Bediüzzaman mevlidi doğu ve batıyı birleştirir
Rahmi Erdem’le yapılan röportajın ikinci bölümü…
Ömer Özcan’ın röportajı-RisaleHaber
2. BÖLÜM
GELECEK NESİLLER BU İBRETLİ TABLOLARI UNUTMAMALI
Hapisten çıkınca “bu kadar yeter artık” deyip doğudan ayrılmayı düşünmediniz mi?
“Serçe kuşuna musallat olan atmaca, serçenin istidadını inkişaf ettirir” kaidesince, bu bitmeyen baskı ve takipler bizde de aynı tesiri icra ediyor, şevk ve gayretimizi arttırıyordu. Doğu’da kaza ve köyleri taramaya devam ediyor, Kur’an hakikatlerini muhtaç gönüllere götürmeye çalışıyorduk. Yine bir gün, Van’da telgraf memurluğu yapan Nihat Bey’le bir seyahate çıktık. Nihat Bey aslen Malazgirtliydi. Van’da memurin zümresiyle ilgilenir, onların yalnızlıktan kurtulmasına çalışır, evinden hiç misafir eksik olmazdı. Van’da misafirperverliğin sembol ismidir. Nihat Bey beni alıp ilk önce Erciş’e götürdü. Orada mü’min kardeşlerimizle ders ve sohbetler yaptıktan sonra Patnos’a geçtik. Mevsim kış, hava çok soğuk... Patnosluların bizi heyecanla beklediklerini gördük. Şeyh Hikmet isminde bir zatın tek odası bulunan evinde ders okuduk. Ders bitti ve çaylarımızı içtik. Otelde bize yer ayırtmışlar. Otel çok vasıfsız... Yatak ve çarşafları çok kirli, yıkanmamıştı. Üstelik bize verilen odada bizden önce köyden kazaya gelen sarhoş öğretmenler kalmışlar ve her tarafı kirletmişlerdi.
Bütün hayatı tertemiz pırıl pırıl geçmiş arkadaşım Nihat Bey, yorganı açınca vaziyeti bütün dehşeti ile gördü. Beylik damarı ile söylenmeye başladı. Ben her hâlükarda yatmasını, eğer bu arkadaşların evleri müsait olsaydı bizleri misafir edeceklerini söyledim. Bu durumun bir imtihan olduğunu söyleyerek kendisini teskin etmeye çalıştım. Nihat Bey sözümü kesip “Ben böyle bir imtihanı kabul etmiyorum” dedi ve beni kaldırıp ders okuduğumuz eve geri getirdi. Eve gelince kapıya bütün gücüyle bir tekme attı. Ev sahibi büyük bir korku ve dehşetle kapıyı açtı. Nihat Bey, Doğu’daki törelerin böyle olmadığını, her şeye rağmen bir çare bulup bizi öyle pis bir otele göndermemesi gerektiğini, bunun yanlış ve yakışıksız bir hareket olduğunu hiddetle söyledi.
Sonra sert ve kesin bir emirle, “Git, yatağın yoksa komşundan getir” dedi. Ev sahibi itirazsız söyleneni harfiyyen yaptı. Yataklarımızı hazırlayıp sobayı yaktı. Bu maceralı misafirlikten sonra sabahleyin Tutak ilçesi istikametine yöneldik. Yolda arabamız arızalandı. Kendimizi Tutak kazasına zor atabildik. Tutak’ta, Patnos’taki o nahoş otel bile yoktu. Mecburen daha evvelden duyduğumuz, Maliye’de Veznedar Abdurrahman Akman isminde bir dostun evini sorarak bulduk. Abdurrahman Bey, kırk yaşlarındaydı. Kalın gözlük camları arkasından samimiyetle bize bakan meraklı gözlerle kapıyı açtı. “Buyurun” dedi. İlk sözüm, “Misafir kabul eder misiniz?” oldu. Biraz tereddüt geçirdi. Dışarıda kalmamak için mecburen kendimi tanıttım. Bizi içeri aldı. Gıyaben tanıdığını, görüşmenin bugüne nasip olduğunu söyledi.
Sohbetin arasında, köyden baldızının doğum yapmak için kendisine misafir geldiğini, lohusa olduğunu, evinin damının aktığını, bir tane sağlam odası bulunduğunu, oraya da bizi aldığını, çocuklarını ve hastasını damı akan başka bir odaya taşıdığını söyledi. Nihat Bey’le birbirimize bakıştık. Çok duygulanmıştık. Hemen müsaade isteyip ayrılmak istedik. Fakat öyle samimi bir şekilde karşı çıktı ki ayrılamadık. Bu gecenin vaktinde bütün olumsuz şartlarına rağmen misafirlerini bırakmanın kendisi için bir hakaret ve züll olduğunu söyledi. Göz yaşartıcı bir fedakârlıktı bu. Allah rızası için gurbeti, hicreti ihtiyar eden mazlum bir insana, Nur’un hatırı için kollarını, şefkat kanatlarını açmış Doğu insanının, en halis yüzü olan imanını, misafirperverliğini ve ihlâsını sergileyen bir ulvi tabloydu bu. Gelecek nesillerin bu ibretli tabloları unutmamaları gerektiğine inanıyorum.
Tutak’tan Ağrı’ya geçtik. Orada muhterem ilim adamı Molla Nusret Kocabay Hocaefendi’ye misafir olduktan sonra Erzurum, Erzincan ta Malazgirt’e kadar yolculuğumuz devam etti. Artık Malazgirtli Nihat Bey ev sahibimizdi. Dayısı Ali Bey’in evinde misafir etti bizi. Orada bütün akrabalarına Risale-i Nur’u anlatıp bu tarihî kazada bütün dostlarımızı ziyaret ettik. Sonra Van’a döndük. Çok maceralı ve istifadeli bir seyahat olmuştu.
Terör belasınDAN KURTULMANIN ALTIN FORMÜLÜ
Hizmetle alakalı yaşadığınız başka hadiseler var mı?
Tarih 25 Kasım 1965... Van’daki evimdeyim. Telefonum bütün şiddetiyle çalmaya başladı. Sanki uğursuz bir haber verecekti. Ahizeyi elime aldım. Erciş’ten aranıyordum. Öğretmen İsmail Nurpolat’ın bir tertip neticesinde nezarete alındığını, Erciş halkının bu zulme karşı şahlandığını, topluca bunu protesto ettiklerini öğrendim. Derhal kalkıp Erciş’e gittim.
Baktım bütün şehir ayakta... Üç bin kişi emniyet komiserliğinin etrafını sarmış. “Biz de Hz. Muhammed’in izindeyiz. Öğretmenimizi isteriz” diye haykırıyorlardı. Topluluğa hitap ederek sakin olmalarını, herhangi bir taşkınlık yapmamalarını, bu memlekette âdil hâkimlerin bulunduğunu söyleyerek teskin etmeye çalıştım. Sonunda sükûnet buldular.
Mesele şuydu: Erciş Ortaokulu’nda öğretmenlik yapan İsmail Nurpolat, talebelerine, “Peygamberin İzindeyiz” şiirini yazdırıp ezberlemelerini söylemiş. Bir kız çocuğun memur olan velisi, buna tahammül edemeyerek öğretmeni karakola şikâyet etmiş. İsmail Nurpolat, Ercişlilerin bütün infial ve gayretlerine rağmen Erciş savcısı, kaymakamı ve jandarma komutanının işbirliğiyle tevkif edildi. İster istemez şöyle düşündüm: Kafkasya asıllı olan Öğretmen İsmail Nurpolat’ın ecdadı, Rus emperyalizminden kaçıp dinlerini, inançlarını daha iyi yaşayabilmek için, çileli ve uzun bir hicreti göze almışlardı. Acaba geriye bırakacakları evlat ve torunlarının bir gün dinlerini yaşamak uğruna bu hallere duçar olacaklarını düşünmüşler miydi?
Bu tezat ve çarpıklığı anlamak mümkün değildi. Şark insanının fıtratını okuyamayan veya inadına okumak istemeyen bu zihniyet, senelerce önceden Bediüzzaman Hazretleri tarafından, kitaplarında, belki de yüzlerce yerde şöyle ikaz ediliyordu:
“Ekser enbiyanın şarkta, ekser hükemanın garpta gelmesi gösteriyor ki, şarkın terakkiyatı din ile kaimdir. Başka vilayetlerde sırf fünun-u cedide okuttursanız da, şarkta herhalde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türk’e hakiki kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız.” ( Tarihçe-i Hayatı, Söz Bas. Yay., s. 181.)
İşte terör belasını araştırmak isteyen sosyologlara ithaf olunur. Altın formül burada...
Neyse... İsmail Öğretmen’in validesi oğlunun bir cani, bir ırz düşmanı gibi tutuklanmasından sonra, ana yüreği dayanamamış ve beni istemişti. Kendisiyle Risale-i Nur’dan aldığım ders ve telkinlerin ışığında uzunca konuştum. Kısmen rahatlamıştı.
Bu teyzeden daha evvel, Tatvan’daki evinin bitişiğindeki arsayı, dershane yapmak için istemiştim. Kendisinden ilk defa arsayı istediğim zaman, Tatvan’ın etrafındaki dağları göstererek, “Dersinizi oralarda yapın” demişti. Ben de, “O dağlarda bu dersleri kurtlara mı okuyacağız?” demiştim. Bu hadise vesilesiyle teklifimi tekrar ettim. Fakat “Evimin yanında dershane yaparsanız, oğlumu tutarlar, tevkif ederler, başına tekrar bela gelir” dedi ve arsayı vermek istemedi. Ben kendisine, asıl bela ve musibetin imansızlık ve dinsizlik olduğunu, bizim başımıza gelenlerinse hakikatte ibadet ve sevaplı bir mükâfat olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Ama o, biricik oğluna ziyade şefkati yüzünden arsayı veremiyordu. Fecir zamanına kadar oturduk.
Bir ara dışarı çıktı. Ellerini kaldırıp “Ya Rabbi! Oğluma yanlış şefkat ederek, senin rızan için hizmet eden bu insanlara mani olmak istemem. Oğlum da senin yoluna kurban olsun” diyerek niyazda bulunmuş. İçeri girdi ve “İstediğiniz arsayı size veriyorum” dedi.
Bir buçuk ay içinde bu arsaya bir dershane yaptık ve açtık. Tatvan’da ekilen Nur tohumları neşv-ü nema bulmaya devam ediyordu. Bu musibete maruz kalan İsmail Öğretmen’e, İstanbullu hamiyetli bir tüccar bir miktar para gönderiyor. Bakıyor ki para geri iade edilmiş. Tüccar bunu bir türlü anlayamıyor ve Av. Bekir Berk’in yazıhanesine geliyor. Bekir Bey de ihlâs ve istiğna düsturlarını izah edip onu tatmin ediyor.
İsmail Öğretmen cezaevinde iki aya yakın kaldı. Neticede davayı üstlenen Av. Bekir Berk’in de hazır bulunduğu ilk duruşmada, 29 Ocak 1966 tarihinde İsmail Nurpolat tahliye edildi. Bu dava ve tahliye vesilesiyle Erciş’te bir bayram havası olmuştu. Her celsede civar kasaba ve köylerden, çok kalabalık gruplar mahkemeye gelip iştirak ediyorlar, İsmail Öğretmen’e sahip çıkıyorlardı. Ve böylelikle Risale-i Nur ilan edilmiş oluyordu.
Adilcevaz’da Öğretmen Ahmet Kara’nın Davası
23 Şubat 1966... Her zaman olduğu gibi Van dershanemizde kardeşlerle Nur risalelerini mütalaa ediyorduk. Yine elem verici tatsız bir haber geldi.
Adicevaz Ortaokulu Matematik Öğretmeni Ahmet Kara tevkif edilmiş. Adilcevaz Savcısı bana da haber salıp “Sakın gelmesin onu da tevkif ederim” demiş. Arkadaşlar, gitme deseler de hemen Adilcevaz’a gittim.
Hadise şu: Solculuğu ile maruf Adilcevaz Ortaokul Müdürü Ramazan Hamarat, sınıflarda çocuklara mezkûr Risale-i Nur ve Bediüzzaman aleyhinde yazdırılmış broşürleri okuyor. Kur’an’a çöl kanunu gibi ithamlarda bulunup dinsizlik yapıyor. Talebeler de bitmeyen bu propagandaların aslını hocaları Ahmet Kara’ya sorarlar. Müspet manada talebelerini aydınlatır Öğretmen Ahmet Kara. Gayretinin boşa gideceğini düşünen Müdür, Ahmet Kara’yı odasına çağırır. Öğrencilere dini telkinat yapmamasını ve malum broşürleri sınıflarda okumasını amirane ister. Ahmet Kara büyük bir cesaretle reddeder ve kapıyı müdürün yüzüne çarparak odadan ayrılır.
Tertip, plan işletilmeye devam eder. Müdür düzmece isnatlarla Adilcevaz Emniyeti’ne Ahmet Kara’yı şikâyet eder. Hızlı bir solcu olan, benim de iyi tanıdığım İlçe Milli Eğitim Müdürü de savcıya telkinatta bulunarak destekler. Savcı Ahmet Kara’nın evinin aranmasına karar verir ve tevkif eder. İşte masum ve mazlum Öğretmen Ahmet Kara, etrafı adeta din düşmanları tarafından sarılmış vaziyette kendini bir anda hapishanede buluverir. Adilcevaz’ın dindar halkı bu olaydan çok müteessir olmuş ve medenice infial göstermişlerdir. Ahmet Kara bir ay mevkuf kaldıktan sonra, yapılan ilk duruşmada tahliye edilmiş ve vazifesine iade edilmiştir. Ama ne yazık ki o kış kıyamet günü, Erzurum’un Şenkaya ilçesine sürgün gitme durumunda bırakılmıştı. Neticede beraat etmiştir.
7 KİŞİYE 7 AY HAPİS
Van şehrinde, bizim Risale-i Nur’u tanıdığımız 1967 yılında bir hapishane hatıranız daha var. Onu da anlatır mısınız?
(1967 Van Mevlidi mazlumu yedi kişi. (Ayaktakiler-soldan) Av. Gültekin Sarıgül, Bahaddin Gürsoy, Selahaddin Akyıl, Rahmi Erdem, Erol Kuralkan
(Oturanlar) Mustafa Ateşmen, Müştak Zernekli.)
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Van şehrinde yirmi sene ikamet etmiş ve ders vermiştir. Orada onun çok yakın talebeleri vardır. İşte onun hatıralarını anmak ve aziz ruhunu tesid etmek için, 1967 senesinde Vanlı kardeşlerimizle istişare ederek, mevlid-i şerif okutmaya karar verdik. Bunun gelenek haline de gelmesini istiyorduk. Böyle anma toplantılarının bilhassa Van’da yapılmasıyla, doğulusu ve batılısı ile içtimai bir kaynaşmaya vesile olacağına ve bu memleket insanının birlik ve beraberliğine hizmet edeceğine inanıyorduk.
İşte bu güzel duygularla 7 Ağustos 1967 tarihinde, Van’da mevlit okutulacağını gazetelerde ilan ettik. Türkiye’nin her tarafından akın akın insanlar gelmeye başladılar. Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ni tanıyan, onun eşsiz Risale-i Nur eserleriyle imanlarını kurtaran veya kuvvetlendiren binlerce insan, Erek Dağı eteklerinde kurulmuş Çoravanis (Kavuncu) köyünün camisinde toplandılar. Camide okunan Kur’an-ı Kerim, salâvat-ı şerife, mevlid-i şerif ve Nur derslerini huşû ve huzû içinde dinlemeye başladılar.
Namazlar kılındı, yemekler yendi. Sonra Av. Gültekin Sarıgül bir veda konuşması yaptı. Her şey tamamlandı. Herkes huzur ve neşe içinde dağılmaya başladı.
(Soldan) Gültekin Sarıgül, Bahaddin Gürsoy, Rahmi Erdem ve Erol Kuralkan, Van hapishanesinden adliyeye götürülürken (1967)
Derken birden ortalık karışıverdi. Polis tarafından yollar kesildi. Yabancı kim varsa emniyette nezarete alınmaya başlandı. Şehir bir anda karıştı. Vanlılar şaşkın, küskün, dargın ve mahcup... Zira misafirlerine yapılan zulüm onlar için bir hakaretti. Hadiseyi tertipleyen ve tezgâhlayan Komiser Mahmut Babadağlı idi. Bu zat Konya’da yıllarca Nur talebelerine kan kusturmuş, bu davanın amansız bir düşmanıydı. Konya’da âdil ve hakperest Ağır Ceza Reisi Cevdet Can ve arkadaşlarının verdiği beraat kararıyla muradına erememiş ve oradan Van’a sürgün edilmişti. Hâlbuki böyle vatandaşına zulmeden zalimlerin cezası sürgün değil, başka türlü olmalıydı. Konya’dan Van’a göndermek, “zulmüne orada devam et” demekti. Bu yanlış ve çarpık bir devlet politikasıydı.
Komiser Mahmut Babadağlı, misafirlerin işini bitirdikten sonra dershanemize baskın yaptı. Elinde arama emri olmadığı halde cebren taharri yaptı ve beni de alıp götürdü.
Av. Gültekin Sarıgül, Selahaddin Akyıl, Erol Kuralkan, Bahaddin Gürsoy, Mustafa Ateşmen, Müştak Zernekli ve ben, doğruca cezaevine gönderildik. Tam yedi kişi, yedi ay sürecek çilemiz başlıyordu. Artık perde kapanmıştı.
Van’da estirilen bu terörü, Mustafa Polat, zamanın İçişleri Bakanı Faruk Sükan’a telefonla iletiyor ve ondan “Sana mı inanayım, teşkilata mı?” diye azarlanarak bir cevap alıyor. Bu inançsız kadrolara güvenmek, bu memlekete çok pahalıya mal olmuştu. Toplumun huzuru maalesef Mahmut Babadağlı gibilere bırakılmıştı...
KİMDEN KİME ŞEKVA EDELİM?
Cezaevine girdik... Bu benim için üçüncü oluyordu.
Namazımız gecikmişti, önce cemaatle namazımızı kıldık. Merhum Erol Kuralkan, aynı zamanda güzel sesli bir hafız olan Av. Gültekin Bey’e “Gültekin Bey, bir Kur’an oku da elemimizi giderelim” dedi. Gültekin Bey güzel bir aşır okudu. Sonra koğuşlara dağıldık.
(1967 Van Mevlidi davası, o zamanki basının gündeminden aylarca düşmedi.)
Başımıza gelenler olacak şeyler değildi. Müslüman Türkiye’de bu olan bitenleri anlamak, izah etmek güçtü. Zaten kimse de bu akla ziyan çarpık hadiselere sahip çıkmıyordu.
Bu mevlid hadisesi, Türkiye’de çok derin tesirler meydana getirdi. O zamanki İslamî gazetelerde günlerce manşetlerden inmedi. 8 Ağustos 1967 tarihli Bugün gazetesi hadiseyi şu başlıkla verdi:
“Bediüzzaman Said Nursî’nin ruhu için tertiplenen Mevlid dün basıldı. Van’da bir avukatla sekiz Müslüman tevkif edildi. Bir baş komiser şehrin giriş ve çıkış yollarını kontrol altına aldı. Emniyet müdürü şikâyet edildi.”
16 Ağustos 1967 tarihli Sabah gazetesi de haberi şu başlıkla verdi:
“Van’da Müslümanların tevkifi infial uyandırdı. Hadiseyi protesto eden M.T.T.B. Genel Başkanı İsmail Kahraman, Van’a gitti.” (M.T.T.B.: Milli Türk Talebe Birliği)
Başta merhum Mustafa Polat tarafından olmak üzere çok sayıda makaleler yazıldı, yorumlar yapıldı, protestolar edildi. Bütün bu protestolar, tepkiler, şikâyetler bu zulmü durduramıyor, biz de çilemizi çekmeye devam ediyorduk. Demek ki yiyecek rızkımız buradaymış.
Bu arada hapishanede çok güzel hizmetler başladı. Her gün bir koğuşa derse gidiyorduk. Buradaki insanların hepsinin ayrı ayrı hususi dünyaları vardı. Bütün mahkûmlar bize büyük alaka gösteriyorlar, okuduğumuz eserleri can kulağıyla dinliyorlardı.
Av. Gültekin Sarıgül’ün imameti arkasında cemaatle namazlarımızı kılıyor, Kur’an ve Risale-i Nur’la meşguliyet bizlere teselli veriyordu. Zaman zaman bizi mahkûm eden kadın sorgu hâkimesi gardiyanlara sorarmış: “Daha namaz kılıyorlar mı? Ezan okuyorlar mı?” “Evet” cevabını alınca “Biraz daha kalsınlar” diye kin ve gayzını kusmakta kusur etmiyordu. Bizi tevkif eden savcı da bu hâkime kadının kocası... Nezarete alan komiser sürgün, tevkif eden savcı ve hâkim, karı-koca ve Bakan Bey de onların arkasındaysa kimden kime şekva edelim? Bu nasıl bir hukuk anlayışıdır, bilinmez.