine âhirete inanmayanların oranı da % 65'lerden fazladır (De Telegraph, 28.10.06). Protestanlık -özellikle liberal Protestanlık- bu açıdan sık sık gündeme gelir. Zira bir yandan bu mezhebin sonuna dair tezler ortaya atılırken diğer yandan bu mezhep içerisinde kalıp Tanrı'ya inanmayan din adamları çıkabiliyor. Geçen yıl yayımlanan Geloven in een God die niet Bestaat=Var Olmayan Bir Tanrı'ya İnanmak adlı kitabının ardından tartışma yaratan Hollandalı "Protestan din adamı" Klaas Hendrikse, "Tanrı'ya inanabilmen için Tanrı'nın var olduğuna inanman gerekmez." temel teziyle görüşünü ortaya koymuş ve Hollanda'da büyük bir tartışmanın tetikleyicisi olmuştu.
Yapılan bazı araştırmalardan hareketle, sekülerleşme/dinden uzaklaşma temayüllerinin Batı ülkelerindeki Müslüman nesiller arasında da yükseldiği söylenebilir. Bununla birlikte Müslüman cemaatlerin aynı zamanda dinî değerlerini, dolayısıyla Kardinal Louis Touran'ın ifadesiyle "Tanrı"yı toplumda görünür kılacak faaliyetlere imza attıkları da bir gerçek.
Müslümanlar, Avrupa'da "Tanrı"yı toplumda görünür kılıyor
Burada şu hususu da özellikle belirtmek gerekir ki, 1950 sonrası Avrupa'ya olan işçi göçü ile gelen Müslümanların Avrupa'daki modern dönemdeki varlığı ve Avrupa toplumlarında dinlerini yaşama tezâhürleri, Avrupalıların kendi dindarlıklarını ve teolojilerini Müslümanlar üzerinden sorgulamalarını beraberinde getirmiştir. Son dönemde Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde daha belirginleşen camiler, namaz, oruç gibi İslâmî ibâdetler, litürgie/ibâdet anlamında içi boşaltılmış bir görünüm arz eden haftada bir günlük kilise ayininin özellikle sorgulanmasını beraberinde getirmiştir. Mesela bu anlamda Hz. Peygamber'in "gözümün nuru", "dinin direği" diye nitelediği "namaz" ile "oruç" ibâdeti bilhassa öne çıkıyor. Toplumda tezâhürleri olan bu ibâdetleriyle Müslümanlar, aslında sekülerliğin alabildiğine öne çıktığı Batı toplumlarındaki günlük yaşantılarında son derece dinamik bir inancı yaşıyorlar.
Zira paradoks gibi görülse de Müslümanlar, azınlık olmalarına ve bütün İslâmofobik-anti İslâmist söz ve eylemlere rağmen Avrupa'da toplumdan uzaklaştırılmış olan Tanrı'yı tekrar toplumsal mekânlarda görünür hale getiriyor. Üstelik bu durum gittikçe daha da belirginleşiyor. Yani Avrupa'da İslâm ve Müslümanlar, günümüzde Avrupa'nın bilincini sorguluyor, ama aynı zamanda da Avrupa ve Batı'nın çağdaşı haline geliyor. Tabiatıyla bu birbirine yaklaşma aynı zamanda çatışma noktalarını artırıcı bir rol oynamakla birlikte Müslümanların, entegrasyonla ilgili sorunlarının farkına varmasını da sağlıyor. Örneğin camiler artık sadece ibâdet yeri değil, aynı zamanda kamusal alana ait, çevreye uyum sağlayıcı, birleştirici, kültürel merkezleri de içeren çok amaçlı binalar olarak inşa ediliyor. Müslümanlar artık cami estetiğine, şeffaflığa bile önem veriyorlar, camiler Batılı için de şüphe edilen yerler olmaktan çıkarıp korkulan değil, beğenilen yerler olmaya başlıyor. Bu durum, Müslümanların kendine güvenlerini artırırken, Avrupalılar cephesinde ise son 10-15 yılda kendi içindeki İslâm'ın daha fazla farkına varmasına yol açıyor. Bu da gösteriyor ki İslâm, günümüzde alabildiğine bir Avrupa meselesi haline gelmiştir.
Bununla birlikte, Müslümanlar ile Batılı insanlar hâlâ aynı mekânları, aynı ülkeyi, bazen aynı projeyi paylaşıyorlar ama çoğunlukla aynı değerleri paylaşmıyorlar. Yani bir anlamda İslâm, geçmişte olduğu gibi artık Avrupa dışındaki "öteki" değil, Avrupa içindeki "öteki"dir. Bu ise içeride zaman zaman değerler çatışmasını tetiklemektedir. Minarelerin boyundan tutun da ezan sesi ve Ramazan'da bazı büyük şehirlerde kurulan "Ramazan çadırları"na kadar hararetli tartışmalar yapılıyor. Bazı yerlerde camilerin minaresiz yapılması isteniyor. Avrupa kamusal alanının en korkulu heyecan verici konuları, son zamanlarda hep İslâm etrafında toplanmaya başladı. Avrupa ülkeleri İslâm'ın varlığını kendi bünyelerinde birebir yaşıyorlar ve bir arada yaşama ve anlama sorunu ile yüz yüze gelmiş haldeler. Bu tartışmalar, yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, teolojik anlamda durağanlaşmış Avrupa'yı canlandırıcı etki de yapıyor. Bir anlamda "öteki Avrupa" "eski Avrupa"yı teolojik anlamda ateşliyor. Yani Müslümanlık alabildiğine görünür hale gelmişken, aynı oranda bu görünürlük de tartışılıyor.
Ancak şurası muhakkak ki, geçmişte olduğu gibi, artık Doğu ve Batı gibi keskin ayırımların anlamsızlaştığı da bir başka gerçek. Eskiden Batı'ya doğru gittikçe Doğu'dan uzaklaşılır, şimdi Batı'ya doğru gittikçe Doğu ile karşılaştığımız dinamik, global bir süreci yaşıyoruz. Bir anlamda Müslümanlar seccadelerini Batı'nın her yerine seriyor; adeta "yaşlı kıta"yı seccâde yapıyorlar. Yani yaşlı kıtanın geleceğine artık sadece Hıristiyanlar yön vermiyor.
Provokatif bir soru
Tabiatıyla bu ortam içerisinde şu soru da sıkça sorulmaya başlanıyor: Şayet Avrupa'nın geleceğine sadece Hıristiyanlık yön vermeyecekse, Avrupa Müslümanlaşacak mı?
Son dönemlerde Avrupa'da sıkça gündeme getirilen bu soru, esasen provokatif bir sorudur. Zira bu tür sorular ve söylemler, özünde Avrupa'daki İslâm'ın, İslâmî değerlerin yükselişini ve İslâm'a yönelişi engellemeye matuftur. Zira yukarıda da söylediğimiz üzere, İslâm'ın Avrupa kamusalında alabildiğine görünür olması bir yana, günümüzde Batı toplumlarında ciddi oranlara varan ihtidâ hareketleri gözlemleniyor. Paradoks gibi gözükse de, 11 Eylül gibi, İslâm ve Müslümanlar açısından zâhirde olumsuzluklarla dolu eylemlerin de bu ihtidâ hareketlerini hızlandırıcı etkisi vardır. Mesela Amerikalı meşhur mühtedî-hatip Khâlid Yasin'e göre, 11 Eylül'den bu yana Amerika'da Müslüman olanların sayısı, 540.000'in üzerindedir. Yine Fransa'da günde ortalama 4-5 kişinin Müslüman olduğundan bahsedilmektedir.
Batı'da İslâm'a yönelişlerin hangi dinî, mezhebî ve kültürel alt gruplardan geldiğine dair net bilgilere sahip değilsek de, kanaatimce Müslüman olanların büyük çoğunluğunu dinden/kiliseden uzaklaşmış gruplar oluşturuyor. İnanç krizinin ve manevî boşluğun en fazla görüldüğü kesimdir, bunlar. Zaman zaman agnostik olduğu veya ateist olduğunu bildiğimiz kişilerin, iftar programlarından, Kur'an okunan toplantılardan ve tasavvuf meclislerinden manevî haz duyduklarını belirtmelerine şahit olmaktayız ki, bu hiç de boşuna değildir.
Bernard Lewis ve benzerleri, bütün bunlardan hareketle, "Bu yüzyılın sonunda Avrupa Müslümanlaşacak" diye öngörülerde bulunmakta ve Batılı politika yapıcılarına bir anlamda, "bunu önlemenin dinî, siyasî ve sosyo-kültürel tedbirlerini alın" diye seslenmektedir. Son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağ partilerin yükselişini de bu yönde açıklamak mümkündür. Elsevier Dergisi'nin bildirdiğine göre, Hollanda'da Protestan ve Katoliklerin % 20-25'i, köklü Hıristiyan demokrat partileri bırakıp, son yıllarda Avrupa'da İslâm karşıtı söylem ve eylemlerin odağı haline gelen Geert Wilders'in partisine (PVV) oy vermiştir.
Avrupa Müslümanlaşacak veya Müslümanlaşmayacak, bunu nihai olarak kestirmek zor olsa da, eldeki verilerle kestirilmesi kolay olan bir husus var ki, o da Avrupa'nın artık eski Avrupa olmadığıdır. İslâm, Kur'an ve Hz. Peygamber ile alakalı hiç gündemden düşmeyen bütün olumlu ve olumsuz tartışmalara rağmen, Nilüfer Göle'nin İç İçe Girişler: İslâm ve Avrupa adlı son kitabındaki tespitiyle Müslümanlarla iç içe geçmiş bir Avrupa vardır, artık karşımızda. Bedîüzzaman "Avrupa İslâm'a hamiledir; günün birinde doğuracaktır." demişti. Avrupa henüz doğum yapmış değil. Ancak doğum sancılarının başladığını ve artarak yükseldiğini söylemek mümkün. Bu doğumdan sonra anne ölür mü, yoksa fizikî varlığını arındırarak tekrar mı var olur, bunu bilemeyiz. Ancak elde mevcut belirtiler, öğrenmek için çok beklememiz gerekmeyeceği yönünde.
Zaman