Bediüzzaman’ın bu uyarısı dindarların kulağına küpe olmalı

Bediüzzaman’ın bu uyarısı dindarların kulağına küpe olmalı

Metin Karabaşoğlu ile yapılan röportaj serisinin ikinci bölümü…

Risale Haber-Haber Merkezi

Röportaj: Şener Boztaş (Alternatif Bakış TV 111)

Birinci bölümde Fethullah Gülen’i kendi tarihçesi içerisinde inceledik. Risale-i Nur’la irtibata geçtiği Nurcularla ilişkilerini tarihsel süreçte konuştuk. Yine o dönem içerisinde Türkiye siyaseti bağlamında kimlerin nerelerde, hangi pozisyonlar aldığını ve bu örgütün o tarihten bu tarihe nasıl geldiğini konuşmaya gayret ettik.

Bu bölümde özellikle örgütün daha görünür hale geldiği ve yıldızının çok parladığı 90’ların ortasından itibaren ki süreci ve belki o dönemde ileri gelen Nur Talebelerinin bu örgüte karşı tavırlarını kısaca konuşup, esas olarak Fethullahçılıkla Risale-i Nur mesleği arasındaki o değerler bağlamında temel farkları değerlendirmeye gayret edeceğiz.

HAKLININ DEĞİL GÜÇLÜNÜN YANINDA YER ALMAYI BİR STRATEJİ OLARAK BENİMSEMİŞLER

93-94’ten itibaren artık neredeyse özellikle seküler liberal kanadı da içine alacak şekilde çok büyük parlak bir genişleme yerelde ve küreselde ve yine söylem itibariyle bütün bunları kucaklayacak bir hoşgörü ve diyalog hareketi olarak –öyle tanımlanıyordu- ortaya çıktığını gördük. 15 Temmuza gelince aslında bütün bu oluşturulan imaj infilak etmiş oldu. O süreci kısaca değerlendirelim. En çok eleştirilerden bir tanesini biz de kendi içimizde bu özeleştiriyi yapmamız bağlamında söylüyorum. Bu dönemde Nur Talebeleri kurumsal ve belki ileri gelenleri ile yeterince mesafe koyabildiler mi?

Birincisi o söylediğin diyalog hoşgörü vs. söylemi üretilirken, üretirken bu yapı aynı zamanda Orta Asya’da ciddi bir şekilde örgütlenmiş durumdaydı. Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan vs. O günün şartlarında Türkmenistan’ın başında Safar Murat Türkmenbaşı var. Ruhname diye bir kitap yazmış, kendince böyle saçma sapan bir şey. Adeta İmam-ı Rabbi’nin karşısında mücadele ettiği gibi o Hint-Moğol imparatoru Ekberşah’ın dini ilahisi var ya kendince Hinduizm, İslam vs. Budizm bunları mezcettiği. Bunda da böyle bir şey saçma sapan bir kurgu içerisinde bir diktatör. Komünist dönemden kalma bir diktatör. Ruhname kitabında diyor ki “Bu Ruhnameyi üç kere okuyan doğrudan cennete girer.” Böyle söyleyen bir adam. Diktatör ve ayrıca arızalı, itikaden de arızalı bir adamın eleştirisini görmüyorduk.

Amerika’da 1990’lı yılların şartlarında komünist bloğun çökmesinden sonra batıda Avrupa’da ve Amerika’da çok kültürlülük, çoğulculuk, plüralizm, diyalog, tolerans, hoşgörü söylemi üretilmiş. Avrupa’da ve Amerika’da hoşgörü, diyalog, çok kültürlülük pazarlayan yapı Türkmenistan’da ise arızalı Türkmen başı diye bir diktatörün gölgesi altında iş görüyor. Azıcık izanı olan kişi bu çelişkiyi görebilirdi.

metinkarabasoglu7.jpgFred Feed, 1990’lı yılların ikinci yarısında Türkiye’ye geliyor. Daha önce Balkanlar üzerine, İran üzerine kitapları olan Feed, Kanada gazetelerine bu coğrafya ile ilgili muhabirlik yapmış bir isim. Türkiye üzerindeki kitap çalışması dahilinde Fethullah Gülen’le de görüşüyor. Türkiye’den gitmesinden Amerika’ya gitmesinden kısa bir süre önce yanılmıyorsam. Ondan önce bu yapının önemli unsurlarıyla da mesela Gazeteler ve Yazarlar Vakfına gidiyor. Orada şu an İsrail’de olan vakfın o günkü başkanı Harun Tokak’la görüşüyor.

Harun Tokak, Kanada’dan bir gazeteci gelmiş ya, diyalog, çok kültürlülük, demokrasi, çoğulculuk, hoşgörü, insan hakları vs. söylemi dolu bir konuşma yapıyor. Fred Reed ona duvardaki o Türkmen başı fotoğrafını izah etmesini istiyor. Anadolu Kavşağı adlı kitabında yazıyor zaten: “Anladım ki onlar haklının değil güçlünün yanında yer almayı bir strateji olarak benimsemişler.” Dolayısıyla Batıdaki söylemi sahici bir söylem değil. Oldukları şeyi tarif etmiyor. Tamamen pragmatist, samimiyetsiz bir söylem.

Ta Kanada’dan gelen bir gazetecinin ağızdan çıkanla duvardaki resim arasındaki çelişki üzerinden görebildiği bu gerçeği bu ülkedeki nice profesör ünvanlı, gazeteci ünvanlı nice insan görmedi. Bu bir kere başlı başına bir problem.

Mesela bir fark olarak diyelim. Geçenlerde bir televizyon programı izledim Alev Alatlı “benim uyandığım bu oldu” diyor. “Türkmen başı ile olan temaslarında ben uyandım” diyor. Böyle istisnalar var. Ama çoğunluk bu aradaki çelişkiyi ya hiç görmedi veya önemsemedi.

Hâlbuki 90’ların ortasında o söylem işte çoğulcu, hoşgörülü bilmem ne vs. söylem üzerinden yapı yol alır ve o yol alarak da en başta bu ülkede diğer bütün dini yapıların üstüne çıkar, söylem ve eylem olarak onları domine eder. 2010’lara doğru gelindiğinde neredeyse hiç birine kendisinin vesayetine girmezse nefes aldırmaz hale geldi. Halbuki 90’ların ortasında eyleminizle söyleminiz arasında tutarsızlık var denilebilirdi. Yeterince veri zaten vardı. Burada da gene bir büyük olarak toplumsal sorun görüyoruz.

Birinci bölümde söyledim ya hepimiz orada herkesin gözü önünde oldu olan biten. Kimse kendini temize çıkararak faturayı şuna buna kesmeye kalkmasın. Bu apaçık çelişkiyi Kanada’dan gelen bir gazeteci gördü ve yazdı ama bu ülkenin bir istisna hariç gazetecileri görmedi, siyasetçileri görmedi, akademisyenleri görmedi toplumda ya görmedi veya görmezden gelmeyi tercih etti.

NUR TALEBELERİNİN ÖZELEŞTİRİSİ

Bu hatanın içinde kendi içlerinde bu yapı ile ilgili eleştirilerini ifade etmekle birlikte Nur Talebelerinin belli bir kısmının da dahil olduğunu söylememiz mümkün. Sen, ben, hepimiz hatırlarız. Nur Talebeleri içerisinde bir grup, bu yapı yanlış şeyler yapıyor Risale-i Nur ölçüleri ile baktığımızda kabul edilmesi savunulması imkansız şeyler bunlar. Üstelik burada yaptıklarını güya meşrulaştırmak için eğip bükerek Risale-i Nur’u da suiistimal ediliyor” derken sen, ben bunlardan iki kişiydik böyle diyebilenlerden ama öbür tarafta “ama kardeşim hizmet ediyorlar. Fitne çıkarmayalım. İşte hizmetlerin hatırına susalım hatta şöyle işte eleştirmek kolay siz ne yaptınız?” deniyordu.

senerboztas_metinkarabasoglu2.jpg

Bu mesela çok ezici bir soruydu

“Siz ne yaptınız? Siz kaç tane okul açtınız? Kaç tane talebe yetiştirdiniz?” Bu şekilde bizatihi Nur Talebeleri içerisinde üretilen haklı eleştiriye böyle itiraz edenler de oldu. Bu noktada 90’lı yıllardan bugüne 25 senelik zaman dilimi içerisinde bu yapı bütünü içerisinde süreç içerisinde Nur Talebeleri içerisinde tavır koyanlar ve net tavır konulması gerektiğini düşünenler. Ki burada ilkesel bakmayı yeteneğine sahip olanlar bunlar. Bir de daha maddi başarıya odaklanıp maddi başarısına aldanıp ve söylem eylem tutarsızlığını göremeden söylemindeki güya tatlılığa aldanıp bu defa o ilkesel, son derece önemli, doğru, yerinde eleştirileri eleştirenler oldu. Orada ilkesel duruşu herkes gösterebilseydi durum farklı olurdu.

Bu noktada da Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu ölçülere rağmen nasıl saf dil davranabildik? Nasıl bu ilkesel bütün istismarlara açık ve net tavır koyamadık? diye özeleştiri yapması gereken epeyce bir Nur Talebesi var. Bunu söyleyeyim. Bunun içerisinde Risale-i Nur hareketi içerisinde kanaat önderi pozisyonunda kişiler de var. Geçmiş dönemlerde bazılarının sözlerine bakıyoruz yine maddi başarı üzerinden olumlayan.

NUR TALEBELERİ BU SAF DİLLİĞE DÜŞMEMELİYDİLER

Hâlbuki maddi başarı meselesini şöyle vurguluyorum. İhlas risalesindeki birinci ölçü bir kere nedir Bediüzzaman’ın? Amelinizde rıza-ı ilahi olmalı. Değil mi? Maddi başarıyla ilgili bu rıza-i İlahi paralelinde söylediği bir şey var Bediüzzaman’ın. Ne diyor? “Cenab-ı Hakkın rızası kesret-i etba ile fazla muvaffakiyet ile kazanılmaz.” Hani rıza-i İlahiye ulaşıp ulaşmadığının ölçüsü sayı çokluğu değildir veya böyle fazla başarılı bir görünüme sahip olmak değildir. Ayrıca bu uyarıyı da yapıyor. Bu yapı kesret-i etba, sayı çokluğu ve giderek de artırması o çok olan sayısını. İki fazla başarı, üzerinden kendisine meşruiyet ve bunu bir seçilmişlik ve rıza-i ilahiye erişmişlik “yürü ya kulum” pozisyonunda olmak diye yorumladı mı? Yorumladı.

Buna başkaları kanabilirdi. Ama Cenab-ı Hakkın rızası “amelinizde rıza-i ilahi olmalı” İhlas risalesinde birinci ölçü olarak, birinci düstür olarak talebelerine vasiyet edilmiş Bediüzzaman tarafından. Bu durumdayken Nur Talebeleri bu birinci düstur açıkken ve bu düsturun açılımı olarak Cenab-ı Hakkın rızası, kesret-i etba ile sayı çokluğuyla tabi olanların çokluğuyla ve fazla muvaffakiyet fazla başarı ile ölçülmez, kazanılmaz, ölçüsüne rağmen Nur Talebeleri bu saf dilliğe düşmemeliydiler.

Ellerindeki kitap, Bediüzzaman’ın onlara miras bıraktığı ölçüler içlerinden saf dillik yapanların bu saf dilliğine asla müsaade etmeyecek yeterli ölçüyü, yeterli basireti ve feraseti ve izanı içeriyordu. Bu noktada her grup, her yapı içerisinde özeleştiri yapılması gerektiği gibi Nur Talebeleri içerisinde de doğru uyarıları yanlış yorumlayan, psikanalizi yapan, beceriksizliğe kılıf bulmak diye açıklamaya kalkan, Üstadın bu konudaki ölçülerini göremeyen bu anlamda suskunluğuyla veya tahsin etmesiyle, takdir etmesiyle bu yapının büyümesinde şu veya bu düzeyde payı olan dolayısıyla da istiğfar etmesi, özeleştiri yapması gereken insanlar var.

Risale-i Nur’u sadeleştirme noktasına kadar bu devam etti. O bir kırılma noktası oldu.

Orada uyandılar çoğu. Maalesef çok daha önceden uyanabilirlerdi. 90’larda, 80’lerde hele ki 90’larda o büyüme süreci içerisine girildiğinde uyanmalarını, tavır koymalarını gerektirecek yeterince veri, malzeme, tablo ortadaydı.

BUYURSUNLAR, SALDIRSINLAR AĞA BABALARI SALDIRDILAR DA NE OLDU?

Sadeleştirme mevzusu ve üzerine 17-25 Aralık itibarıyla büyük oranda zaten açıktan bir tavır geliştirildi. Ama dediğiniz gibi ondan öncesi için maalesef o fluluk bu hareketi belki cesaretlendiren en azından bir davranış olarak da önümüze çıkıyor. Farklara gelelim bu çok önemli. Gülen’in 71’den itibaren beyanatları var. Nurcu olmadığını söylüyor. Hatta her türlü ci, cu oluşumlarına karşı olduğu vs. beyan ediyor. Bütün bu alan açmalara rağmen Nur Talebeleri de onu belli bir pozisyonda tutuyorlar. Ama neticede bugün kamuoyunda belli zeminlerde konuştuğumuz gerekçelerle de belki böyle bir örtüştürme söz konusu. Ve işin vahim tarafı 15 Temmuz’dan sonra özellikle Fethullahçılık üzerinden belki de ilk kez bu kadar yoğun biçimde doğrudan Nurculuğa veya Nur Talebelerine de değil, doğrudan Risale-i Nur’a ve Bediüzzaman’a yönelik eleştiriler, saldırılar söz konusu

Şunu ifade edelim. Buyursunlar, saldırsınlar. Ağa babaları saldırdılar da ne oldu? Bediüzzaman hayattayken söylediklerini biliyoruz. Ne oldu? Bir sonuç alabildiler mi? Veya başkaları Mustafa Kemaller hayattayken, İsmet İnönüler hayattayken Bediüzzaman’la uğraştılar ne oldu?

ÜMMET BÜTÜNÜNDEN KOPUK, İÇE KAPANIK BİR CEMAAT ANLAYIŞI BEDİÜZZAMAN’A AYKIRI

Bir arka planı var, bir kasıtla bir kin, garazla hareket ediyorlar vs. Ama normal halk bir vatandaş tabi oturup da böyle kaynakları önüne alacak, kıyas yapacak bilmem ne filan durumu yok. İşte birisine bir itibar ediyor, bir hüsnü zannı var. Onun sözünü esas kabul ediyor. Kalkıyor oradan bir bilinç oluşuyor oradan o da onu sürdürüyor. Dolayısıyla bizim bu insanlara karşı hakikati ortaya koymakla mükellefiz. Zaten bu söyleşiyi de onun için yapıyoruz. Dolayısıyla en tabi siz de birinci bölümde söylediniz belki yüzlerce fark çıkabilir. Ama çok temel belirleyici farklar, başlıklar halinde bunları kısa kısa konuşalım.

En başta bir kere şu. Bediüzzaman’ın hatırlarsanız Saitleri Ararken çalışmamda belirtmiştim. Bediüzzaman nasıl bir tefekkür ortaya koyuyor? Bu tefekkür üzerinden nasıl bir toplumsallık öneriyor? Nur Talebeleri bu tefekkürü ne kadar anlayabilirler? Bediüzzaman’ın vefatından sonra bu toplumsallığı ne kadar tatbik edebildiler? Hem Bediüzzaman’ın hayatıyla ve eseriyle ortaya koyduğu bu Risale-i Nur mesleğini, tefekkürü ontolojik temelleri ve sosyal kazanımlarıyla özetleyen, kendi anladığım ifade edebildiğim kadarıyla hem de bu çerçeve dahilinde Nur Talebelerinin başarılı olduğu yerler, başaramadıkları, zafiyet gösterdikleri yerler Bediüzzaman’ın vefatından sonra. Bu çerçevede ben bir kere şunu ifade edeyim. Benim Bediüzzaman’ın temel eserlerinden ve de Lahikalar dahil mektuplarında önümüze koyduğu sosyallikten, talebeleriyle olan ilişkilerinden ve hukukundan anladığım üzere, ümmet bütününden kopuk, kapalı, içe kapanık ve kendini şu veya bu düzeyde ümmet ortalamasından daha yukarıda gören bir cemaat anlayışı Bediüzzaman’ın mirasına aykırı bir şey.

metinkarabasoglu8.jpgAma 27 Mayıs ihtilali sonrasında birinci bölümde kısmen anlattığım o büyük, külli taarruz şartlarında her koldan saldırıya maruzsunuz, bu saldırı karşısında korumanız gereken bir miras var bir meslek var ve bir hizmet yapısı var. Koruma, müdafaa psikolojisi var. Üstad onu nasıl ifade ediyor? Esnek, gevşek, geçişli bir toplumsallıktır. Böyle ümmetin içerisinde ne bileyim suyun içerisindeki şeker gibi olmaktır Bediüzzaman’ın Nur Talebeleri için ön gördüğü şey. Yoksa erimemiş bir parça olarak bir kenarda gözüküyorsa Nur Talebeleri Bediüzzaman’ın onları önerdiği en başta İhlas ve Uhuvvet Risalelerinde ve elbette bunun nasıl tatbik olunacağı konusunda mektuplarında önerdiği, gösterdiği o modeli uygulamada bir sıkıntıları var demektir.

Burada bir sıkıntı var. Ama diğer taraftan da bunu bir beceriksizlik, bir ihanete filan bağlamıyorum. 60 ihtilalinden sonra maruz kaldıkları taarruz içerisinde safları sıklaştırmak, böyle farklı ve arızalı bir takım söylemlerin üremesine, birilerinin böyle bir takım suiistimallere girmesine müsaade etmemek filan vs. taarruzları topluca bertaraf etmek gibi endişelerle bir, böyle bir kapanma, içe kapanma ve böyle bir dil üretme söz konusu olmuş. O günün şartlarında bu mazur, sonrasında bu aşılabilirdi bence. Özellikle 70’lerin ortasından itibaren aşılabilirdi belki 60’ların ikinci yarısında aşılabilirdi. Ama olmamış maalesef.

BANKASI OLAN CEMAAT Mİ OLUR?

Şunu da tespit edelim o dönemin şartları içerisinde bu sadece Nur Talebelerinin başına gelen bir durum değil. Baktığımız zaman bütün gruplar siyasi, dini gruplar hep içe kapalı “örgütsel” yapılara mecbur bırakılmışlar

Bu da kasıtlı bir politika mıdır değil midir onu bilmiyorum. O da siyasal sosyal mühendislik anlamında bir soru işareti olarak kenarda tutulması gereken bir şey. Ama Bediüzzaman’ın şu ifadesi açık. Nur Talebelerinden istediği ve beklediği nedir? Şualar’da yer alan Afyon hapis şartlarında yanılmıyorsam söylediği söz nedir? “Nurcular cemiyet memiyet, hususan siyasî ve dünyevî ve menfî ve şahsî ve cemaatî menfaat için teşekkül eden cemiyet ve komite değiller ve olamazlar.”

Şimdi buradaki tariflerin hepsi en başta bakarsak Fethullahçılıkta var. Dışarıdan cemaat görüntüsü var. İçeride ise bir komite var, bir kült var. Görüyoruz zaten taa birileri o komite içinde bir sonuca ulaşıyorlar ve sonra birilerine talimat geliyor, uyguluyorlar. Bu ne oluyor? Twitter’da “yüklenin” oluyor, twitterda böyle sabah akşam twitler yazmak ona buna cevap yetiştirmek şeklinde tezahür ediyor.

Mesela bir cemaatin bankası olur mu? Başka cemaatlerde de mamafih gördük problemi. Mesela dün Bediüzzaman’a ilişmeye kalkan bir profesör. Onun ait olduğu yapı gene aynı problem. Bankası olan cemaat mi olur? Bu nasıl bir şey Allah aşkına? Ne oluyor? Bank Asya’ya para yatırın oluyor. Darbe teşebbüsü oluyor birileri hemen uyuyan hücreler hemen harekete geçiyor. Birileri onu savunma yapıyor, tiyatro söylemi üretiliyor. Burada bir komite olduğu besbelli. Bediüzzaman eserinde ne diyor? Cemiyet dediği ne burada? Toplum bütününden ayrıksı yapı. Burada kastettiği cemiyet bu. Bugünkü toplum anlamında değil cemiyetten kasıt. Toplum bütününden ayrı bir yapı o çerçevede “Nurcular cemiyet memiyet, hususan siyasî ve dünyevî ve menfî ve şahsî ve cemaatî menfaat için teşekkül eden cemiyet ve komite değiller ve olamazlar.”

BEDİÜZZAMAN’IN SİYASETE MESAFESİ BELLİ, KADROLAŞMAYA MESAFESİ BELLİ

Siyaset, bu yapıda var mı? Var. Siyaset güya hani Nur Talebelerini cerideciler diye itmişler, itham edip güya saf Nurculuk iddia ediyordu Fethullah Gülen. Eleştirdiği her şeyi dibine kadar yaptılar. Siyasete nüfuz etmek, kadrolaşmak. Nur Talebelerinde var mı böyle bir şey? Bediüzzaman’ın binin üzerinde mektubunun içerisinde bir tek satır gösteremeyiz. Din-iman anlatıyoruz burada hani bir kadrolaşmaya gidelim. Yok, böyle bir şey. Siyasi parti, Nur Talebeleri asla bir siyasi oluşuma dönüşemezler, bu konuda açık ve net yasağı var. Aynı şekilde kadrolaşarak siyasete nüfuz etmek, yine Nur Talebelerine asla müsaade edilmeyen bir şey.

Tekil olarak, ticaretin içinde olur, siyasetin içinde de olabilir, bir yerde görev alır. O onun tekil meselesidir. Ve orada da taa 31 Mart’ta subaylarına isyan eden askerlere söylediğini hatırlayalım. O arada bir hiyerarşi var o devlet işleyişinde? Sen ne bileyim ayrı bir yapılanma içerisinde o hiyerarşiyi bozarsan, emir komuta zincirini bozarsan ne olur? Yani “o cesim, büyük makine, fabrikayı darmadağın edersin” diyor. Güya hamiyetle hareket ediyorum derken mahvedersin ortalığı. Ki gördük işte. Güya hani bunlar altın nesil, muazzam şeyler yaşatacaktı. Şu memlekete yaşattıklarına bakın. Bediüzzaman’ın siyasete mesafesi belli, kadrolaşmaya mesafesi belli.

KENDİSİNİ NUR TALEBESİ DİYE TARİF EDEMEZ İSTERSE SABAHTAN AKŞAMA KADAR RİSALE-İ NUR OKUYOR OLSUN

O kadrolaşma ile ilgili mesela Münazarat’ta Ermenilerin, Rumların vali, kaymakam olabilmeleri yönündeki soruya verdiği cevap. “Elbette olabilirler” gibi bir cevap veriyor

Çünkü hizmetkarlık yapıyor tahakküm için değil ki makamlar.

Bunlar ise bırakın bir gayrimüslimi başka bir mümin kardeşinin bile ayağını kaydırıp illa kendisinden birisi olsun diye bir sürü oyunlar…

F.Gülen’in dediği siyasi, dünyevi güya Ebu Zer gibi ayrılmıştı. Bu ülkede dindarların zihinlerinin dünyaya çevrilmesinin iki büyük sorumlusu var. Biri bunlar. Himmet diye toplanan şeyler. Orada oluşturulan ticari ağlar vs. giderek değişen, lüksleşen hayat. Bu defa bütün dindarlar “onlar şöyle yaşıyor sen böyle, onlar tatile gidiyor sen böyle, onlar arabası şöyle sen böyle, şöyle bir yerde oturuyor sen böyle” diye bütün dindar erkekler, kadınlar bunun tazyikine maruz kalmadı mı? Siyasi menfaat peşinde koştular mı? Koştular. Dünyevi menfaat söz konusu oldu mu? Oldu. Menfilik? İşte darbeye teşebbüs, daha ne menfiliğinden düşünün. Şahsi, evet işin içinde bir sürü şahsi menfaat hikayesi var. Ve de cemaatin menfaati var. Zaten hayatlarının özü ve özeti. Kendini ümmet bütününden kopuk, yukarıda görünen ve “her şey bizim elimizde olsun her şeyi biz yapalım” diyen başka bütün yapıları bu noktada yol arkadaşı değil rakip hatta düşman olarak gören bir anlayış.

Şimdi Bediüzzaman’ın Nur Talebesi için koyduğu ölçü. Dolayısıyla net bir şekilde bu ölçüye uymayan, cemiyet memiyet olmaya kalkan, hususan siyasi ve dünyevi ve menfi ve şahsi ve cemaatin menfaati için teşekkül eden bir cemiyet ve komiteye dönüşen hiçbir yapı -Üstadın bu ifadeleri açık- kendisini Nur Talebesi diye tarif edemez. İsterse sabahtan akşama kadar Risale-i Nur okuyor olsun.

DİNİ HAYATIN İKBALİNİ VE İSTİKBALİNİ SİYASETTE GÖREN BÜTÜN DİNDARLARIN KULAKLARINA KÜPE OLMASI GEREKEN İLKE

Bu, ondan sonra daha çok noktalar var.  Şu şey gene önemlidir. Bu yapının nasıl, niye savrulduğunu açıklaması bakımından da son derece değerlidir. Ne diyor Bediüzzaman yine 14. Şualarda? “Risale-i Nur şakirtlerinin mümkün olduğu kadar siyasete ve idare işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düsturu esasileridir.” Bunu Lem’alar’da 16. Lem’ada nasıl açıklıyor? “Şimdi imana fen ve felsefeden gelen bir taarruz var. Dalalet o cihetten geliyor. Bu ise çok etkili oluyor. Buna karşı bir manevi mücahede lazım. Şimdi siyaset yoluyla mücadele etsen siyaset ne yapar? Siyaset kafiri Müslüman eder mi? Siyaset bilakis kafiri münafık eder. Bu defa korkudan veya menfaat endişesiyle küfrünü gizler, kalbi kafir olduğu halde Müslüman ağzıyla konuşur. Münafık kafirden daha zararlıdır, daha şiddetlidir diyor. Müslümanlar açısından zararı tehlikesi.” Buna karşılık o yol, kalplerdeki manevi arızanın tedavisi siyasetten geçmiyor. Çünkü siyaset kalbi, küfürden imana getirmez küfürden nifaka götürür.

metinkarabasoglu6.jpgO analiz son derece önemli bir analizdir. Bugünün dini hayatın ikbalini ve istikbalini siyasette gören bütün dindarları için kulaklarına küpe olması gereken harikulade bir analiz ve ölçüdür bu aynı zamanda. Sonrasında ne diyor? Bu yol değil. Kalplerin ıslahı açısından demek ki siyaset, iktidar yol değil. Onun için bilakis siyaset ve siyasi hesap, siyasi menfaat de asla ilintilendirilemeyecek, saf bir manevi hizmet saf bir iman hizmeti, saf bir Kur’ani ders ve tebliğ gerekir bilakis kalplerin ıslahı açısından.

Bunun için hediye almıyor Bediüzzaman. Onunla ilgili kaç mektup var. En ufak bir hediyeyi bile kabul etmiyor. Ta ki o hediye için ders vermiş pozisyonuna düşmeyeyim, zarar görmeyesiniz diye. Buna karşılık yüzünü siyasete çevirenler çok. Böyle bir iman hizmetine hayatını odaklayanlar az. “İki elimiz var, -öyle bir manevi vazife var ki- yüz elimiz olsa ancak buna kâfi gelir” diye anlatıyor.

Dolayısıyla Risale-i Nur şakirtlerinin mümkün olduğu kadar vazifeleri var fakat bu vazifeye odaklanan az. Mümkün olduğu kadar başka bir sebepten değil başınıza bir şey gelmesin diye değil vazifeniz çok mühim. Ama vazifeye odaklanan nazarlar ve eller az, manasında mümkün olduğu kadar. “Risale-i Nur şakirtleri mümkün olduğu kadar siyasete ve idare işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düstur ve esasileridir. Çünkü halisane hizmeti Kur’aniye onlara her şeye bedel kafi geliyor.” Üstattan gene öğrendiğimiz ölçü o dur. İman hizmetinin mükafatı nedir? İman hizmetinde bulunmanın kendisidir. Bundan ayrı bir menfaat, ayrı bir hesap beklenmez. Zaten iman hizmeti Kur’an hizmeti üzerine olmak zaten şereftir. Daha bunun üzerine ne menfaat ne şeref arıyorsunuz? Bu her şeye bedel halisane hizmeti Kur’aniye onlara her şeye bedel kafi geliyor.

Devamında mesela şu cümleler çok önemli. Ki Fethullahçılık nasıl böyle yokuş aşağı yuvarlandı, gitti onun izahını görüyoruz. Benzer şeye tevessül eden her kesimde varsa eğer veya olacaksa herkesin de kulağına küpe olması gerekiyor. Diyor ki: “Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez.” Bağımsız halis bir hizmet mümkün değil siyasete temas eden.

İlla kullanılırsınız, maşa olursunuz, piyon olursunuz

Evet, hiçbir kimse diyor öyle kuvvetli cereyanlar var yerelde, küreselde. Gördük işte. “istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek, o hizmetin kudsiyetini bozacak.”

Tam 15 Temmuzu tarif ediyor

Evet. Sene muhtemelen 1948. Sadece şu okuduğum iki bahis dahi Fethullahçılık Risale-i Nur’la ne kadar bağdaşıyor? Fethullah Gülen, Bediüzzaman’ın istediği şeyi mi yapmıştır? Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu açık ve net ölçüleri çiğnemiş midir? Sadece şu iki alıntı bile bir kere meselenin izahı için yeterli.

Devam edecek

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.