Hüseyin YILMAZ
Bir asırdır “Dersimiz Atatürk” değil mi?
Yaşlı devlet memurunun yıldızı, “Şu Çılgın Türkler” ile parladı. Ömrünü üst seviye bürokratik vazifelerle geçirmiş olması, şöhret tacına, en çok ihtiyaç duyduğu yıllarda ulaşmasına imkân vermemişti. İnançlarının kanatlandırdığı Müslüman Türkleri “Çılgın Türkler” diye tesmiye ettiğinde yetmiş beş yaşında bir ihtiyardı ve kitabının aralayacağı şöhret kapısının parlaklağını, muhtemelen kendisi de tahmin etmiyordu. Ama “Bir Türk cihâna bedeldir!” hülyâsı ile kamçılanmalarına rağmen, asırlık bir sefâlet ve eziklikten bir türlü kurtulamayan genç nesillerin yaralı bağrı, her türlü teselliyi kabule dünden hazırdı. Hebâ edilen bir asrı tenkid ve hasabını sormaya bedel, Yunanlılara karşı kazanılmış eski bir savaşın yürek serinletici hâtıralarının pınarına dönmelerine şaşırmamalı. Yeni zaferlere imza atamayanların eski zaferlerine selâm durmaları, korkunç bir meyusiyet ilâmıdır, zafer arayışı değil.
Şöhretinin zirvesinde iken vizyona giren Can Dündar’ın “Mustafa” filmi gözleri bir daha Turgut Özakman’a çevirdi. “Çılgın Türkler”in en çılgınını göklerden yere indirip beşerileştiren “Mustafa” ezik Türk gençliğine dehşetli bir hüsran yaşatıyordu. Zaafları, içkisi, sigârası, yeisleri ile “Çılgın Türkler”in havarilerini dipsiz bir uçurumun boşluğuna fırlatan “Mustafa”nın sebebiyet verdiği karabasanı dağıtma vazifesi de Özakman’a düşmüştü. Ekranlara Dündar’la birlikte çıkıp bir taraftan Dündar’ın kulağını çekti, beri taraftan kitlelere bilge dede tavırları ile sapla samanı birbirine karıştırmamalarını anlattı. Hattâ Mustafa’nın beşer olarak zaaflarını, liderliğinin şaşırtıcı mikyası yaptı.
Can Dündar’ın “Mustafa”sı da Dündar’dan çok, Turgut Özakman’a yaramıştı. Dündar’ın daha sonraki hiç bir çırpınması işe yaramadı. “Mustafa” ile sebebiyet verdiği infialden Turgut Dedenin şefkatli himayesi ile kurtulduğu düşüncesi, neredeyse nas kat’iyeti kazandı. Mustafa’dan sonra çehresine oturan, gözlerine taht kuran mahcub ve ürkek tavır bir daha Dündar’ı terketmedi. Muhayyilem de ikisini birlikte yaşatıyor...
Ergenekon Dâvâsı’nın sebebiyet verdiği mütemâdî fırtınanın “Ulusalcı” ve “Kemalist” çevreleri iyice bunalttığı, bütünüyle bir kıyametin arefesini yaşadıklarını düşündürüp ümitsizlikle derin buhranlara attığı günlerde Turgut Bey, bir daha devreye girmek istedi. Zaten “Çılgın Türkler”in mirasıyla birlikte “Mustafa” kılavuzluğuyla kazandıkları da küllenmeye yüz tutmuştu; külleri dağıtacak, ateşi harlayacak yeni bir rüzgâra ihtiyaç vardı.
Âlâ-yi vâlâ ve bin türlü debdebe ile servis edilen “Dersimiz Atatürk”ü sadece Turgut Bey’den altı yaş büyük seksen altı yaşındaki Altemur Kılıç ağlayarak seyretmişti. İstiklâl Mahkemeleri’nin merhametsizliği ve hiddetiyle meşhur azası Kılıç Ali’nin yaşlı oğlu, “’Ders’ tam zamanında... Bu fılm muhakak bütün okullarda çocuklara izletilmeli; Atatürk’ü daha iyi anlamaları ve tanımaları için!” diyordu. Bir de iki günde bir sanki siyâsi beyanatlar verme rekoru kırma iddiası taşıyan Genelkurmay Başkanı Başbuğ beğenmişti “Dersimiz Atatürk”ü.
Gerisi Özakman’ın büyük ümitlerle kaleme aldığı ve aynı ümitlerle filme alınan eserini beğenmemişti. Kimi târîhî hatalara dikkat çekiyor, kimi gerçek bir ders kuruluğu ve ciddiyetinde oluşunu kalemine malzeme yapıyor, kimi de teknik zayıflıklarını serrişte ediyordu. Kısacası; “Dersimiz Atatürk”, “Çılgın Türkler”in şöhretinin üstüne bir karabasan gibi çökmüştü..
Özakman’ın hatası, değişen Türkiye şartlarını görmezlikten gelmesi oldu… Türkiye’nin son bir asırla hesaplaşmaya girdiğini, hebâ edilen bir asrın faillerinin arandığını görmek istemedi. Bir çok izin kuruluş yıllarına ve “Kemalist” zihniyete doğru gittiğinin farkedildiği gerçeğine de gözlerini yumdu. Kısacası, bir nevi bile bile lâdesti “Dersimiz Atatürk”!
Altemur Kılıc’ın açtığı kapıya gelince, buyuruyorlar ki, “Bu fılm muhakak bütün okullarda çocuklara izletilmeli.” Çünkü, “Atatürk’ü daha iyi anlamaları ve tanımaları için!” diye. Güleyim mi, bağırayım mı, yok mu sayayım?.. Altemur Kılıç’a bir asra yakındır sadece çocuklara değil, memleketin taşına toprağına bin türlü dil ile ve bin türlü gayret ile Atatürk’ü anlatmaktan başka bir şey yapmadığımızı nasıl anlatabilirim?
Hiçbir beşerin devletin eliyle ve memleketin bütün imkânları seferber edilerek bu kadar uzun süre anlatılmadığını; medhi yolunda her türlü ifrat ve hayâlatın serbest ama en katı gerçeklerin bile tenkidinin kânun yasağı altında olduğunu nasıl anlatabilirim? Maarifimizin bir asırdır M. Kemâl ile başlayıp bittiğini, devletin bütün müesseseleriyle onun düşüncelerine serfuru ettiğini, bu memlekette ağzını her açanın onun bir sözüyle kelâma başladığını nasıl anlatabilirim, söyler misiniz?
Bütün bunların hiçbir işe yaramadığını, bilinmesine rağmen makes bulmadığını, problemin “Atatürk”ün anlatılamamasında değil, milletin anlayışında yattığını Altemur Kılıc’a anlatmak, anlatabilmek isterdim. Bir asırda anlatılamayan “Atutürk”ün bundan sonra asla anlatılamayacağını, daha fazla ağlamaması için bu beyhûde sevdadan vaz geçmesi gerektiğini, aksi taktirde faydasız üzülmüş olacağını anlatmak, anlatabilmek isterdim. Çünkü o yaşlı bir insan ve ağlıyor… Çocuklarla yaşlıların ağlamalarına dayanamıyorum, sebebi ne olursa olsun…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.