Bahçıvanların savaşı

Bizim memlekette 80'li yıllara kadar tepeler ve dağların yamaçları, üzüm bağlarıyla ve armutlarla doluydu.

80'den sonra yanılmıyorsam Çernobil faciasından dolayı, bütün bağlarımız ve armutlarımız kurudu.

Yerine ne kadar taze fidan dikildiyse de hiç birisi yeşermedi.

Yaklaşık on seneden sonra Tarım Müdürlüğü öncülüğünde “pincik” denilen, doğal bir şekilde yetişen ama hiç meyve vermeyen fideler -ki bunlara Amerikan asma diyorlardı- dikip, kök saldıktan sonra aşı vurarak tekrar bağlarımıza kavuşmuştuk.

Sanırım o zamanlar toprak kansere yakalanmıştı.

Teşbihte hata olmasın,tıpkı bizim bağlarımız gibi, Osmanlı da son dönemlerinde böyle bir hastalığa yakalandığı için, ardında kurulan devletin Osmanlı’nın devamı olması mümkün olmadı.

Hem toprak hastalıklıydı, hem de dikilen fideler Amerikan asması gibi meyvesiz olacaktı.

İşte o dönemde tabiri caiz ise iki bahçıvan yarıştılar.

Birisi frengi okumuş, son derece zeki bir ferengmeşreb, diğeri medreseden yetişmiş, özel yetenekli bozkır bahçıvanı.

Frenkmeşreb bahçıvan, Batı fidesi dikmeye çalışırken, var olan ağaçları da budayıp batı aşısı vuruyordu.

Bozkır bahçıvanı ise genelde İslam, özelde Osmanlı fidesi dikip, var olan ağaçlara ümmet aşısı vuruyordu.

Arada bir fark vardı.

Frenkmeşrebin fideleri, bu toprakların yabancısıydı, yerini beğenip kök salması imkânsızdı. Sadece kökleri yüzeysel gelişip ağacın büyüdüğü yanılgısını veriyordu. Oysa ilk fırtınada yıkılmaya, ilk kurak geçecek yaz’da kurumaya mahkûmdur.

Vurduğu aşılara gelince; değil tutmak, ağacı curcunaya çevirecekti.

Bozkır Bahçıvanının fideleri ise, bin yıllardır bu toprakların ağacıydı.

O tür ağaçlar başta gelişimi düşüktür, cılızdır. Amma, zaman geçtikçe kökler derinlere varıp, derin sulara yetiştikçe ve de toprak da hastalığından kurtulunca hızlı büyüyüp bereketli ürünler verirler.

Frenkmeşreb bahçıvan, verimli bulduğu her tarafa bol miktarda ağaç dikip tohum serperken, Bozkır bahçıvanı, tam tersi her tarafa dikmedi.

Zira o araziyi çok iyi biliyordu.

Toprağın hastalıklı olduğunu da biliyordu.

Hatta karşı tarafın diktiği ağaçların toprağı daha da kötüleştirip, her tarafın ayrık otlarıyla ve yabani dikenlerle dolduracağını da biliyordu.

Onun için bozkırları seçti, çorak arazileri taradı.

Öyle yerler seçti ki; toprak hastalıktan kurtulana kadar, ancak meyve verme çağına gelen ağaçlar, tozlanma yolu ile meyve verecek stratejik yerlerdi.

Zaman geçtikçe, ülke baştanbaşa yepyeni bir bitki örtüsüne büründü.

Lakin yüzyıl boyunca hiçbir verim elde edilmedi.

Ta ki toprak hastalıktan kurtulup, Bozkır bahçıvanın diktiği fideler ağaç olana kadar…

*

Şimdi Risale-i Nur metodolojisini kullanıp bu “hikâyeciği” tevil edebilirsiniz.

Ben sadece bu ağaç-bahçıvan metaforunu kullanıp, ülkemizin son yüzyılını tevil etmeye çalışacağım.

1922'de M. Kemal’in ısrarlı daveti üzerine, Ankara'ya gelen Bediüzzzaman Hazretleri, M. Kemal’in karakterini ve meclisin girdiği yolu keşfedince, oradan ayrılıp, Van’a inzivaya çekilir.

Aslında bir manada inziva değil, ülkenin ve İslamiyet’in girdiği yolda, tahribatları hesaplayıp, ona göre çare arayışı demek daha doğru olur.

Zira M. Kemal ülkeyi kafasına göre sürüp, baştan aşağıya ekip-dikmeye başladı.

Elindeki güçle, bütün verimli toprakları sahiplendi. Eski ağaçların hepsini kesti, tüm arazilere tohum serpti.

Tüm araziler yeşerip büyüyene kadar bizzat takip etti.

Yepyeni bir ülke doğunca sadece bekçiler bıraktı.

Evet görünürde bütün ülke onundu.

Amma toprağın ve iklimlerin kendine göre bir karakteri olacağını, her toprağa ve her iklime her şeyi dikemeyeceğini hesaplamamıştı.

Bediüzzaman Hazretleri ise, toprağın hastalıklı olduğunu, Osmanlının son dönemlerinde yaptığı dikimlerle anlamıştı.

Öyle ise hastalık geçene kadar bu topraklara bir şey ekilmemeliydi.

Kader de yardım edince, hastalıklı olmayan toprakları bulup oralarda ekimini gerçekleştirdi.

Sonra şu hesabı yaptı:

M. Kemal’in ektiği bu topraklar 50 sene sonra çürümeye başlayacaktır. Zaten bu ekimler epterdir.

O zamana kadar özel alanlar bulup toprak ekilecek ve ancak 50 sene sonra meyve verecektir.

Onun için, “Risale-i Nur’la alakalı mahkeme hâkimleriyle bir hasbihâldir” mektubunda şöyle der;

“Efendiler! Siz, niçin sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur'la uğraşıyorsunuz? Kat'iyen size haber veriyorum ki: Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü, Risale-i Nur ve hakiki şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar.”

Ayrıca M. Kemal’den farklı olarak, “bekçi” değil bizzat, bahçıvan yetiştirdi.

Ve diyordu ki;

“Her bir memlekette tek bir bahçıvan olması benim için o memleketin fethi demektir.”

Ve işte abiler bu bahçıvanlardır.

Ve o tarihten bu yana ise 70 sene geçmiştir.

Onlar ustasından “bahçıvan” yetiştirmeyi öğrendiler.

Şimdi bu bahçıvanları yok etmeye çalışan zavallılara kötü haberim var.

Üstad bir memleket için bir tane isterken, bunlar her bir memlekette yüzlercesini yetiştirdiler.

Yirmi-otuz tanesiyle baş edemeyen sizler, binlercesine ne diyeceksiniz?

Hem toprak hastalıktan kurtulmaya başladığı gibi, ayrık otlarından da temizleniyor.

Yani anlayacağınız Bediüzzaman Hazretlerinin ektiği tohumlar ve dikip aşıladığı ağaçlar meyveye durdular.

Zira Risale-i Nur çağı yeni başlıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum