Nurettin HUYUT
Bediüzzaman’ı anma haftası ve kısa birkaç hatıra
Nurlu ve nurani bir haftayı geride bıraktık.
Bediüzzaman’ın 50. Vefat Yıldönümünü…
Demek ki, tam 50 yıldır aramızdan ayrılmış bulunuyor.
Ben onun vefatından bir yıl önce dünyaya gelmişim.
Şöyle geriye dönüp baktım ve geçen yarım asırlık zaman diliminde şahıs olarak ve cemaat olarak neler yaşandı/yaşadık, tek tek sinema şeridi gibi hayalimde seyretmeye çalıştım. O kadar çok şey aklıma geldi ki, yazmakla bitirebileceğimi sanmıyorum.
Hem 70’ten öncesini hatırlamam mümkün değil çünkü hem yaşım müsait değildi hem de zaten Risale-i Nurları o tarihler de yeni tanımıştım.
Bir de çok uzayacağı için 80’den sonrakileri de yazmayacağım. Sadece 70’le 80 arasındaki anma haftalarını (o tarihlerde anma haftası yoktu sadece Bediüzzaman mevlitleri vardı hafta adı o şekilde anılıyordu) ve o mevlitlerde yaşadığım bir iki anekdotu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki, bu kırk senelik serüvenimde Risale-i Nur’un sıkıntısını hiç çekmedim. Ne hapis, ne gözaltı, ne de nezaret ve ne de takip yaşamadım. Buna sevinmeli miyim? Üzülmeli miyim? Bilmiyorum. Sadece 80 ihtilalının olduğu günlerde bir-iki gün herkes gibi ev hapsinde kaldık o kadar.
Bir de 78’de Adana’da talebe iken Perşembe dersini kaçırmazdım. Bir berber abinin evinde olurdu. O hafta teknik elemanlar toplantısına katılmak üzere İstanbul’a gitmiştim. Ben yolda giderken dersi basmışlardı ve tam 44 kişi nezarete alınmıştı. Yolculuğumuz (yanımda Ayhan Öztenekeci adında bir kardeş daha vardı) esnasında garip bir olay yaşadık. Otobüs mola verdiğinde ikimiz uyanmamışız tam hareket edeceği zaman uyandık ve yeni mola verdi zannıyla aşağı inmiştik. İhtiyaçlarımızı giderip geri döndüğümüzde otobüsün gittiğini fark ettik, yani otobüs bizi almadan devam etmişti. El çantam ve içindekiler -o nedenle sahipsiz kalınca- çalınmıştı. Yani o yolculuk nedeniyle nezarete gitmekten kurtulmuştuk ama biz de adeta tokat yemiştik. Nedenini ben de bilemiyorum…
O dönemde nezaret dönemi bir aydı, polis istediği kişiyi bir ay nezarette tutabiliyordu. Onlar 15 gün nezarette kalmışlardı.
Adana Emniyet Müdürü bizzat gelip cemaatle alay etmiş, dalga geçmiş, biraz da inançlarımıza hakaret etmişti. Gariptir ki, 44 kişinin tahliye olduğu 15. gününde o müdür boğazından ameliyat masasına yatırılmıştı. Ve daha garibi üç ay sonra anarşik olaylarda kurşunlanarak öldürülmüştü. Bedduanın azim tesirini ibretle görmüştük. Bu olayın anma haftası ile ilgisi yok ama bahis açılınca yazmak durumunda kaldım.
76’da liseyi bitirdim o tarihe kadar sadece bir iki kere Van ve Urfa Mevlitlerine iştirak edebilmiştim. Bir de komşu illere hizmet içerikli talebe gurupları ile seyahat ettiğimizi hatırlıyorum. Van’a, Siirt’e (Tillo’yu ilk ve son bir kere o tarihlerde görmüştüm), Veyselkarani üzerinden Batman’a gittiğimizi hatırlıyorum. Yeni hizmete açılmış dershaneyi ziyaret etmiştik. Bu arada Diyarbakır’ı da unutmamalıyım, oradaki 10 numarayı ve “İşan bak” lakaplı Fikret Abiyi (Allah rahmet etsin…)
O dönemde Bediüzzaman mevlitleri bu tür seyahatleri yapmamıza neden oluyordu. Bilhassa Urfa Mevlidi hicri vefat yıldönümüne denk getirildiği için o hafta adeta Üstadı anma haftası şeklinde geçiyordu. Zaten manevi hava Ramazan ayı nedeniyle hayli yüksekti üzerine bir de cemaatle görüşmek, müsafaha etmek, sohbet etmek eklenince dünyanın en zevkli bir haftasını yaşamış oluyordunuz. Bir gün gidiş bir gün dönüş, yolda ilahiler, marş söylemeler ve iki günde Urfa’da kalıyorduk bir haftayı buluyordu. O dönemde Nur Talebeleri ile görüşmek bizim için dünyalar kadar kıymetli idi, müthiş bir şevk ve zevkle buluşurduk.
Mevlide gelmiş hiç tanımadığımız insanlarla kırk yıllık arkadaş gibi konuşur kucaklaşır müsafaha ederdik. Birlikte gittiğimiz Urfalı bir vatandaşın evinde (her Urfalı o gün Nurcu oluyordu ve evini Nurculara açıveriyordu akşama hazırlanmış iftar yemeğinin tadına ve lezzetine doyum olmazdı) tanışırdık…
Sanırım yıl 1974 idi Necmettin Şahiner’in yazdığı Tarihçe-i Hayatın ilk baskısı çıkmıştı. Eylül ayı içindeydik ve Mevlit Urfa Ulu camiindeydi bu kitabın binlercesi elden ele dolaşıyordu. Böyle bir eserin çıkmasına çok sevinmiştik adeta kapışmıştık.
Biz caminin avlusunda bir baştan bir başa gidip geliyorduk. Ama önümüze çıkan her Nur Talebesi ile kucaklaşıyorduk, tanışıyorduk, kısa sohbetler ediyorduk ve turumuzu öyle tamamlıyorduk. Sonra tekrar ikinci tur, üçüncü tur öyle devam edip gidiyordu. Mevlit bitince bu turlarımız da ancak o zaman bitmişti.
Bir ara Mustafa Sungur abi ile karşılaşmıştık ve onunla da müsafaha etme imkânımız oldu, bir de resim çektirmiştik, kim çekmişti bilemiyorum, ama resim bir şekilde gelip bizi bulmuştu hala o resmi saklarım.
O mevlide katılmak için bir gün önce Urfa’ya gelmiş ve Zehraiye dershanesine yerleşmiştik. Hava hayli sıcaktı yol yorgunluğu da olunca kafayı kamıştan yapılmış yastıklardan birinin üzerine koymuş ve uyumuştum. İki saat sonra uyandığımda kamışların tüm şekli yüzüme çıktığını görmüştüm. Ama o atmosferde bunu düşünecek durumda değildim. O kadar huzurlu idi ki, hiç önemsememiştim. Kuş tüyünden yatak olsaydı belki de aynı zevki almazdım.
Mevlit öncesi mukaddes yerleri dolaşmış Hz. Eyüp (as)’ın kaldığı mağaraya gitmiştik, Balıklı gölü dolaşmış, İpek Palas otelinde 23 Numaralı odayı ziyaret etmiştik. Üstadın vefat ettiği odayı ilk defa görmek nasip olmuştu. Urfa’yı ve Urfa’daki o sıcak ilgiyi unutmamız mümkün değil…
Bir de Molla Hamid abiyi unutamıyorum. Orada bir odada abiler Sungur abi, Badıllı abi, şimdi hatırlayamadığım on civarında abiler oturmuş sohbet ediyorlardı. Molla Hamid abi hatırasını anlatıyordu.
Üstadı ziyaret ettiğinde üç gün kabul edilmediğini üçüncü günün sonunda ancak kabul edildiğini, nedenininse o tarihte yapılan seçimlerde Van’dan CHP’nin kazanmış olmasıymış. Üstad’ın odasına girdiğinde Üstad hiddetle “neden Van’da çalışmadınız da CHP kazandı?” diye sormuş. O da “Üstad’ım Vallahi biz çok çalıştık ama oradaki öğretmenler hep CHP’ye çalıştı ve milleti kandırdılar” diyerek kendini savunmuş ama belli ki, Üstad tatmin olmamış ve hayli yüklenmiş. Bu sohbeti de unutamadığımı da ifade etmeliyim. Çünkü bu ders bana her zaman bir ölçü olmuştur.
O yıllarda Van Mevlitleri de hayli ilgi görüyordu, Isparta Mevlidine ise bir kere gidebildim. Onun da unutamadığım en güzel tarafı “bin kalemli Nurcu” diye nitelendirilen Sav karyesinde kalmış olmamdı. Köylü bizden biz köylüden hayli etkilenmiştik. Onlar seneler sonra Bediüzzaman Hazretlerinin genç ve eğitimli talebeleri ile karşılaşıyordu biz ise Üstad’a hizmet etmiş ağabeylerimizin torunlarını görüyorduk.
Bu iddiamı teyid eden şöyle bir olay yaşadık. Önce bizi Sav köyünün camisine götürmüşlerdi. Oradan evlere tevzi edilecektik. Cami bahçesinde toplanmış Savlılarla tek tek tokalaştık. Orada yaşlı bir amca dayanamadı. “Ben size Hoca Efendiden bir hatıramı anlatmak istiyorum” diye söze başladı. “Risale-i Nurlar matbaalarda basılıp gelince, biz Üstad’a sorduk, “Üstad’ım artık Risale-i Nurlar basıldı ve çoğaldı bize ihtiyaç kalmadı bundan sonra biz ne yapacağız” Üstad onlara, “siz artık emekliye ayrıldınız, bundan sonra bu hizmeti doktorlar, mühendisler, bilim adamları yürütecek” diye cevap vermiş.
O gün öyle okumuş insanları görünce o hatırası aklına gelmişti ve bize anlatmıştı. “Bundan sonra bu hizmeti artık sizler yürüteceksiniz” diye de bize Üstadın bir cihette emrini tebliğ etmişti.
Orada Üstad’ın etkisinin farklı bir anlayışla hala devam ettiğini görmek bizi şaşırtmıştı. Sav köyünün tüm kadınları azami mertebede örtülüydü, köy içinde çarşafla dolaşıyorlardı, yüzlerini bile görmek mümkün değildi. O derece mütesettir idiler. Ben şahsen bu durumu Üstadın oradaki etkisine yormuştum.
Van Mevlitleri de Urfa Mevlitlerinden geri kalmıyordu. Onda da yüksek bir heyecan yaşıyorduk. Van Mevlitlerinden hatırladığım en önemli olay Fırıncı abi ile benim amcaoğlu Celal abinin birlikte geçirdikleri kaza idi. Erzurumlu bir Nur Talebesi de o kazada şehit olmuştu. Onun cenaze namazının kılınması ve onun için yapılan dua herkesi ağlatmıştı. O kazada bir de Fırıncı abinin kolu kırılmıştı, ama Celal abiye bir şey olmamıştı.
Mevlit dönüşü kaza yerini bir kez de Sungur abi ile dolaşmıştık, kaza, Kuzkunkıran dağının ortalarında meydana gelmişti, taksi birkaç takla atmış tam uçurumun tepesinde iri bir taş sayesinde yanı üzerine dikilerek acayip bir şekilde durmuştu, şayet o taş olmasa elli takla ile dağın dibine kadar yuvarlanacakmış. İçinden Celal abi hiçbir zarar görmeden çıkmıştı. Bu bir inayet-i İlahiye idi. Kendisine Bayram abi “sana Allah hayatı ikinci defa ihsan etmiş oldu. O nedenle bu ikinci hayatını Allah yolunda harcaman lazım” demiş o da bu tavsiyeye uyarak dünya işlerini bırakıp bir hizmet gönüllüsü olarak hayatını geçirmeye karar vermişti ve öyle de yaptı.
Sungur abi o yeri gezip gördükten sonra taksilere binmeden önce dönüp bana “kaç kardeşsiniz?” diye sordu. “Üç kardeşiz” dedim (biz de kız kardeşlere bacı dendiği için onları saymamıştım oysa üç de kız kardeşim vardı) sonra döndü amcaoğlu Cezmi abi oradaydı ona da sordu “siz kaç kardeşsiniz” diye… O da; “üç kardeşiz” diye cevap verdi. (O da kızları saymamıştı) Bunun üzerine Sungur abi “Maşallah! Keşke bin kardeş olsaydınız” diye bir temennide bulundu. Onun o duasını da hiç unutamıyorum. Daha sonra bu olayı hatırladıkça “İnşallah duası kabul olur ve kıyamete kadar bine ulaşırız” diye içimden geçiririm. Şu anda torunlarla 100’ü geçtiğimizi sanıyorum.
O tür seyahatler birçok açıdan fayda sağlamıştı.
Birincisi, imana Kur’an’a hizmet etmenin verdiği zevk,
İkincisi, ise ilk defa Bitlis dışında yeni yerleri görme ve yenidünyaları keşfetmekten hâsıl olan zevk…
Üçüncüsü, cemaatle buluşmak tanışmak ve kaynaşmanın verdiği manevi zevk…
Dördüncüsü, Seyahat zevki…
Beşincisi, İbadet zevki…
Altıncısı, Üstadın talebelerini görme zevki…
Bütün bu güzellikler nedeniyle o seyahatlerin üzerinden 35-40 sene geçmesine rağmen hiç unutamıyorum.
Gerçi günümüzde de aynı şeyler yaşanıyor denebilir. Ama o dönem bir başka idi. Mücadelenin şiddeti bu hazzı bizlere yaşatıyordu. Müthiş bir mücadele dönemi yaşıyorduk. Adeta göğüs göğüse çarpışan askerler gibiydik. Solculuk ortalığı kasıp kavurmuştu, gençlerin büyük ekseriyeti bir moda gibi sosyalist olmuştu ve enteresandır onlarla mücadele eden tek bir gurup vardı o da; Nurculardı…
Adeta kendimizi zamanın akıncıları gibi görüyorduk veya sahabelerin verdiği mücadele neyse öyle hissediyorduk. İslam’ı ilk defa duyuruyormuşuz hissini yaşıyorduk.
O dönemin en zevkli anları Sungur abinin gelip dolaşarak ziyaret etmesiydi. O gelince biz Nurcularda bir bayram havası yaşanırdı. O günlerde telefon denen alet henüz arzı endam etmediğinden cemaat fertleri tek tek ziyaret edilerek davet edilirdi. Genç olmamız hasebiyle bizler o görevi üstlenirdik ve üşenmeden herkesin mekânına gider davet ederdik.
Lise yıllarımda unutamadığım önemli bir husus dershaneye hiç kimse gelmese dahi açık kalması için nöbet tutmamızdı. Gider sabahtan akşama kadar beklerdik kale burcunda nöbet tutan bir asker gibi… Gelen olursa ne ala olmazsa orada geçen saatlerimizde okuduğumuz bize kâr kalırdı. O sayede Külliyatı devretmeyi başarmıştım.
Yetmişli yılların bir diğer önemli özelliği Zübeyir abiden tevarüs eden güzel bir geleneğin devam etmesiydi. Tüm Nur Talebeleri bir çatı altında toplu haldeydi. Ayrılık gayrilik yoktu.
O dönemin bir diğer önemli özelliği siyasi ve içtimai hadiselerin hayli sert geçiyor olmasıydı. Her yerde siyaset konuşuluyordu. Zira o dönemde siyaseten iktidar olan rejimi de yönlendirebiliyor ve devletin her kademesine istediği gibi hükmediyor ve adam yerleştirme imkânına sahip oluyordu. Bir gecede binlerce kişiyi işten atıp yerine kendi taraftarlarından binlercesini resmen atayabiliyordu. KPSS de yoktu işe girmek için parti teşkilatlarından kâğıt getirmek yetiyordu.
Çevremizdeki tüm ülkeler kanlı bir şekilde sosyalist olmuştu, o nedenle bizim solcularımız diken üzerindeydi bir an evvel ihtilal yapıp sosyalist rejime geçmek istiyorlardı. Ecevit (Karaoğlan namıyla) aynı düşüncede idi ama bunu kanlı değilse de siyaseten yapmak istiyordu. “Elimizi kana bulaştırmamıza gerek yok seçilerek de bu sistemi değiştirebiliriz” diyordu. “Kapıyı kırarak girmek yerine tokmağı çevirerek girelim” diyordu. O nedenle 77 seçimleri gayet önemli idi.
İktidar olması halinde iyice azgınlaşmış solcuları tutmak mümkün olmayabilirdi. Ne yapıp edip bu partiyi iktidara getirmemek gerekiyordu. Bu endişe nedeniyle Nur Talebeleri bütünüyle muhalefet partisine yüklenmişti ve köy köy gezerek birleşmek gerektiği anlatılmıştı ve netice de nispeten muvaffak olunmuştu ve Ecevit’in partisi iktidar için gerekli olan 226 milletvekilini çıkaramamış 213’de kalmıştı. Nur Talebelerinin canla başla çalışmaları ve gayretleri netice vermişti.
Yetmişli yıllarda anma haftası anlamında sadece mevlitler vardı. 80’li hatta 90’lı yıllarda da bu çok değişmedi. Ama 2000’li yıllar bu anlamda değişimin olduğu yıllar. Ve bugüne geldiğimizde görüyoruz ki, hayli mesafe alınmış istenen seviyede olmasa da artık yüzlerce programla anılıyor olması büyük başarıdır.
Bu yıl anma haftası münasebetiyle iki tane ilk gerçekleştirildi ki, bana göre ikisi de bu anlamda çok önemli gelişmelerdir.
Birincisi, Gaziantep’in diğer illere fark atarak cemaatlerin birlikte anma programları tertip etmesi idi. Hem de on güne sığamayacak kadar çok sayıdaki etkinlikle…
İkincisi ise, bu yıl İlk defa Üstadın hemşerileri, Bitlisliler Üstad için sempozyum düzenlediler. Ve bundan sonra her yıl tekrar edeceklerini deklare ettiler. Bu çok önemlidir. Önemi şuradan geliyor. Artık sade vatandaş bile onu korkmadan çekinmeden anabiliyor ve kendine mal edebiliyor olmasına en güzel örneği teşkil ediyorlar.
Şimdilik bu kadarla iktifa etmek istiyorum. Nice yıllara ve nice anma programlarına kavuşturmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.