Bardakçı'ya düşmanlığa vaktim yok mesajı
Prof. Akgündüz Haber Türk yazarı Murat Bardakçı'ya hem cevap verdi hem de mesaj gönderdi
İbrahim Mert'in haberi:
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz bir demecinden dolayı kendini haksız bir şekilde eleştiren Haber Türk yazarı Murat Bardakçı'ya hem cevap verdi hem de mesaj gönderdi.
Risale Haber'e yaptığı açıklamada dizi münasebetiyle bir gazeteciye verdiği röportajda dilsürçmesi nedeniyle ortaya çıkan yanlış bir bilgi neticesinde Murat Bardakçı tarafından Habertürk Gazetesinde kendisini yıpratmaya yönelik bir yazı kaleme alındığını hatırlatan Akgündüz, konuyla ilgili kamuoyunu aydınlatmak istediğini belirtti.
Prof. Ahmet Akgündüz, açıklamasında şunları söyledi:
"İster benim dil sürçmem veya isterse gazetecinin yanlış anlaması sonucu bu hatanın olduğunu biz de hemen farkettik; dakika durmadan tashih eyledik. Sadeddin Efendi’nin tarih kitabını sayfa sayfa mütalaa eden bir insan olarak bu hatayı yapmam zor ancak mümkün; fakat sadece dil sürçmesi şeklinde mümkün. Bu bir gazete roportajı, 550 sayfalık Harem kitabında buna dair bir hata da mevcut değil. Eski makalelerimi de araştırdım; acaba aynı hata olmuş mu diye. Ancak vuku bulmamış. Kaldı ki böyle bir hata olabilir de.
"Şayet böyle bir hatayı yaptıysam ki, ben de insanım, hatamı işaret edenleri omuzumda veya sırtımda dolaşan akrebi haber veren dost olarak görürüm. Bundan da memnun olurum. Keşke suçlayıcı ifadelerle yayınlamadan evvel bu ikaz bana yapılmış olsaydı, gerçek manada bilime de hizmet gayesi ortaya çıkardı. Bilinmeyen Osmanlı kitabında var olan hatalar da böyle olması muhtemel hatalardır. Her baskıda düzelttiğimizi okuyucular bilirler. Halife Abdulmecid’i sultan diye yazmamız gibi. Bunun akademik bir hata olmadığı zira ilkokul talebesinin bile bundan haberdar olduğu ortadadır.
Prof. Akgündüz açıklamasının yanında geçmişte Murat Bardakçı ile arasında yaşanan benzer tartışmalarla ilgili açıklamaları da hatırlattı. İşte o açıklamalar:
Murat Bardakçı’nın Tenkit ve Saldırıları
Gazteci Murat Bardakçı insaf sınırlarının dışına çıkmayı kendisine gaye edinmiştir ve hedefi Osmanlı Tarihini İslami kaynaklara dayanarak yorumlayan Akgündüz'ü yıpratmaktır. Ben onun bütün iddialarına cevap verdim ve Tarih-Lenklere Cevaplar isimli kitabımda bunlar neşr edildi. Burada sadece Osmanlı kanunnameleri ile alakalı kısmı örnek olarak nakletmek istiyorum. Murat Bardakçı, benim onun bütün terbiye dışı hücumlarına rağmen ve onun kırıcı üslubu karşısında kendisine yazdığım nazik cevabımı ve tenkitlerinin tahlillerini yayınlama nezaketini göstermemiştir. Duyan da onun haklı olduğunu ve benim cevap vermediğimi zannetmektedir. Hâlbuki durum tam tersinedir. Şimdi burada Murat Bardakçı’ya yazdığım bir mektubu ve ilişiğinde Osmanlı Kanunnameleri hakkındaki tenkitlerine cevaplarımı hemen takdim edeceğim.
23.06.1996 tarihli Hürriyet Gazetesindeki bir sayfalık tenkit yazınızı okudum. Araştırma ve bilim adına hareket edenlerin yıkıcı olmaktan ziyâde, yapıcı tenkitlerle bu tür çalışmalara yaklaşmaları gerektiği kanaatindeyim.
"Osmanlı Devletinin bir müslüman devlet ve hukuk devleti olduğunu, İslâm ve Türk düşmanlarının zannettiği gibi barbar ve sömürücü bir imparatorluk olmadığını ve hukuk sisteminin de bazı eksikliklerle beraber İslâm Hukuku olduğunu belgelerle ortaya koymak üzere, tarafımızdan Osmanlı Kanunnâmeleri adlı 12 Ciltlik bir ilmî araştırma serisi başlatıldı. Kusurlarıyla birlikte tamamlanmaya yaklaşan bu seriden, Osmanlı Devletinin hukuk devleti olduğunu kabul edemeyen veya islâm Hukukunu tatbik ettiğini benimsemek istemeyen bazı çevreler rahatsız oldular. Dolayısıyla şahsımızı hedef seçtiler. 5000 sayfayı geçen 9 cilt içindeki bazı satır atlamalarını veya nüsha farklarını veya bizim de baştan kabul ettiğimiz mevcut imlâ ve okuma hatalarımızı, eserin tamamına teşmil ederek, kamuoyunu yanıltmak istiyorlar. Bizim, böylesine sathî meselelerle uğraşanlara ayıracak vaktimiz yoktur. Zira Osmanlı Tarihinden ve Osmanlı Hukukundan ve de Osmanlı Arşivinden behresi olan herkes bilir ki, bu tür sathî tenkitlerde hedef ilmin kemali değil, insanların tahkiridir ve gerçeği de bildikleri için bilenler gülüp geçeceklerdir. Asıl cevabı, Osmanlı Hukuku, Osmanlı Arşivi ve Osmanlı Tarihi uzmanlarına bırakıyorum. Ancak hakikatı merak eden insanlara da bir iki hususu ifade edeceğim.
I) "Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri" isimli eserimizin neşredilmesi, değişik fikirlere mensup farklı meclislerde muhtelif yorumlara vesile oldu. İnsana ait her eser, mutlaka eksik doğar ve yapıcı tenkitlerle mükemmel hale gelir veya daha sonra bu mevzuda kalem oynatanlar tarafından kemal noktasına doğru götürülmeye çalışılır. Bu eser, altmış yetmiş yıldır ciddi manada ve resmî planda propagandası yapılan bir görüşü belgelerle çürütme özelliğini taşıdığından, bütün ilmî platformlarda nerdeyse kazıyye-i muhkeme olarak kabul edilmiş bir fikri birden bire bertaraf etmesi kolay olmayacaktır. Ancak hakka ve hakikata âşık ilim ve fikir adamlarımız tarafından, eserin bu gayeye tam hizmet ettiğinin belirtilmesi, bize önemli bir teşvik unsuru olmuştur. Türkiye içinde ve dışında eserin takdirle karşılanması ve hem İngilizce'ye ve hem de Arapça'ya tercüme gayretlerine hız verilmesi daha sevindiricidir. Müsbet ve yapıcı tenkitleri memnuniyetle karşılıyoruz. Zira bu eser yapılan tenkitlerle daha da mükemmele doğru gidecektir.
Bazı insanların sırf müellifi tahkir etmek gayesiyle ve şerî‘at denilen islâm Hukukuna olan kinlerini tatmin etmek amacıyla ortaya attıkları iddialar, bizi sadece güldürmektedir. Bizi en çok üzen, bu meseleye ciddi sahip çıkması ve yapılan bu hizmeti herkesden önce kendilerinin takdir etmesi gerektiğine inandığımız, bir iki muhterem insanın, Osmanlı Kanunnâmeleri ve dolayısıyla bu eserle ilgili garip itirazlarıdır. Her zaman önemle ifade ettiğimiz gibi, l. Cildin birinci kısmını teşkil eden ve 12 ciltte tamamlanacak olan bu eserin bir mukaddimesi mahiyetinde bulunan 300 sayfalık bölüm okunmadan yapılan bütün tenkit ve yorumlar, maalesef hissîliğe ve peşin fikirliliğe ma'tûf sayılır. Zira Osmanlı Kanunnâmelerini, 300 sayfalık mezkûr kısım mütâla'a edilmeden değerlendirmek mümkün değildir.
Kanaatimize göre şu üç hakikat da unutulmamalıdır:
1) Bizim insanlarımızın 20. asırda müptela olduğu sathî zihinlilik hastalığıdır. Bilindiği gibi hazmedilmeyen ilim ilim değildir. Bir ilim, hazmedilmeden aktarılmaya kalkışılırsa, o zaman, ilmin aktarılması değil, hazmedilmeyen artık maddelerin kusulması mevzubahistir. Bu hastalığın bizde yaygın olduğu acı bir vâkı’adır.
2) "Arı su içer bal akıtır; yılan su içer zehir kusar" hakikatı unutulmamalıdır. Ne acıdır ki, Osmanlı Devleti'nin İslam Hukukunu tatbik ettiğini isbat için kaleme alınan bu eser, çok az da olsa, tam tersi gayelerle de izah edilmeye çalışılmıştır. Veya bu gaye ile hazırlanışı, bazı insanları kızdırmıştır ve öfkelendirmiştir.
3) Osmanlı devletini, bir İslâm devleti olarak görmek istemeyen bazı kasıtlı insanların ve hatta bazı safdillerin yaklaşımını da burada unutmamak icabetmektedir.
II) Önemle ifade edelim ki, bazı cüz’î imlâ hatalarımızın dahi bulunup çıkarılması, bizce yararlı olan tenkitler kabilindendir ve yapıcıdır. Ancak doğru okuduklarımızın dahi yanlış olarak takdim edilmesi veya bazı imlâ hatalarımızın ilmî ve okuma hatasıymış gibi gösterilmesi, bizi üzmektedir. Biraz sonra zikredeceğimiz gibi, "kösem"’in "kevsem" yazılması; "nöker"in imlâ hatasıyla nevker kaydedilmesi önemli okuma hataları ve hatta Osmanlıca’yı bilmememiz olarak takdim edilmektedir. Buna delil olarak da Osmanlı Arşivi Uzmanları tarafından hazırlanan bir Muhâsebe Defteri delil kaydedilmektedir. Böyle bir hatamızın olması halinde bunu düzeltmekten iftihâr duyarız.
Fakat bu Defteri yayına hazırlayan arkadaşlar ve bunların yapıcı ikazlarını eseri çürütmek üzere kullanan sathî görüşlü bazı insanlar, lutf edip de aynı cildin Kavram Fihristine bakacak olsaydılar, bizim nöker ve nöker-zâde kelimelerini aynı cildin dokuz yerinde doğru okuduğumuzu görürler ve Bolu Kanunnâmesindeki yanlışlığın imlâ hatası olduğunu hemen anlarlardı. Zaten Kitab’ın diğer yerlerinde kösem veyahud nöker yazıldığını eserin diğer kısımlarını mütalaa edenler bileceklerdir. Ayrıca biz orijinal metni koymakla yer isimleri ve bazı kelimelerdeki okuma veyahut imlâ hatalarının istikbalde düzeltilmesini ümit ettik ve yapıcı olmak şartıyla böyle gelişmelerden de memnun oluyoruz.
Bunun iki mühim neticesi olduğunu açıklamıştık.
Birincisi; Eserin ilim âlemince titiz bir şekilde takip ve tedkik edilmesiydi. Eserin neşrinden gaye de bu idi.
İkincisi ise, daha önceki ciltlerde, değerli büyüğüm Merhûm Mithat Sertoğlu’nun yapıcı ba‘zı tenkitlerinin dışında ciddi bir tenkidin gelmeyişi ve bunun ilmî açıdan eserin ciddiyetine alâmet olmasıydı. Kahve köşelerinde yapılan sözlü tenkitlere ise, şevkimizi kıracak şekilde ehemmiyet vermediğimiz ma‘lûmdur.
Burada şunu da tekrar tebeyyün ettirmekde fayda mülâhaza ediyoruz ki, bu eserde özellikle yer isimlerini, ba‘zı ıstılâhları ve nihâyet bir kısım kelimeleri doğru okuyamamış olabileceğimizi başta belirttik. Ancak okunan her metnin orijinalinin de kitaba alınması bu eksiğimizi istikbalde daha rahat giderme imkânını bize araştırmacılara vereceğinden eminiz.
Bu son kısma yani yapıcı tenkitlere önemli bir misâl de Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı tarafından neşredilen "438 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Anadolu Defteri (937/1530) II" adlı eserdeki müsbet ve yapıcı izahlardır.
Ancak şuna dikkat çekmemiz gerekiyor ki, biz Bolu Kanunnâ-mesini neşrederken, sadece Osmanlı Arşivindeki adı geçen defterde bulunan nüshaya değil, ayrıca Kitabımızda kaynaklarını verdiğimiz yedi nüshaya dayanarak ortak ve en doğru metni ortaya koymaya çalıştık. Dolayısıyla, orijinalini verdiğimiz metne göre değil, çoğunluğa göre bazı kelimeleri tesbit ettik. Bu sebeple, sözkonusu defterde kile bâcı geçerken, diğer nüshalarda aynı manayı veya bir başka manayı ifade etmek üzere ayak bâcı tabirinin kullanıldığını hatırlatmamız icabetmektedir. Hatta aynı ciltte Ayak Bâcı Kanunnâmesini neşrettiğimizi de hatırlatalım. Yani bizim neşrettiğimiz metinler, değerli uzman arkadaşların yaptığı gibi, tek nüshaya dayanmamaktadır.
Bu konuya kafası takılanlar veya meseleyi yanlış takdim etmeyi vazife addedenler bilsinler ki, bizim elimizde her kanunâmenin en az üç dört tane nüshası vardı. Orijinalini aldığımız nüshaya her zaman uymadığımızı defalarca belirttik. Mesela 9. Ciltte yer alan Ayn Ali Kanunnâmesinin ikincisi, Kitaba aldığımız nüshaya tam uymamaktadır. Mevcut ve eksik metinler arasından en doğrusunu bulmaya gayret gösterdik.
III) "Osmanlı Kanunnâmeleri" serisinin ilim âleminde yerini aldığını ve özellikle eskimiş fikirlerin zebûnu olmayan genç ilim adamları tarafından takdirle karşılandığını memnuniyetle görüyoruz. Tepki gördüğü tek kesim, ilimle değil basit kalıplarla uğraşan ve ecdâdımızın böyle bir hukuk sistemine sahip olacağını bir türlü kabullenemeyen bazı sathî fikirli insanlardır. Bunların gösterdiği tepki de, ilmî değil sadece sathî bazı tenkitlerdir. Böylesine bir sataşmayı ve yapılan ilmî bir hatayı aynen aktarıyoruz. Önce ithâm edilen maddeyi dile getirelim:
"Ve bir kimesnenin elinde veya evinde uğurluk esbâb bulunsa, satun aldı ise, satanı bulduralar; bulunmaz ise, müttehem ise, işkence edeler; meğerki bulıcak kadıya getürüb teslim edeler veyahud yabanda bulduğun isbât ede. Ammâ işkencede ihtiyât edeler ki, kabl’es-sübût telef-i nefs olmaya. Ve eğer işkencede ölürse da‘vâsı sorulmaya.".
Bu maddeyi bugünkü hukukî dil ile anlatalım:
"Bir şahsın elinde veya evinde çalıntı mal bulunsa, eğer başkasından satın aldı ise satanı bulduralar. Eğer kendisine satanı bulamazsa ve daha önce de bu şahıs hırsızlık suçu ile itham edilmiş bir zanlı ise, işkence edeler. Ancak bulduğu malı hâkime getirip teslim etmişse veya dışarda bulduğunu isbât ederse, kendisine karışmayalar. Ayrıca işkencede ihtiyât edeler yani falaka veya değnek ile sıkıştıralar, ta ki, canı telef olmaya. Eğer işkence neticesinde daha önce de hırsızlık suçu işlemiş olan kimsenin ölümü sözkonusu olursa, da‘vâsı sorulmaya."
Dikkat ederseniz, Osmanlı Kanunnâmesinde daha evvel aynı suçu işlememiş bir kimseye işkence edilmesi kesinlikle yasaklanmıştır. İşkence deyince de bugün hukuk devletiyim diyen devletlerin yaptıkları gayr-ı insânî işkenceler hatırlanmamalıdır. Çünkü başka bir Kanunnâmede bunun tarifi yapılmıştır. İsteyen Osmanlı Hukukunda işkencenin sınırları ile ilgili olarak Dördüncü Cild’de yer alan Siyâset-i Şer‘iyye Risâlesine bakabilir. Burada Osmanlı hukukçuları işkencenin, falaka veya değnek ile öldürmeyecek tarzda sıkıştırma demek olduğunu açıkça belirtmiştir. CMUK’un adâlet mekanizmasını felce uğrattığı şu günlerde, bu manada bir sıkıştırma olmadan daha evvel de aynı suçu işlemiş ve artık suç makinası haline gelmiş olan insanların başka türlü suçlarını itirâf etmediklerini, devletin güvenlik kuvvetlerine sormak gerektir.
Bütün bu manaları, hiç aslı astarı olmayan ilâvelerle Osmanlı Devletine iftirâ haline getiren bir yazarı beraber dinleyelim ve çarpıtmaların derecesini hesâb edelim:
"Hâlbuki ikinci Bâyezid, 1500’lü yılların başında yayınladığı "Kanunnâme"de CMUK gibi yasaların bütün mahzurlarını kaldırıyor ortadan... Kanunun 32. maddesinde "Suçluyu konuşturmanın en iyi çaresi, işkencedir..." buyuruyor. "Bir kimsenin evinde çalıntı mal çıksa, satın aldı ise satanı bulduralar. Söylemezse işkence edeler.". İşkencenin çok dikkatle yapılmasını da istiyor ikinci Bâyezid... "San’atınızı ustaca kullanın, adamı itiraf etmeden sakın ha öldürmeyin" diyor.".
Şimdi soruyoruz: Bu cümlelerden hangisi var zikrettiğimiz Kanunnâme maddesinde? "Daha evvel hırsızlıkla yargılanmış ve uslanmamış usta hırsızların işkence ile konuşturulması" nerede, "evinde çalıntı eşya bulunan herkesin suçu itiraf etmesinin en iyi yolu olan işkenceye tabi tutulması" nerede? Bu misalden sonra diğer benzeri iddialarını tahlile bile değer görmüyoruz. Zira bu ifadelerde Osmanlı Devletine karşı, peşin hüküm sözkonusudur.
Siz, yüzbinler satan bir Gazete’de yalan yanlış tenkitlerde bulunun, sonra da şaka yaptık ve mizah yapmıştık deyin. Biz de mi hatalarımıza şaka ile yazmıştık diyelim? Hayır; ilim adamlığı buna müsaade etmez. Biz, Osmanlı Kanunnâmelerini niçin telif ettiğimizi, bu yazımızın ilk cümlesinde ve her cildin Mukaddimesinde açıkladık. Bu gayemize aykırı olarak ve gerçeği saptırarak, kim kalem oynatırsa oynatsın, gayemizi hak bildiğimiz sürece, kendi davamızı müdafaaya devam ederiz. Bu gayeye aykırı olarak yanlış yorumlarda bulunan, Ömer Lütfi Barkan veya Fuat Köprülü de olsa, meseleyi tashih etmeyi vazife addederiz. Ayrıca hatamız varsa, kabul etmeye hazır olduğumuzu da her cildin başında açıkladık.
IV) Bazı gazete yazarlarının, Osmanlı Kanunnâmelerindeki Kur’an ve Sünnet ile sâbit olan şer‘î hükümlerle Osmanlı Kanun Koyucusunun ortaya koyduğu tazir cezalarını da birbirine karıştırdıklarını ve ikisini ayırt edemediklerinden her ikisine de aynı şiddette hücum ettiklerini acıyla okuyoruz. Mesela Kanunnâmelerdeki kısas, yani kâtilin suçu karşılığında belli şartlar altında idam edilmesini veya şartları yerinde ise hırsızlık suçunu işleyenin elinin kesilmesini vahşet olarak vasıflandırmaları, bunu vaz‘ edenleri ve bu hükmü nakleden ilim adamlarını "kasaplık"la suçlamaları, bunların başında gelmektedir. "Kulak ve burun kesmek" gibi tazir suçlarının, islâm Hukukunun vaz‘ ettiği cezalar olmadığını, belli dönemlerde Osmanlı Hukukçuları tarafından tazir cezaları olarak uygulanmak istendiğini ve hatta bunların da tartışıldığını, 1. Ciltte uzun uzun tartışmışız. Bütün bu bilgisizliklere rağmen, sanki bu tazir cezalarını bu asırda da tatbik edelim diye bir teklif yapmışız gibi, ithamlarda bulunmak, hiç münâsebeti yokken doktoramızı, doçentliğimizi, profesörlüğümüzü sorgulamak ve hatta belli makamlara jurnal yaparcasına dekanlığımızı serrişte etmek, evet bunların ilim ile ve araştırma ile ne alakası vardır? Bir türlü anlayamadım. Bir milletin yüzde doksandokuzunun inandığı, Kur’anın hükümlerine ve şerî‘ata hakaret edenlere imkân var da, milletin mukaddesâtını belgelerle ortaya koyacak ilim adamlarına neden müsâade yok? Bu sorunun cevabanı aklı olanlara havale ediyorum.
Zirve dediğiniz ve benim de istifâde ettiğim şahısların, bırakınız imlâ hataları şeklinde, tamamen ilmî mahiyette nice hatalar yaptıklarını benim kadar, siz de biliyorsunuz. Neşredilen bu eser, onların ciddi bir kısım hatalarını düzeltmesinin yanında, elbetteki bazı hataları da bulunabilecektir. Ancak satır atlamalarını ve altını çizerek ifade ediyorum, bazı imlâ hatalarını (kevsem, nöker gibi), Osmanlıca bilmemek ile ithama vardırmak ve eserin umumuna teşmil etmek, ilim anlayışına uymasa gerektir. Eğer nevker yazılan Bolu Kanunnâmesinin bulunduğu 5. Cildin Kavram Fihristine bakabilme zahmetine katlansaydınız, aynı ciltte nöker şeklinde dokuz defa doğru okunduğunu, bir yerde nevker ve bir yerde de nevkerân tarzında iki kerre imlâ hatası bulunduğunu görürdünüz. Ayrıca hatalı okuduğumuz kelimelerin olmadığını da iddia etmiyoruz. Tashih edenlere de teşekkür ediyoruz; elbetteki tahkire varmamak şartıyla.
Eserin telifi ve şerî‘at ile ilgili sözlerinize gelince, bizim sizinle bu konuda aynı kanaatte olmamız mümkün değildir. Kur’an’ın emri olan kısâsı sizin gibi müstehzî bir üslubla tenkit etmemiz de mümkün değildir. Gayeye yönelik tenkitlerinizi saygıyla karşılıyorum. Ancak bizim dekanlığımızın ve öğretim üyeliğimizin bu eserin gayesi ve bizim Kur’an’ın hükümlerini neşredişimizle ne alakası vardır? Bilemiyorum.
İlim adamları ve araştırmacılar arasındaki münâsebetlerin böyle olmamasını düşünüyor ve yayınlamanız ümidiyle, daha önce Kanunnâmelerin Önsözlerinde de ifade etttiğimiz bazı cevablarımızı okuyucunuza duyurmanızı istirhâm ediyorum.
Biz, muhabbet fedaileriyiz, husûmete vaktimiz yoktur.
***
Murat Bardakçı yıllar önce Hürriyet Gazetesinde hakarete varan bir üslupla yaptığı tenkitleri, kendince bir gazete röportajındaki isim hatasını bahane ederek ısıtıp ısıtıp okuyucunun önüne koyuyor. Okuyucularımızın ısrarı üzerine, ona cevap olsun diye değil, merak edenlerin okuması için o gün verdiğimiz cevapları aynen tekrar ediyoruz.
1 Ekim 1995 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin 20. sayfasında Sayın Murat Bardakçı’nın, Osmanlı’da Harem adlı eserimizle ilgili bir sayfalık tenkit yazısı çıktı. Bu yazı, bize göre çok güzel noktalara değinmek ile beraber, bazı hususlarda yine çarpıtmalarla doludur. Önemli olanlarından biri iki misal verelim:
1) Haremde bulunan cariyelerin tamamının hizmetçi olduğunu, ibadetle meşgul olduklarını ve hiç bir şekilde Padişahın bunlarla cinsî hayat yaşamadığını Kitabın hiç bir yerinde zikretmedik. Bilakis, bu zamana kadar bir iftira mahiyetinde yazılan ve ileri sürülen, Padişahların yüzlerce kadınla ve Haremdeki bütün cariyelerle karı-koca hayatı yaşadığı iddiasının doğru olmadığını ifade ettik.
Osmanlı Sarayında Harem denilen Padişahın evinde herhalde Padişah kızlarının ve hanımlarının yemek yapmasını ve çamaşır yıkamasını bekleyemezsiniz. Elbette ki bunlar bu işleri yapamayacağına göre, bunları yürüten hizmetliler olacaktır. Bu hizmetliler de günümüzde olduğu gibi, kadın erkek karışık değil, sadece kadınlardan olacaktır. Hür kadınlar bu işi görmeyeceklerine göre, o zaman köle olan kadınlar yani câriyeler bu işleri göreceklerdir. İşte Osmanlı Hareminde sayıları 50’yi, 70’i ve bazen da 400-500’ü bulan câriyeler, bu manada kadın hizmetlilerdir. Bu gün evinize gelen hizmetli bir kadınla veya temizlikçi bir hanımla ev sâhibinin cinsî münâsebet kurması ne kadar çirkin ise, Padişahların da bu manada cariyelerle cinsî münâsebet kurmaları o kadar çirkindir. Elimizde Haremdeki çamaşırhânede ne kadar, mutfakta ne kadar ve sairede ne kadar câriye çalıştığı listeleri ile mevcuttur. Şu anda Çankaya Köşkünde ne kadar kadın görevli bulunduğu malumdur; ama Sayın Cumhurbaşkanının bunlar ile aile hayatı yaşadığını kimsenin ileri dahi süremeyeceği de çok iyi bilinmektedir.
Câriyelerin ikinci çeşidi ise, mâliklerinin ve sâhiplerinin hem intifâ‘ ve hem de istifrâş hakkına sahip olduğu cariyelerdir. Bunlar, bir nevi nikâhlı eş durumundadırlar. Cinsî hayat yaşadığı eşinden başkasına haramdırlar. Erkekler bunlara da kendi karısı gibi mu‘âmele etmek zorundadırlar. Bunlardan çocuk sâhibi olunca, ümm-i veled adını alırlar ve artık başkasına satılamazlar. Hür adamın çocuğunu doğurduklarından hürriyetlerine kavuşurlar ve beylerinin vefâtından sonra hürriyetlerini elde ederler. Hür kadınlardan farkları, nikâh akdi yapılmadığı sürece, dörtten fazla kadınla evlenme sınırının olmayışıdır. Bu câriyelerle, nikâh yaparak tamamen eş durumuna getirmek de mümkündür. Ancak başta Hanefi mezhebi olmak üzere, Kur’an’ın konuyla ilgili âyetine dayanan çoğu hukukçular, hür kadın varken, bu çeşit cariyelerle nikâh yapmayı tavsiye etmemişlerdir.
Osmanlı Hareminde bulunan câriyelerin çok azı bu çeşit câriyelerdir. Daha da önemlisi, Osmanlı Padişahları, Fâtih Sultân Mehmed’e kadar hür kadınlarla evlilik yapmışlardır. Fâtih’den sonra gelen Padişahlar, iki üç evlilik müstesnâ, hür kadınlarla değil, ikinci gruba giren câriyelerle evlenmişler ve bazen da nikâh yapmışlardır.
Mesele, hakkında 472 sayfalık kitap yazılmasına ve bu konu yanlış değerlendirildiği için Kitabın içinde iki defa tekrar edilmesine karşılık anlaşılamayınca, elbette ki konuyu soran Cumhurbaşkanına edeb dairesinde ve meseleyi anlatmak için böyle bir misal verilmesinde gayr-ı ilmîlik veya Cumhurbaşkanlığı makamına saygısızlık göremiyoruz. Asıl değerlendirmeyi, şuurlu okuyuculara bırakıyoruz.
2) Sayın Murat Bardakçı’nın Aşk Mektupları adı altında zikrettiği mektuplar, hem karı-kocanın birbirine yazdığı ve gizli kalması gereken yazılardır ve hem de buna rağmen gayr-i meşru bir ifadeye ve hatta kendisinin seçip de naklettiği mektuplarda dahi edebe aykırı kelimelere rastlamak mümkün değildir. Yoksa aşk denilen olgunun, Müslümanlarda olmadığını söyleyen yoktur. Belki meşru dairede olduğunu ve bugünkü gibi gayr-i meşru aşkların yaşanmadığını söyleyen vardır. Bir de Sayın Bardakçı’nın naklettiği ve aşk mektupları dediği şeyler, I. Abdülhamid’in kendi hanımı yani Baş Kadın Efendisi olan Hatice Ruh Şah’a yazdığı mektuplardır. Bugün bile, bir insanın kendi hanımına yazdığı gizli mektuplar açıklansa, elbette ki umuma göre ayıplanabilecek bazı cümle ve kelimeler bulunabilir. Hâlbuki bu zikredilen mektuplarda şer‘an yasak olan bir ifade yoktur.
Osmanlı Padişahları ve haremde yaşayan kadınlar da insandır. Bunlar da hem sevecek ve hem de sevdiklerini kıskanacaklardır. Dolayısıyla insanlık gereği aralarında geçen bazı sürtüşmeleri veya aralarında alınıp verilen ve Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar aileye has kalan özel arşivlerdeki muhabbet mektuplarını, hep menfi manada değerlendirmek veya bunlar arasından suiistimal edilebilir birini seçip hepsine teşmil etmek doğru değildir."
3) İslam toplumlarında ve dolayısıyla Osmanlı cemiyetinde, fertler, cinsî münâsebet konusunda, edebe ve meşruiyete aykırı olmayacak şekilde elbette ki bilgilendirilmiştir. Sayın Murat Bardakçı’nın zikrettiği ve bir kısmına bizim de atıf yaptığımız kitaplar, cimâ‘ın âdâbı başlığı altında âdâb-ı muâşeret veya tahsîsen bu konuya ait telif edilen kitaplarda belirtilen hususları ihtiva etmektedir. Elbette ki hem Kur’an’da, hem sünnette ve hem de bunlardan ilhâm alan İslâm âlimlerinin eserlerinde cimâ‘ yani cinsî münâse-betle ilgili bilgiler olacaktır. Cinsî hayatın makul ölçüler içerisinde ve meşru dairede yürümesinin şartı da budur. Eğer İbrahim Hakkı’nın Ma‘rifetnâme’sine ve Kabusnâme’nin ilgili bahislerine Sayın Bardakçı atf-ı nazar edebilirse, meşru dairede ve ancak her şeyi açıklayacak şekilde yani onun tabiriyle sansürsüz bir tarzda cinsî bilgilerin verildiğini görecektir. Bu, tamamen sıhhî ve ilmî olan bilgilerle bugünün seks dergilerini ve cinselliği suiistimalini kıyaslamak mümkün değildir.
4) Sayın Murat Bardakçı’nın yazısının dörtte birini teşkil eden ve bir çıplak cariye görüntüsü adı altında okuyuculara sunduğu resmin kaynağını açıklamasını arzu ediyoruz. Zira bu ve benzeri resimlerin tamamen Avrupalı seyyâhlarca ve ressâmlarca çizilmiş hayalî resimler olduğunu, insaflı olan bütün araştırmacılar kabul etmektedirler.
Yine bu sebepledir ki, Topkapı Sarayı resim galerisinde mevcut olan Hurrem Sultân’ın muhtelif tablolarıyla kızı Mihrimah Sultân ve Gülnüş Sultân’a ait resimlerin otantik (güvenilir) olup olmadıkları üzerinde haklı olarak durup düşünmemiz icabetmez mi?" .
Cumhuriyet döneminde haremle ilgili olarak kaleme alınan kitaplarda yer alan veya kitap kapaklarını teşkil eden gayr-i meşru resimlerin tamamı, batılı ressâmların hayal ürünleridir. Mesela Meral Altındal’a ait Osmanlı’da Harem adlı kitabın kapağındaki çıplak resim, Karl Briullov’a ait olduğu gibi, aynı yazarın Osmanlı’da Kadın adlı kitabının kapağındaki çıplak resim de Camille Rogier’e aittir.
Sayın Bardakçı, Kitabımızın ikinci baskısında kendisinden istememize rağmen, tenkit yazısında kullandığı çıplak cariye resminin kaynağını henüz açıklamadı. Ancak biz açıklamak istiyoruz ve diyoruz ki, bu da tamamen Avrupalı bir ressâmın hayal ürünü olan bir resimdir. Bu resim, Jean-Auguste Dominique Ingres, La Grande Odalissque, sh. 180’den alındığını, Sayın Alev Lytle Croutier kayd etmektedir. Yani tamamen Avrupalı bir ressâmın hayal ürünüdür.
Netice itibariyle İslâm Hukukundaki şer‘î hükümler nazara alınarak ve bu zamana kadar yapılan çalışmalar elden geldiğince değerlendirilerek kaleme alınan "Osmanlı’da Harem" adlı eserimiz daha da tartışılmaya devam edecektir. Ancak tenkitlerini bize yöneltenlerin, insaflı olmalarını, eseri iyice inceledikten sonra tenkitlerini yapmalarını istirham ve imlâ hataları konusundaki eksikliklerin yeni baskıda giderileceğini ifade ediyoruz. Ayrıca kitabın muhtelif yerlerinde açıkladığımız gibi, Osmanlı Padişahlarının masum olmadıklarını ve bir kısmının meşru dairede bazı suiistimalleri yapmış olabileceğini ve ancak bir iki insanın suiistimalinin bütün bir nesle teşmil edilemeyeceğini ve hele hele tamamen dindar olan bu insanların cinsî sapık aslâ ilan edilemeyeceğini ve bu zamana kadar cariyelik ve haremle ilgili yazılanların çoğunluğunun çarpıtma ve tahrîfatlarla dolu olduğunu ifade etmek istiyoruz.
Böyle bir kitabın, bütün gayesi İslâmı ve Osmanlı Devletini kötülemek olan bazı kalemleri memnun etmesini beklemek ise, elbette ki safdillik olacaktır. Belgeler konuştukça, bir kısım tabular da yıkılacaktır."