Niyazi BEKİ
Bediüzzaman Said Nursi’de Dâvâ Şuuru
Konuya başlarken, her şeyden önce “Dâvâ Şuuru” kavramından neyin kast edildiğinin açıklanmasında fayda vardır. Bu kavram, iki kelimeden meydana gelmektedir: Dâvâ ve Şuur.
1. “Dava”: Uğrunda fedakârlıktan kaçınılmayacak ulvî bir ideal demektir.
Dâvâ: Sahibinin varlık sebebi, hayatının gâyesi, yaşamasının olmazsa olmaz şartıdır. Dâvâ: Ulaşılması gereken en öncelikli hedeftir.
Dâvâ: Hz. Adem (a.s.)’den, Hz. Muhammed (a.s.)’e kadar gelip geçen bütün
peygamberlerin omuzladığı dâvânın temel esası olan “lâ ilâhe illellah” hakikatidir.
Dâvâ: Hadiste “Ben ve benden önceki peygamberlerin söylediği en faziletli söz: lâ ilâhe illellah’dır”(Malik, Muvatta, Hac, 246 ) diye ifade edilen kutsi hakikate hizmettir.
Dâvâ: Kökleri itibariyle peygamberlere dayanan, dalları itibariyle evliyaları netice veren bir Tûba ağacıdır. Bu davanın mazideki köklerine işaret eden, üstat Bediüzzaman hazretlerinin; “Risale-i Nur, dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır”(Mektubat,376) şeklindeki sözleri, gerçekten mânidârdır.
Dâvâ: Kökleri mazide olan âtidir. Bu yüzdendir ki, Üstad, ölümle pençeleşirken bile, dâvâsını unutmamış “ya dâvâm ne olacak” diyerek asıl üzüntüsünü dile getirmiştir.
Olayın aslını kendisinden dinleyelim:
“ Hayatta olan eski talebelerim biliyorlar ki, 1314-15-16 senelerinde, Van kal’ası(kalesi) ki, iki minare yüksekliğinde sırf dağ gibi bir taştan ibarettir. Eskiden kalma oda gibi bir in kapısına gidiyorduk. Ayağımdan kunduralar kaydı, iki ayağım birden kaydı. Tehlike yüzde yüz.. Başkaca nokta-i istinat kalmadığı halde, büyük bir istinada basmış gibi üç metrelik bir kavisle o mağaranın kapısına atılmışım. Hem ben, hem beraberimdeki orada hazır arkadaşlarım, ecel gelmediği için sırf bir hıfz-ı ilâhî, hârika bir imdad-ı gaybî telakki ettik” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 156). Olayın görgü şahitlerinden üstadın kardeşi Abdulmecid efendinin bildirdiğine göre üstad, ayağı kaydığı anda “Âh dâvâm!- ey vâh maksadım gitti” ( Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, I/120) diye feryat etmiştir.
2. “Şuur” ise: Bir şeyin farkında olma hâlidir. Şuur: Aklın ziyası, kalbin nurudur. Şuur: Kâinatı aydınlatan yüce Allah’ın Nur isminin bir yansımasıdır. Şuur: Allah’ın nuru ile bakıp gören ferasetin gözbebeğidir. Hadis-i şerifte yer alan“Müminin ferasetinden çekinin, çünkü o Allah’ın nuru ile bakar” (Tirmizi, tefsiru sureti 15,6 ) ifadesi, imandan gelen bir şuurun, bir ferasetin ne denli şeffaf olduğuna işaret etmektedir.
3. O halde, “Bediüzzaman’da Dâvâ Şuuru”ndan anlaşılması gereken şey, onun Risale-i Nur’la hedeflediği hizmet alanı ile, onu düzenleyen hikmet alanıdır. Dâvâ, bir hizmet alanı; Şuur ise, o dâvâyı hedefine ulaştıracak, o hizmet alanını verimli hâle getirecek uygun bir plan ve programı düzenleyip dizayn edecek bir hikmet, bir felsefenin adıdır.
4. Risale-i Nur’un hizmet alanı: Cennetin anahtarı olan iman esaslarıdır. Bu hizmetin esas neticeleri, ahiret hayatında ortaya çıkacak. Bununla beraber, şu dünya hayatında da ferdî ve ictimâî pek çok faydalı meyveleri söz konusudur.
Şimdi bu hususları biraz daha açmak için, konu başlığına uygun olarak şu sorunun cevabını bulmaya çalışacağız: “Üstad’da Dâvâ Şuuru nedir / Üstad hizmet ederken neyin farkındadır /hizmetini neye göre belirlemiştir.”
İşte bu soruya verilecek cevap, sohbetimizin esasını teşkil edecektir. Bu soruya değişik cevaplar vermek mümkündür. Bunlardan en önemlisi bizce şudur: Her şeyden önce Üstad Bediuzzaman, -zamanın bedî bir ferdi olarak- zamanın farkındadır. Bu konuyu –yani zamanın farkında olma keyfiyetini-bir kaç başlık altında ele alıp, üstadın konu ile ilgili bir kaç sözünü tahlil ederek, bu cevabın önemini ortaya koymakta fayda mülahaza ediyoruz:
a. Bu asrın tecdide ihtiyacı var:
“Eski hâl mühâl, ya yeni hâl ya izmihlâl” (Münazarat,AB, 424). Bediüzzaman bu sözü, meşrutiyet döneminde bulunup da, eski devri isteyenlere karşı söylemiştir. Ona göre, muhali talep etmek, kendine fenalık yapmak demektir (a.g.y.). Bunun anlamı şudur: İdeal dâvâ sahibi olan bir insan, içinde bulunduğu şartları göz önünde bulundurarak, yepyeni bir strateji geliştirmek ve insanlığa faydalı olduğuna inandığı hizmetini o çerçevede yürütmek zorundadır. Aksi takdirde, tarih sahnesinden silinip gidecektir. Risale-i Nurun bu hârika futuhatının önemli bir hikmeti, bu değişim sürecine ayak uydurmasıdır. Bu Kur’anî bir metottur. “Muhakkak ki Allah, her asrın başında bu ümmet için dinini yenileyen (Yani, dinin iman esaslarını, asrın idrakine sunan, yeni bir üslupla akıl ve vicdanları heyecana getiren, zamanla paslanmış hakikat elmasını yeniden cilalamak suretiyle piyasaya süren) bir müceddid gönderecektir” mealindeki hadis-i şerif de bu gerçeğe işaret etmektedir.
Bir Hatıra: Üstadın her zaman birinci muhatabı olmuş Hulusi beyden dinlemiştim. Hulusi bey “Bir zaman Risale-i Hamidiyeyi okuyup bitirmiş.(bir kerresinde de büyük bir tefsir okuduğunu söylemişti). Üstadın iltifatlarını almak için, “Üstadım! Ben Risale-i Hamidiyeyi okuyup bitirdim” demiş, Üstad: “Kardeşim bu odun yığınları, ancak R. Nurun ortaya çıkmasından sonra parlamaya başlamış” diyerek, Risale-i Nurun bu zamanda ne kadar ehemmiyetli ve gerekli bir ders olduğuna işaret etmiştir.
(Üstadın “Odun yığınları” benzetmesini şöyle anlamak gerekir: Odun yığınlarının insanlara fayda vermesi, ısıtması, yiyecekleri pişirmesi için ateşle tutuşturulması gerekir. Aksi takdirde onlardan hiçbir şekilde istifade edilmez. Bunun gibi, İslamî kaynaklar da bu ahir zaman fitnesi içerisinde eski rağbetini kaybetmiş, raflarda odun yığınları gibi değersiz bir konuma sokulmuştur. Bu feci olay ise insanlardaki iman şevkinin ve İslam zevkinin söndürülmesiyle meydana gelmiştir. İşte Risale-i Nur insanların kalbine yeniden iman şuurunu yerleştirip, iman şevkini ve İslam zevkini uyandırmasından sonradır ki bu İslamî kaynaklar yeniden rağbet edilmeye başlamıştır. Ateş odunları tutuşturup istifadeli hale getirdiği gibi, Risale-i Nur da bu asırda o güzel kaynakların üzerindeki külleri kaldırmış ve içlerindeki parlak hakikat nurlarının yeniden tedavüle çıkmasına zemin hazırlamıştır)
b. Başarmanın yolu, fıtratla barışmaktan geçer :
Bu konuda üstad şöyle der: “Kim tevfik (muvaffak olmak) isterse, âdetullah ve hilkat ve fıtrat ile âşinalık etmek ve dostluk etmek gerektir. Yoksa, fıtrat, tevfiksizlike cevab-ı red verecektir” ( Muhakemat, 152). Demek, hayırlı işlerde başarılı olmak, kâinat çapında yürürlükte olan yaradılış kanunlarına uygun hareket etmekle mümkündür. Aksi tutum ve davranışlar, başarısızlığa davetiye çıkarmak anlamında olacaktır. Zira çark-ı felek, feleğin çarkına uymayanları tabiî seleksiyona uğratmaktan çekinmeyecektir. Bu hikmet içindir ki, Üstad, içinde bulunduğu Mutlakiyet, Meşrutiyet, Cumhuriyet dönemlerinin hiç birinde, ırmağın suyunu tersine akıtmaya teşebbüs gibi, talihsiz bir duruma düşmemiştir. Onun yaptığı şey, bendini aşmış, sel-tûfan olmuş ve insanlığa zararlı bir hale gelmiş suyu, kendi mecrası doğrultusunda, faydalı bir yatağa kanalize etmek, yeni su yataklarını inşa ederek suyun normal akışı istikametinde bir havuza girmesini sağlamaktan ibarettir. Unutulmaması gereken bir gerçek de şudur ki: Üstad, doğru bildiği hizmetten asla geri kalmamış ve hiç bir zaman korku elini tutup da, onu hak bildiği bir yoldan alı koyamamış ve saf dışı edememiştir. Kendisi bu hususu şöyle ifade der: “Bütün sergüzeşti-i hayatım şahittir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup da men edememiş ve edemiyor”(Mektubat,48 ).
c. Kolektif Şuur
Üstadın dâvâ şuurunun köşe taşlarından biri de, kolektif şuurun - özellikle bu zamanda- ortaya çıkan önemine yaptığı vurgudur. Özelde Kur’an ve İslam’a, genelde bütün dinlerin Amentü’süne yapılan saldırıların, pozitivist ve materyalist gruplar/cemaatlerin oluşturduğu merkezler tarafından idare edildiğini fark eden Üstad’a göre, “Zaman cemaat zamanıdır”(Mesnevî,102). “Cemaat şekline girmiş ilhad cereyanlarına karşı, bir şahs-ı mânevî ile karşı koymak gerekir. Bu zamanda cemaatleşmiş dinsizlik şahs-ı mânevîsine karşı, ferdî mukavemetler, bir kutbun kutsiyetini arkasına alsa bile, mağlup olmaya mahkûmdur”(Mektubat,439).
Üstad, kendi şahsına karşı fazla alaka gösteren talebelerine şunları söylemiştir:
“Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet şahs-ı mâneviye göre olur. Maddî ve fânî şahsın mahiyeti nazara alınmamalı (Kastamonu, 8).
Hadis-i şerifde yer alan “Allah’ın eli cemaatin üzerindedir”(Titmizi, fiten,7 ), “Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap var” (İbn Hanbel,IV/278 ),“Şüphesiz bereket cemaattedir”(İbn Mace, Atime,17) mealindeki nebevî ifadeler, cemaatin önemine dikkat çekmektedir.
Bir Hatıra: Burada, yine Hulusi beyden, konu ile ilgili, bir hatıramı nakletmek istiyorum: “Ben” dedi, “1928 yılında yüzbaşı idim. Bir gün ismini duyduğumuz Bediüzzaman hazretlerini ziyaret etmeye karar verdik. Kölesiyle nöbetleşe deveye binerek Kudüs’ü teslim almaya giden Hz. Ömer’in Kudüs’e girişi gibi, biz de altı kişi üç binite nöbetleşe binerek Barla’ya gittik. Fakat yolda, “bu büyük zat bizim gibi günahkârları kabul edecek mi?” diye düşünüp telaş ediyorduk. Üstad’ın huzuruna vardığımızda kalplerimizdekini okumuşçasına bize şunları söyledi:
“Kardeşlerim, eğer eski zaman olsaydı ve ben de bir kutup gibi hareket etseydim, sizin tâ aşağıdaki dereden buraya kadar emekleyerek gelmeniz gerekirdi. Kabul edilip edilmemeniz ise, ayrı bir konu. Fakat, bu zaman cemaat zamanıdır. Sizin bana ihtiyacınız olduğu kadar, benim de size ihtiyacım var. Onun için sizi ala’r-re’si ve’l-ayn kabul ediyorum.”
Zamanın, cemaat zamanı olduğunu çok iyi bilen Üstad Bediüzzaman, Risale-i Nur dershanesini, bir şahs-ı mânevînin merkezi olarak tasarlamış ve nur talebelerini de bu seyyar üniversite merkezinin birer üyesi olarak telakki etmiştir. Bu sayede, pek çok ehl-i ilim ve ehl-i velayetin yenik düştüğü bu asrın iman-küfür mücadelesinde, R. Nur cemaati, zaferle çıkmış ve küfrün bel kemiğini kırmıştır. Özellikle yazılan Tabiat risalesiyle, “tabiattan gelen fikr-i küfri dirilmeyecek bir surette öldürülmüş, küfrün temel taşı zir-u zeber edilmiştir”(Lamalar,176). Bu manevî ilim-irfan merkezi, diğer bir kısım meşrepler gibi dar bir çerçeveye oturtulmamış, aksine bütün insanlara kapısı açık olacak bir genişliğe sahip olmuş, yediden yetmişe, en âmiden filozofa her kesimden insanların rahatlıkla girip istifade ettiği bir yaygın eğitim kurumu olarak dizayn edilmiştir.
d. Zamanın çocuklarına zamanın tefsiri gerek
“Zaman büyük bir müfessirdir, kaydını gösterse itiraz edilmez” ( Muhakemat,22) diyen Üstad Bediüzzaman, zamanın gösterdiği kayıtları (yani, yeni yorumlar gerektiren şartları) doğru okumuş, doğru teşhis etmiş, doğru yorumlamış ve gerekenleri doğru bir program çerçevesinde yapmaya çalışmıştır.
Bediüzzaman’ın içinde bulunduğu zamanın gösterdiği kayıtları deşifre eden bazı misalleri şöyle sıralamak mümkündür:
da. İman Cennetin Anahtarıdır
“Zaman imanı kurtarmak zamanıdır” (Emirdağ, I/26 ), diye ders veren, zaman’ın bu kesin emrini, en kutsal bir görev olarak telakki eden Üstad, bütün mesaisini, asrın idrakine hitap eden bir üslupla, iman esaslarını ders veren ayetlerin açıklamasına hasretti.
İçinde bulunduğu zamanın, onun için ne kadar önemli olduğunu, şu ifadelerinde bulmak mümkündür:
“ Bana, Sen şuna buna niçin sataştın, diyorlar. Farkında değilim. Karşımda muthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmağa koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var. O muthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler..!
"Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti.
Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti….”
"Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ân'ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur”( Tarihçe, 629-630).
Bediüzzaman’ın dava şuurunu ve iman kuvvetini şu ifadelerinde de görmek mümkündür :
Kâinatın Ezelî Sultanı yüce Allah’a intisaptan ibaret olan “iman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir. Ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. “Tevekkeltu alallah” der, sefine-i hayatta kemal-i emniyetle dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder”(Sözler, 314). “Evet, her hakikî hasenat/güzellik gibi, cesaretin dahi kaynağı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiat/kötülük gibi korkaklığın dahi kaynağı dalâlettir. Evet, tam münevverü'l-kalb/kalbi imanla, ibadetle nurlanmış dindar bir kişiyi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz” (sözler/3. söz, s.19).
Bundan da anlaşılıyor ki, “zihinlerin çatallaştığı, düşüncelerin ayrıştığı, fikirlerin çatıştığı, duyguların kirlendiği, akılların körleştiği, gönüllerin çekiştiği, bilimlerin çeliştiği, pusulaların şaşırdığı, trafiğin alt üst olduğu şu ahir zaman kavşağında oturan Risale-i Nur, şaşmaz bir trafik lambasıdır. Kırmızı lamba yaktığı her yol, bir çıkmaz sokak, yeşil ışık yaktığı her geçit, ferdî ve ictimâî hayat akışı bakımından en uygun, en güvenli yol, en işlek bir cadde-i kübrâ olduğu, 70 yıllık bir tecrübe ile sabittir.
Risale-i Nur dâvâsı: Cennet gibi ebedî bir hayatı kazanma veya kaybetme dâvâsıdır. Cihan harbine karşı herkesin büyük bir alaka gösterdiği bir zamanda, üstadı bu en büyük dünya hadisesi ile meşgul olmaktan alı koyan bir dâvâ!
Kedisine bu garip ve bedi tavrını soranlara şöyle der:
“Evet, bu cihan harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmmeden daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâ tereddüt sarfedecek. İşte o dâvâ ise, yüz bin meşâhîr-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşitlerinin müttefikan, kâinat sahibinin ve mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâkî ve dâimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesikasını elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyonluk taunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hatta bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız bir kaç tanesi kazandığını müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi!” (Şualar, 202-203 ). İşte Risale-i Nurun omuzladığı dâvâ budur. Üstadın ifadesiyle: “İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen hârika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp, ebedî dünyada kalacak gibi, âfâkî malâyaniyat ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur Şakirtleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyâde olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır diye kanaatimiz var” (a.g.y.). Zira “Avukat tutmak isteyen Risale-i Nuru elde etse yeter”( a.g.y).
Demek, Risale-i Nurun bu asırda avukatlığını üstlendiği dâvâ, bütün insanlığın en büyük dâvâsıdır. Dolayısıyla insanlar, bu dâvânın şuurunda olmak zorundadır.
db. Hizmet Aşkı, İhlas Kapısıdır
İmana, Kur’an’a hizmet aşkını taşıyanların en bâriz vasıfları ihlastır, samimiyettir.
Bu hususu da asrımızda bizim için canlı bir örnek, Kur’an’ın ihlaslı bir dellalı, Hz. Peygamber(a.s.m) samimi bir hizmetkârı olan Üstaddan dinleyelim:
“Rıza-i ilâhîdan başka, fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi. Çünkü bu zamanda hiç bir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-ı imaniyeyi fıtrî ubudiyetle bilmeyenlere, bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek lazimdır ki, inatçı dalaleti kırsın.. herkese katî kanaat verebilsin.. Bu kanaat da bu zamanda, bu şerait dahilinde dinin hiç bir şahsî, uhrevî, dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelir. (Tarihçe, 686). “ İşte Nur Risalelerinin, büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalplerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur.. Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur; konuşan yalnız hakikattir, hakikat-ı imaniyedir” ( Tarihçe, 686).
“ Sonra ben, cemiyetin iman selameti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu. Kur’anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem, orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri arasında yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül-gülistan olur” ( Tarihçe, 630).
dc. Fen ve Felsefeden Gelen Dalâletin Tedâvisi Zordur
Bediüzzaman’a göre “Bu zamanda dalalet fen ve felsefeden geliyor” (Emirdağ, I/21). Buna karşı, zamanın silahı olan ilmi esas alan bir mücadele vermek gerekiyor. Ancak Medreselerin durumunun pek iç açıcı olmadığı ve zamanla bütün bütün kapandığı bir dönem söz konusu. Uzun zamandan beri, mektep ile medresenin karşı karşıya getirildiği bir ortam var. Din-ilim çatışması gibi, gerçeği yansıtmayan bir vehmin hakimiyeti söz konusu. Bu mücadelenin yakın şahitlerinden biri olarak üstad, zamanın bu kaydını da pek doğru değerlendirmiş ve tâ küçük yaştan itibaren, medresenin okuttuğu dinî ilimler yanında, mekteplerde okutulan modern fen bilimlerini de yakın takibe almış ve hatta o konuda eserler yazmıştır.
Kendisine yalnız dinî ilimleri okumuş bir medrese hocası olarak görenlere karşı, sert çıkışı mânidârdır: “Risale-i Nuru anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni orta çağ skolastik felsefesine saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. –Oysa-Ben bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hatta bu hususta da bazı eserler telif ettim. Fakat ben öyle mantık oyunlarını bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’an’ın tesis ettiği tevhid ve iman esasları üzerinde işliyorum”(Tarihçe,628).
Tama 55 yıl Üstadın zihnini meşgul eden Medresetu’z-zehra üniversitesinin önemi, asrın bu ihtiyacından kaynaklanıyordu. Bu konuyu Üstadın şu sözleriyle noktalamak istiyorum: “Efendiler! Dalalet ve fenalıklar cehaletten gelse, defetmesi kolaydır. Fakat, fenden ilimden gelen dalâletin izalesi çok müşküldür. Bu zamanda dalâlet fenden ve ilimden geldiği için, ancak onları izale edecek ve nesl-i âtiden o belaya düşen kısmını kurtaracak ve karşılarında dayanacak, Risale-i Nur gibi her cihetle mükemmel bir eser lâzımdır” (Emirdağ,I/21).
dd. Asrın Cihadı Mânevîdir
“ Bu zamanda medenilere galebe çalmak ikna iledir”(Münazarat / Asar-ı Bediiye,376 ). Ona göre Kur’an’da yer alan“Ehl-i Kitab kavramı, ehl-i mektebi de içine almaktadır” ( sözler, 407). O bu konuda muhtemelen şöyle düşünmüştür: Madem Kur’an ehl-i kitabı ayrı bir kategoride mütalâa etmiş ve “Ehl-i kitaba karşı en güzel bir metotla mücadele edin” (Ankebut, 29/46) buyurmuş, o halde bir nevi ehl-i kitap kavramında yer alan bu asrın mekteplilerini de bu grubun içinde değerlendirmek gerekir.
Ona göre, “En büyük düşmanımız, cehalet, zaruret/fakirlik ve ihtilaftır/tefrikadır”(Divan-ı harb-i Örfî,15). Hayatı boyunca üstad, bu üç düşmanla savaşmış, onları marifet, sanat ve ittifak silahlarıyla yenmeye çalışmıştır. Üstad, cehalet hastalığını tedavi etme sadedinde, yeni neslin ilim-irfanla mücehhez olarak yetişmesini salık vermiş, “ilim Çin’de de olsa alıp öğrenin” diyen ve ilk emri “Oku” olan bir dine mensup olanların, çağın teknolojisini ders veren fen bilimlerine karşı bigâne kalamayacağının altını çizmiştir. İman-küfür mücadelesinde, dinî ilimler yanında modern ilimlerde de zamanın bedii olduğunu, ortaya koyduğu Risale-i Nur külliyatı ile dosta ve düşmana göstermiştir. “Ben Avrupa’nın en dinsiz feylesoflarını ve Asya’nın en vicdansız münafıklarını hayvan derekesine düşürmüşüm” derken, modern ilimler konusunda da kendinden ne kadar emin olduğunu gösteriyor. Aşağıda gönülleri fetheden şu ifadeleri bu açıdan çok mânidârdır:
“Ehl-i dünya, sebepsiz, benim gibi âciz, garip bir adamdan tevehhüm edip, binler adam kuvvetinde tahayyül ederek beni çok kayıtlar altına almışlar. Barla'nın bir mahallesi olan Bedre'de ve Barla'nın bir dağında bir iki gece kalmaklığıma müsaade etmemişler. İşittim ki, diyorlar: "Said elli bin nefer kuvvetindedir; onun için serbest bırakmıyoruz."
Ben de derim ki: Ey bedbaht ehl-i dünya! Bütün kuvvetinizle dünyaya çalıştığınız halde, neden dünyanın işini dahi bilmiyorsunuz, divane gibi hükmediyorsunuz? Eğer korkunuz şahsımdan ise, elli bin nefer değil, belki bir nefer elli defa benden ziyade işler görebilir. Yani, odamın kapısında durup bana "Çıkmayacaksın" diyebilir.
Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur'ân'a ait dellâllığımdan ve kuvve-i mâneviye-i imaniyemden ise, elli bin nefer değil, yanlışsınız, meslek itibarıyla elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun!
Çünkü, Kur'ân-ı Hakîmin kuvvetiyle, sizin dinsizleriniz dahil olduğu halde bütün Avrupa'ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envâr-ı imaniye ile, onların fünun-u müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kalelerini zirüzeber etmişim. Onların en büyük dinsiz filozoflarını hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa, Allah'ın tevfikiyle, beni o mesleğimin bir meselesinden geri çeviremezler, inşaallah mağlûp edemezler.
Madem böyledir; ben sizin dünyanıza karışmıyorum, siz de benim âhiretime karışmayınız. Karışsanız da beyhudedir!
Takdir-i Hüdâ kuvve-i bâzû ile dönmez,
Bir şem'a ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez!
Fena ve fâni bir adamın, güzel ve bâki şöyle bir sözü var:
Zulmün topu var, güllesi var, kal'ası varsa,
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.
Ben de derim:
Ehl-i dünyanın hükmü var, şevketi var, kuvveti varsa,
Kur'ân'ın feyziyle, hâdiminde de
Şaşırmaz ilmi, susmaz sözü vardır,
Yanılmaz kalbi, sönmez nuru vardır”(Mektubat/16. Mektubun Zeyli)
İkinci hastalık olan fakirliği, İslam’ın ön gördüğü prensipler doğrultusunda irdelemiş, tarih içerisinde dine dayalı telkinlerle yapılan yanlış iktisadî politikaları eleştirmiş ve çağın ihtiyaçlarını da göz önünde bulunduran yeni yaklaşımlar ortaya koymuştur. Bu cümleden olarak, “rızkın tabiî kapısı: ticaret, sanat ve ziraat” olduğunu vurgulamış, hizmet aşkı olmaksızın her türlü memuriyetin bir nevi maaş dilenciliği olduğunun altını çizmiş (Münazarat-İç. Reçeteler, II/53 ), zamanla hakikî tevekkülü, tembelâne tevekkülle karıştıran bazı ilim ve irşad ehlini sert bir dille eleştirmiştir(a.g.y ). Tahsildeki kanaat ile mahsuldeki kanaatin farklı olduğunu belirten Üstad, sebeplere yapışmanın, “insan için ancak çalışmasının karşılığı var” (Necm,53/39) mealindeki ilâhî fermanın bir gereği ve kâinattaki câri olan ilâhî kanunlara tevfik-i hareket demek olduğuna işaret etmiştir. “Bu asırda i’lâ-yı kelimetullah’ın maddeten terakkiye mütevakkıf olduğunu” (a.g.y. ) söyleyerek, bu günkü insanlık camiasındaki devletler, cemiyetler ve cemaatler muvazenesinde bir lokma-bir hırka felsefesinin yeri olmadığını vurgulamıştır.
Üçüncü hastalık olan ihtilafı, ahirete endeksli İslam kardeşliği çerçevesinde çözmeye çalışmıştır. İhlâs risaleleri ile uhuvvet risalesi bu çözümün ortaya konmuş formülleridir.
de. Terör/Anarşi Asrın Vebasıdır
Üstad, çağın en büyük bir vebası olan ve beşerî münasebetleri alt üst eden terör/Anarşi belasını, sahneye çıkmadan yıllar önce, Kur’an’ın feyziyle keşfetmiş ve tedavisine çalışmıştır. Adalet Bakanı ve hakimlere hitaben kaleme aldığı şu sözlerin doğruluğunu zaman tasdik etmektedir:
“Efendiler! Siz, niçin sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur'la uğraşıyorsunuz? Kat'iyen size haber veriyorum ki: Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü, Risale-i Nur ve hakiki şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o zaman kabirde elbette toprak oluyorlar. Farz-ı muhal olarak, o saadet ve selâmet hizmeti bir mübareze olsa da, kabirde toprak olmaya yüz tutanları alâkadar etmemek gerektir.
“Efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf ahirete bakar; gayesi Rıza-yı ilâhîdir ve imanı kurtarmaktır. Ve şakirtleri ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve haps-i münferidden kurtarmaya çalışmaktır, fakat, dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmette bu millet ve vatanı anarşi tehlikesinden ve nesl-i âtinin bîçareler kısmını dalâlet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir müslüman başkasına benzemez. Dinini terk eden ve İslamiyet seciyesinden çıkan bir Müslüman, dalâlet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez” (Emirdağ.I/21).
“Biz, bütün kuvvetimizle anarşiliğe bir sedd-i Zü’l-Karneyn gibi, bir sedd-i Kur’anî tesisine çalışıyoruz. Bize ilişenler, anarşiye ve belki komünistliğe zemin ihzar ediyorlar”(Emirdağ, I/28).
df. Tüketim Toplumu, İsraf Albümüdür
Bilindiği gibi, çağımızın büyük bir hastalığı da israftır. Batı kaynaklı toplumsal panoramada bir değer ölçüsü olarak algılanmaya başlanan, âdetâ toplumların toplam kalite belgesi haline gelen tüketim toplumu modeli, İspanyol nezlesi gibi, her tarafa sirayet etmiştir. İnsanlara her iki hayatı kazanmak için verilen korku ve sevgi ve benzeri duygular, derd-i maişetle sersemleşmiş, ebedî hayatı göz ardı edip, bütün kuvvetiyle dünyevî lezzetlerin peşine takılmıştır. Bu duygular, âdetâ bir tek saniye bile ilerlemeyen, ileriyi gösteremeyen, fakat çıkardığı gürültülü seslerle sağı-solu rahatsız eden bozuk bir çalar saat gibi, hep çalıp duruyor, ama sadece dünya hayatını uyandıracak sesler çıkarıyorlar. Dünya hayatı ile sınırlı bir “gelecek” etrafında pervane gibi dolaşırken, ebedî hayatın geleceğini bloke etmek için, ahirete iman edenleri dahi hipnotize edebilecek bir performans gösteriyorlar.
Bu çetin hastalığı tedavi etmenin, ancak şok -tedavi metodu ile mümkün olduğunu fark eden üstad, yeni bir enstrüman geliştirmiştir. İnsanları hayalen ahirete götürüp, cennetin tatlı ve cehennemin de acı durumunu hatırlatan geleneksel farazî metot yerine, Risale-i. Nurun hakikat mesleğine uygun olarak, faraza-hayale lüzum kalmadan, çok kısa bir zaman sonra mutlaka gidilecek tek yer olan ahiret yurdunun görüntüsünü dünyaya yansıtmıştır. Her kötülükte bir elem, cehennemin bir nevi zakkum ağacının çekirdeği bulunduğu, her iyilikte ise bir lezzet, cennetin bir çeşit tûbâ ağacının tatlı meyvelerinin sinyalleri olduğu gerçeğini, kalbin ekranına yansıtmış ve bu noktada vicdanın bamteline dokunarak, insan iradesini müspet yöne kanalize etmiştir. Bu bağlamda, insanlara haksızlık etmenin, lüzumsuz yere küsmenin, vicdan üzerinde meydana getirdiği olumsuz etkinin cehennemden haber veren bir uyarı işareti olduğu, ama yardım elini uzatmak, âdil davranmak, barışmak, barıştırmak gibi, insanlara karşı gösterilen iyi davranışların verdiği vicdânî hazzın da cennetten haber veren müjdeci bir sinyal olduğu vurgulanmıştır.
Sonuç olarak;
Bütün bu hakikatler, Risale-i Nur’un –Kur’an’dan mülhem bir şuurun hâkim olduğu bir eser, bu asrın ve gelecek asırların ihtiyacını karşılayacak bir davaya imza atan bir külliyat olduğunu göstermektedir.
Üstadın ifadesiyle: “Risale-i Nur, bu asrı, belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mucize-i Kur’aniye olduğunu çok tecrübeler ve vâkıalar ile körlere de göstermiştir” (Kastamonu, 8).
Rabbim, bizlere ve bütün insanlığa Kur’an’ın nuruyla nurlanmayı, Kur’an’ın davasını omuzlamayı, Risale-i Nuru’n ders verdiği tahkikî iman şuuruyla şuurlanmayı nasip ve müyesser eylesin. Âmin.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.