Ramazan BALCI
Bediüzzaman’a zulmedenler Türk değildir
Üstad Bediüzzaman, bir çok yerde ehli imanı birbirlerine bağlayan nuranî rabıtaların bilinmediğine değinir. Bu bağların yeterince öğrenilmesi son derece önemlidir. Ancak bu bağların hayata geçirilmesini ya da doğru anlaşılmasını önleyen psikolojik engellerin de ortadan kaldırılması gerekir. Bana göre bu engellerin ilki, yakın tarih konusundaki derin cehalettir. Söz gelimi geçmiş yüz yıla bakıldığında Türklerin Kürdlere zulm ettiği yaygın olarak yazılıp söylenir. Oysa işin tarihi arka planı öyle değildir. Bu yazıda konu yeni bir bakış açısı ile ele alınacaktır.
Önce Üstad’ın bir iki cümlesini ele alalım:
“Dikkat ettim, bana zulmeden, eziyet veren ve ta’ciz eden kimselerin hakiki Türk olmadıklarını anladım” (1)
“Dâr-ül Hikmet a'zasından Seyyid Sa'deddin Paşa dedi ki: "Kat'î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebide ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki, bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız." diye senin i'damına hükmetmişler. Kendini muhafaza et." Ben de "Tevekkeltü Alallah, ecel birdir, tegayyür etmez" dedim.
İşte bu komite, otuz sene belki kırk seneden beri hem tevessü' etti, hem benimle mücadelede herbir desiseyi istimal etti”.
500 Yıl Süren İntikam Savaşı
Devşirmeden yetişen vezirler Türk milletine iyi gözle bakmazlardı. Bunlar her ne kadar Osmanlı devlet töresine göre yetişseler de eski milliyetlerini unutmazlar fırsat çıktığında soydaşlarının ya da dindaşlarının intikamını Türk milletinden alırlardı. Bu mücadele daha İstanbul’un fethinde başlamıştı.
Meşhur Aşıkpaşa-zade’yi dinleyelim: "Padişah İstanbul'u kim fethetti, Sübaşılığını kulu Süleyman Bey'e verdi. Bütün vilayetlerine kullar gönderdi: “Hatırı olanlar gelsin, evler, bağlar, bağçeler, mülkler virelim” dediler ve her kim geldiyse verdiler, bu şehri mamur ettiler. Padişah yine emretti kim ganîden ve fakirden evler sürdüler ve her vilayetin Sübaşılarına ve Kadılarına ademler gönderdiler. Anlar dahi mübalağa evler sürdüler ve bu gelen halka dahi evler virdiler. Şehir tam mamur oldu. Sonra bu verdikleri evlere kira koydular. Öyle olunca bu halka güç geldi.
-Bizi memleketimizden sürdünüz, bu kafir evlerine kira vermek için mi getirdiniz?
Bazısı avretini oğlanını kodu kaçdı. Kula Şahin derlerdi, Sultan Mehmed’in atasından kalmış akıllı bir vezir vardı, Padişaha dedi:
-Hey devletlü Sultanım! Atan, deden nice memleketler fethetti, hiç birine kira koymadılar, Sultanıma layık olan da budur" dedi
Padişah onun sözünü kabul etti hüküm buyurdu kim:
-Her kime ev verirsiz mülklüğe verin!
Andan sonra evler mülklüğe verildi. Şehir yeniden mamur olmağa yüz duttu. Mescidler yapmağa başladılar şehrin hali eyiliğe döndü. Sonra Padişaha bir Vezir geldi kim bir kafirin oğluydu, Padişaha gayet yakın oldu. İstanbul'un eski kafiri Vezirin eski dostları idi. Yanına girdiler kim:
-Hey neylersin! Bu Türkler bu şehri yine mamur ettiler, senin gayrettin hani? Atan yurdunu ve bizim yurdumuzu aldılar, yüzümüze karşı tasarruf ederler! Sen Padişahın yakınısın, halkın bu şehri imar etmelerini önlemeye çalış! Yine evvelki gibi bu şehir bizim elimizde ola!
Vezir “önceden konulan kiraları tekrar koyduralım! Halk mülk yapmaktan vazgeçerler. Şehir yine harabeye döner. Yine bizim taifemiz elinde kalır” dedi.
Bu vezir bir gün Padişahın kalbine bu fikri koydu. Yeniden evlere kira yazıldı. Bu gizli kafirlerin biri ile bir adı Müslüman bir kul koşuldu. Her bir haneye bu gizli kafirin dediği kira yazıldı.
Sual: - Ol Vezir kimdir?
Cevap: -Rum Mehmet Paşa'dır kim sonra Sultan Mehmet onu it gibi boğdurdu'' ( )
Fatih Sultan Mehmet irili ufaklı on yedi devleti topraklarına katarak gerçek bir imparatorluk kurdu. Fethettiği ülkeler arasında Bizans İmparatorluğu, Atina İtalyan Dukalığı, Sırbistan Krallığı, Mora Despotluğu, Trabzon Rum İmparatorluğu, Eflak Prensliği, Bosna Krallığı, Karaman Türk Devleti, Kırım Hanlığı ve Arnavutluk gibi çok önemli yerler vardı.
Bütün Balkan yarımadasını Türk hakimiyyetine sokan Fatih, Çanakkale ve İstanbul boğazlarına hakim olarak Karadenizi bir Türk gölü haline getirdi.
Fatih kendi kurduğu imparatorluğun genel esaslarını da kendi belirledi. Diploması alanında yaptığı düzenlemeler zamanla Osmanlı devlet idaresinin millî yapısını bozacaktı. Fatih devrine kadar hükümetin başında hep Türkler olurdu. İdareye Türk unsuru hakimdi. Fatih'in yaptığı düzenlemeler sonrasında Enderun teşkilatı Türklere kapatıldı. Bunun sonucu olarak Türkler artık vezir olamayacaktı.
Güçlü padişahların döneminde devşirmeler devletin sıradan bir memuru gibi çalışırken, zamanla sultanların otoritesi zayıflayacak devşirme bürokrasi bütün işleri kendi eline alacaktı.
Celalî İsyanı Ne Demek?
Anadolu Türkleri Devşirmelerin zulmünden bıkmıştı. XVII. Yüzyılda çıkan isyanların sebepleri büyük ölçüde bu zulümlerdi. Anadolu’da devşirme hakimiyeti altında mahkum bir millet vardı. Amasya Tarihi müellifi Hüsameddin Efendi, Anadolu Türklüğünün bu acı halini şöyle anlatır :
'Bu şakavet değil, kuvvetli bir ihtilaldi. Çünkü bütün Tımar ve Zeamet Türklerden ziyade gayr-i Türklere verilmekte idi. Türklere vezaret, kanunen yasak gibi olmuştu.
"Bütün iktidar makamları Türk olmayan unsurlara aitti. Türkler ancak uzak yahut küçük vilayetlere beylerbeyi olabiliyordu. Divan-ı-Hümayun'da bir tek Türk vezir yoktu. Defterdarlıktan, Nişancılıktan yetişen Türk vezirler ender olmakla beraber, sadaretten mahrum idiler.
"Vezaret ve sadaret adeta Arnavutlarla Boşnaklara has yüksek bir makamdı. Frenk İbrahim Paşa'nın sadaretinden bu zamana kadar makam-ı sadareti, vezareti elde edenlerden hiç biri Türk değildi. Türklerin aleyhinde söylenilen hezeyanların, uydurulan efsanelerin hepsi de Türk olmayanlar tarafından çıkarılmış ve riyakarların gayretiyle revaç bulmuştu.
Anadolu'da Türkler, devşirmelerin tahakkümlerine karşı kıyam ediyorlar, taraf taraf ihtilal bayrağını açıyorlardı. Anadolu sancaklarına, vilayetlerine mîrimiran ve beylerbeyi olan devşirmeler içinde Türkçe’yi bilmeyen, akaid-i İslamiyyeden habersiz, koyu cahil adamlar vardı. Çünkü Devşirmelerden vezir olanlar Hıristiyan babalarını, kardeşlerini, hısımlarını İslam’a girdikleri bahanesiyle mîrliva ve beylerbeyi yaptırıyorlardı.
Hele zeamet sahipleri ve sipahiler ekseriyetle gayr-i Türklerdi. Halbuki tımar ve zeamet Anadolu'da Türklere has bir dirlikti. Gayr-ı-Türklerin nazarında Türkler reayadandı: Türklerin en ziyade gücüne giden, devşirmelerin tahakküm ve istibdadı idi."
"Vaktiyle Kuran-ı-Kerim'in emrettiği eşitliği, hizmetleri mukabilinde mükafatı, taleb eden, bu uğurda yüksek sesleriyle bağıran devşirmeler makam-ı iktidarı elde ettikleri günden itibaren Türklere müsavat yerine aşağılama, mükafat yerine boş vaatler ile mukabele ettiler.
"Bundan dolayı Türkler devşirmelere karşı isyan etmişler, ihtilal bayrağım açmışlardı, onlara bu kadar yüksek makamlar veren Osmanlı hanedanı da kıyam eden Türklerin nazarında küçülmüştü. Hatta Osmanlı hanedanı bile Gayr-i-Türklerin bu tahakküm ve istibdadından bizar olmuştu".( )
Müslüman ve Türk olmayan İstanbul bürokrasisi cihan harbi öncesine kadar devleti ellerinde oynatmayı sürdürdüler. Sultan Abdülhamid’in ünlü Dahiliye Nazırı Memduh Paşa, padişaha sunduğu bir layihada şöyle diyordu: “Vaka-i Hayriye'den (yeniçerilerin ortadan kaldırılması) önce devletin askerleri yeniçerilerden ibaretti. Vezirler isteklerini elde etmek için ara sıra payitaht askerini tahrik ile isyana teşvik eder ya da İstanbul dışındaki valilerin en kuvvetlilerini isyan etmiş gibi gösterirlerdi.
Mısır Valisi Mehmed Ali'nin gün geçtikçe yerini güçlendirmesi ve servetini artırması karşısında İstanbul'daki nazırlar, merkezle yürüttüğü ilişkilerde zorluk çıkarmaya başladılar. İstanbul paşaları böylece padişahın zihninde yer etmek ve yanında mevki kazanmak istiyorlardı.
Mehmed Ali'nin bir şekilde idaresi mümkün olduğu halde Sultan Mahmud'un yeniçerileri ortadan kaldırması paşaların gerektiğinde kullanabilecekleri ihtilal aletini ellerinden almıştı. Artık şahsi menfaat elde etme, taşradaki mülklerin idaresi üzerinden sağlanabilirdi. Bu arayışların neticesi olarak Mehmed Ali Paşa devletin başında büyük bir mesele haline getirildi. Himmeti yüce, cesareti fevkalade olan Sultan II. Mahmud, Mısır meselesinin ulaşacağı vahim neticeleri düşünerek ordular sevk etmiş (meşhur Alman mareşali Moltke o sırada Sultanın askerleri arasında küçük rütbeli bir subaydı) ancak İstanbul paşalarının maneviyatı ile ordunun hareketi farklı maksatlara yöneldiği için başarı sağlanamamıştı.” ( )
Osmanlı kendi paşası ile yaptığı savaşları kaybetmiş, bir daha başını doğrultamayacak derecede tavizler vererek batılı devletlerden yardım istemek zorunda kalmıştı.
Milli Mücadeleden Sonrası
Cihan harbi öncesinde Türk aydınları -devşirmelere duyulan tepkileri dikkate alarak- Selanik’te örgütlenen İttihat ve Terakki Cemiyetine gayr-i Müslimleri almamışlardı. Enver Paşa ve ekibi bütün güçleri ile milli duyguları harekete geçirmeye çalışıyordu. Üstad Bediüzzaman, bu çalışmaları takdir etmiş ancak dine lakayt kalanları eleştirmişti.
“İttihatçıların o kadar azm ü sebat ve fedakârlıklariyle; hattâ, İslâmın şu intibahına da sebeb oldukları halde, bir kısmı dinde lâubalilik tavrını gösterdikleri için, dahildeki milletten nefret ve tezyif gördüler.” ( )
Cihan Harbinde gösterilen olağanüstü fedakarlıklar ve Milli Mücadele, bu dönemde hazırlanan milli uyanış sayesinde kazanıldı. Milli Mücadeleyi yürüten birinci meclis, büyük ekseriyetle İslam milletinin değerlerine yürekten inananlardan oluşmaktaydı.
Her şey Lozan görüşmeleri sürdürülürken yapılan seçimlerden sonra değişime uğradı. O tarihe kadar İstanbul’da kalan gayr-i milli bürokrasi akın akın Ankara’ya gitti. Bir kısmı yeni seçimlerle meclise girerken, diğerleri yeni hükümetin bürokrasi ihtiyacını karşıladı. Bunlar her gün çevirdikleri Bizans oyunları ile Milli Mücadele paşalarını birbirine düşürdüler. Savaş yıllarının -siyaset oyunu nedir hiç bilmeyen- kahramanları, birer birer ya bir komploya kurban gittiler. Ya da dağda bırakıp geldikleri sürülerinin başına döndüler. Siyaset yapmak için ordudan ayrılan paşalar, kısa süre içerisinde siyaset sahnesinden tasfiye edildiler.
Feryadını hiç kimseye duyuramayan Osmanlı’nın son Sadrazamlarından Ahmed İzzet Paşa, bir menfeat kapmak için Ankara’ya koşanların yıkıcı faaliyetlerine dikkat çeker:
“Rum ve Arnavutlarla, Türkler arasında ırka dayalı nefret duygularının ortaya atılması Selanik tüccarının çıkarmadır. Türk Ocağı'nın ilk kurucusu Mois Kohen veya Tekin Alp adında bir Musevidir. Bozkurt ve Ergenekon efsanelerini tertipleyen, neşreden ve bunları saf Türk gençlerinin zihinlerine, ırklarının seçkinliğinin delilleri biçiminde yerleştiren de bu kaynak, yani bu Ocak'tır. Devrimin başlangıcında dilimize çevrilen ve Türklere, bütün dünyanın nefret ettiği Cengiz'i, ırklarının öğünç kaynağı şeklinde gösteren «Kök Salmak» adındaki roman kılıklı eserin yazarı da, Mûsevî Leon Kahon'dur. … Son zamanlarda Rusya'dan gelen Azeriler istisna edilirse, bu ocakta Amasyalı Hüsamettin adında bir zattan başka halis Anadolulu hiçbir Türk sivrilememiştir. İşte bu keyfiyet Türklük davasının, milletin bir kanaati ile doğmadığını gösterir.” ( )
Bu tarihî süreç, yakın dönemde Anadolu’da yaşanan zulümler ile Türk milletinin bir ilgisinin olmadığını göstermesi açısından ilginçtir. İmam Nursî, “Türkün hakikî bütün mefahir-i milliyesini taşıyan İslâmiyet milliyetinden çıkmak isteyen adamları Türk bilmiyoruz, Türk perdesi altına girmiş firenk telakki ediyoruz!” derken bu sürecin tamamen farkında olduğunu gösteren bir idrak ortaya koyar. Eserlerini Türkçe yazması, ve bin yıllık tarihinin en karanlık günlerinde, bu aziz milleti yalnız bırakmaması da aynı idrakin bir yansıması olarak kabul edilmelidir.
Dipnotlar:
1-Badıllı, Abdülkadir, Bediüzzaman Said Nursi, MTH, c I, s.626
2-Emirdağ Lahikası s. 149
3-Aşıkpaşazade, bab, 124
4-Kronoloji, c. ııı, s. 129
5-Y. EE. 88/40
6-Tarihçe-i Hayat, s.141
7-Ahmet İzzet Paşa, FERYADIM, c I, s. 301
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.