Şahin DOĞAN
Bediüzzaman’ı eleştirmenin dayanılmaz hafifliği
Eleştiri, hakikatin ortaya çıkması için cesur yürekler ve usta kalemler tarafından yürütülmesi gereken biraz sarp ve azıcık tehlikeli bir alan. Hakkaniyet, elde bulundurulması gereken en güvenilir miyar. Kimi, neden, niçin ve neye göre eleştireceğini bilmek bu yola girerken atılması gereken ilk adımlar. Masum yargılar, hiçbir zaman insafsız önyargılara dönüşmemeli. Eleştirmen, eleştireceği kişi, nesne ve metni kendi anlam dünyasının ilmiğinden, süzgecinden geçirmeli ancak hiçbir zaman kendi mizacının rengiyle onu damgalamaya, yaftalamaya ve tanımlamaya çalışmamalı. Estetik kaygılar, etik ilkelerin yerine geçmemeli. Eylem ve söylem birlikteliği her türlü tartışmanın ötesinde bu ameliyenin “mümeyyiz bir vasfı” haline gelmeli.
Yargılardan ziyade önyargılar, etikten ziyade estetik, metinden ziyade kişi ön plana çıkarsa diğer bir ifadeyle “şekil-zemin ilişkisi” sahici bir temel üzerine kurgulanmazsa eleştiri faaliyeti haktan ziyade Batıl’a hizmet eder. İslam fıkhında, bir kişiden küfrü mucip bir söz sadır olduğuna şahit olunsa verilebilecek en adilane tepki, sadır olan fiilin küfür olduğunu fakat sahibi hakkında herhangi bir yorumda bulunamayacağını ifade etmektir. Çünkü “bazen kelam küfür görünür fakat sahibi kafir olmaz.” Özne ile nesne arasındaki ilişki biçiminin sıhhat derecesi, öyle kolayca test edilebilecek cinsten bir mesele değil. İtidal, temkin ve denge bu gibi durumlarda sığınabileceğimiz en güvenli limanlar.
Eleştiri, bir seviye, bir irfan, bir donamın, bir birikim ve hepsinden çok bir dikkat işi. Bazı zaman olur, kalemden akan mürekkep, kılıçtan damlayan kandan daha keskin, daha yıkıcı, daha sarsıcı olur. İş üzerinden değil niyet üzerinden, ürün üzerinden değil sahibi üzerinden çıkarımlarda bulunmak tek kelimeyle yıkımdır.
İşte İslamoğlu, Bardakoğlu, Tekhafızoğlu, Öztürk, Bayındır gibilerine ait eleştiriler [daha doğrusu iftiralar] bu tarz olumsuz bir okuma biçiminin klasik bir örneği. Haklı oldukları noktalar yok mu? Belki var ama yargıdan çok önyargılar, üründen çok kişi, nesneden çok özne üzerinde duruluyor. Amaç hakikati ortaya çıkarmak değil içlerinde saklı tuttukları bazı art düşünceleri ifşa etmek. Haince, tarafgirce, düşmanca ve zaman zaman seviyesizce bir üslup eleştirilerin her kelimesi sinmiş gibi. Sanki muhatap bir mü’min değil de –haşa- azılı bir kafir veya iflah olmaz bir zındık. Halbuki bahse konu ettikleri zat, ülkemizde herkesin az çok tanıdığı, hürmet ettiği ve “cansiperane mücadelesine” hayran kaldığı merhum Bediüzzaman Said Nursi.
Sevenleri tarafından “maneviyat aleminin sultanı” ve muarızları tarafından ise “günümüzde bir asr-ı saadet Müslümanı” payesine layık görülmüş bir Zat’a “şarlatan, sahtekar, kezzap” gibi sıfatları reva görmek, aklı başında, haktan, hukuktan, adaletten minnacık nasibi olan hiçbir mü’minin sarf edebileceği sözler değil. Hayata, olaylara ve kişilere mü’mince, Müslümanca yaklaşmayı her defasında bizlere tavsiye eden mukaddes kitabımızın hiçbir cümlesinde hatta kelimesinde bu tarz bir eleştiriyi haklı çıkartacak bir ifadeye rastlamak olası değil.
Allah dışında hiç kimsenin hatadan beri olmadığı, insan sınıfı içine giren her mahlukun nisyan ile malul olduğu, en ami bir mü’minin bile rahatlıkla kavrayabileceği muhkem bir kaziyye iken ‘devasa’(!) bazı çalışmalara imza atmış birilerinin bunu anlamaması ya da anlamamazlıktan gelmesi cehaletten başka hangi terimle ifade edilebilir?
Evet ebced, cifir, cevşen, celcelutiye, ercuze, keramet, mehdi, mesih gibi İslami geleneğe ait meselelerin sübjektif olup genel-geçer bir bağlayıcılıklarının olmadığı/olamayacağı her aklı başında mü’minin malumudur. Bediüzzaman’ın da böyle bir iddiası yok zaten. “Bunlar birer kanaattır, kanaate itiraz edilmez” diyor. Bu kabil mevzular hizmet sistematiği içinde ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü dereceden bir yer tutar. Kaldı ki bunlar ilmiyyat değil hissiyat sınıfına dahil olan hususlardır. Adalet terazisine vurduğumuzda Bediüzzaman Said Nursi’nin doğrularının yanlışlarına [varsa şayet] fersah fersah üstün geldiği, düşmanlarının bile itiraf etmekten çekinmediği bir gerçektir.
Hele onu Şii, Gurabi, Rafizi, Haşhaşi gibi sapık ve sapkın akımların gizli bir savunucusu olarak takdim etmek yerden asumana kadar büyük bir iftira, aşağılık bir itham ve alçakça bir bühtandır. En merhametsiz düşmanların dahi tenezzül etmeye değer bulmadığı seviyesiz ve ciddiyetsiz bir taarruzdur bu. Bediüzzaman’ın küfür ve ilhad taifesine karşı en zor zamanlarda sergilemiş olduğu ‘celadetli duruş’ ve hayatı boyunca dünya nimetleri namına hiçbir şeye tenezzül etmeyip onları ellerinin tersiyle geri itmesi, takdir ve tahsin edilmesi gereken çok yüce bir duygu iken, bunu görmezlikten gelerek onu art niyetli ve bozuk itikatlı biri olarak lanse etmeye çalışmak hangi hakkaniyet ölçüsüyle bağdaşır?
Ülkemizde en radikalinden en ılımlısına varıncaya kadar bütün cemaatlerin Bediüzzaman’ın ‘cihanpesendane ve cansiperane’ mücadelesini takdir etmeleri, alkışlamaları olaya insaflı yaklaşabilmek açısından, yeterli bir kanıttır. Bediüzzaman dışında, maşeri vicdan nezdinde böylesine umumi bir kabule mazhar olabilmiş kaç talihli sima var?
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.