Mehmet EVREN
Bediüzzaman’ın Eğitim Yaklaşımı
Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerimde Cenab-ı Hakkın doksan dokuz ismi geçmektedir. Her isim kâinatta, evrende ve insanda, farklı şekillerde tecelli etmekte ve yansımaktadır. Bu isimlerden Alîm, Hakîm, Rab ve Rahîm isimlerinin, doğrudan eğitim ve öğretimle ilişkisi olduğunu görmekteyiz.
Alîm, “Gizli açık, geçmiş, gelecek, her şeyi, sonsuz ilmi ile en mükemmel bir şekilde ve en ince noktasına kadar, bilen”; Hakîm: Her şeyi yerli yerinde ve zamanı gelince hikmetle yapan, tanzim eden; Rahîm: Sonsuz şefkat ve merhamet eden, acıyan ve merhametiyle lütuf ve ihsanda bulunan; Rab ise, her varlığın yaratılış gayesine ulaşması için muhtaç oldukları herşeyi veren yani onları terbiye edip idaresi altında bulunduran anlamlarına gelmektedir.
Bundan dolayıdır ki, “Cenab-ı Hak, sonsuz ilmiyle, dünyadaki herşeyi bir hikmete ve sebebe bağlı olarak, bir tertip ve düzen içerisinde, tedrici olarak, yeri ve zamanı gelince yaratmakta, şefkat ve merhametiyle terbiye ve idare etmektedir.“[1] Gece gündüzün değişmesi, mevsimlerin oluşması, toprağa ekilen tohumların, çekirdeklerin yeşerip büyümesi, dikilen fide ve fidanların belli bir zaman sonra meyve vermesi, yeni doğan yavruların büyüyüp gelişmesi gibi, fiil ve işlemleri tüm varlıklarda görmek mümkündür. İşte bütün bunlar Cenab-ı Hakkın Alîm, Hakîm, Rab ve Rahîm isimlerinin birer tecellisi ve yansımalarıdır. Dünyada Allah’ın daha çok ‘Hakîm’ ismi, hâkim ve egemendir. Herşey yeri ve zamanı geldiğinde yaratılmakta ve meydana gelmektedir.
Tedricilik kuralı, eğitim ve öğretimde de geçerli temel bir esastır. Çünkü sebepler dünyasında yaşıyoruz, Cenab-ı Hak her şeyi bir sebebe bağlamış. Mesela bulutu yağmura, toprağı meyveye sebep kıldığı gibi… Tedricilik, Cenab-ı Hakkın kâinata koyduğu bir kanun, bir sistem ve düzendir. Her canlının gelişmesini belirli bir sürece ve kurala tabi kılmıştır. Dışarıdan bu sürece yapılan en küçük bir müdahalenin ne kadar kötü sonuçlar getirdiğini hepimiz görmekte ve yaşamaktayız. -hormon verilen sebze, meyve ve deli danalar örneğinde görüldüğü gibi- Yeni doğan bir çocuğa anne sütü yerine et gibi gıdaları vermeye kalkışmak, çocuğun gelişmesine değil, ölümüne davetiye çıkarmaktır. Eğitim öğretimde de durum bundan farklı değildir. Onun için hiçbir zaman çocuğun yaş seviyesi göz ardı edilmemelidir.
“İnsan, şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer.” [2] Son derce âciz ve zaîf olarak yaratıldığından; “dünyaya geldiğinde, herşeyi öğrenmeye muhtaç, hayat kanunlarına cahil ve yabancı; öyle ki yirmi senede hayat şartlarının tamamını öğrenemiyor. Hatta ömrünün sonuna kadar öğrenmeye muhtaç bir varlıktır. Hem dünyaya gayet âciz ve zayıf bir şekilde gönderilmekte, bir iki senede ancak ayağa kalkabilmekte; on beş senede ancak zararlı ve faydalı şeyleri fark edebilmekte ve insanların yardımıyla faydalı şeyleri almakta ve zararlı şeylerden kaçınabilmektedir. İşte bütün bu süreçler; insana yaratılışta verilen görevin; öğrenerek tekemmül etmek, olgunlaşmak; yaratıcısını tanımak ve Ona olan kulluk görevlerini yerine getirmek olduğunu göstermektedir. Yani, "Kimin merhametiyle böyle hikmetli bir şekilde idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle şefkat edilircesine eğitiliyor ve terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuf ve iyilikleriyle böyle nazikçesine besleniyor ve idare ediliyorum?" düşünmek ve bilmektir.
Demek insan, bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gönderilmiştir. Çünkü mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır. [3] Diğer canlılarda ise durum farklıdır. Dünyaya gelir gelmez, kısa bir zaman içerisinde yaratılış kanunlarına hemen uyum sağlarlar. Mesela hayvanların yavruları dünyaya geldikten kısa bir süre sonra hiç kimseden yardım almadan annesinin memesine yapışıp ihtiyacı olan sütü emer, ayağa kalkar, yürümeye başlar, kendisine zarar verecek şeylerden korunmak için annesinin kucağına atılır, yardım ister. Çünkü onlara her şey öğretilmiş olarak gönderiliyorlar. Balarısı ve ipekböceği örneğinde görüldüğü gibi…
Risâle-i Nurda, insanın mahiyeti ve tanımı ile ilgili çok mükemmel tahlil ve açıklamalar yapılmaktadır. İnsan nedir, yaradılış gayesi ve hedefi nedir? “Nereden gelmiş? Nereye gidecek? Buradaki vazifesi nedir? Allah’a karşı görevleri nelerdir? Yaratılış hikmeti ve sorumlulukları nelerdir?" sorularına cevap verilmekte ve Kur’an ahlâkına uygun bir hayat tarzı işlenmekte ve öğretilmektedir.
İnsan varlıkların en şereflisi olarak yaratıldığı için “ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Bilakis, bütün yaptıklarının suretleri alınıp yazılmakta ve yaptıklarından hesaba çekilmek üzere kayıt altına alınmaktadır.” [4] İnsan varlıkların en şereflisi olarak yaratıldığına göre, din ve dünya işlerinde de bu üstünlüğün ve farklılığın anlaşılması gerekir. Bu konuda da Cenab-ı Hak, insanlara yollarını öğretecek ve rehberlik edecek peygamberler göndermiştir. Bu noktadan baktığımızda, Kur’anın eğitime bakışı, beşerin eğitim anlayışından çok daha derin bir anlam kazanmaktadır. Beşerî eğitim ,“iyi vatandaş” yetiştirmeyi öngörürken; Kur’ân’ın öngördüğü eğitim anlayışı “iyi insan, hayırlı insan, kendisine ve insanlara faydalı olan insan, kendisi için istediğini mümin kardeşi için isteyen insan” yetiştirmeyi hedeflemektedir. Böyle bir eğitim ise Allah’a yakın, yaratılış amacına uygun bir insan topluluğunu netice vermektedir
Risâle-i Nur’da eğitim, iç içe daireler gibi, dar daireden geniş daireye doğru sıralanmıştır. Bu, Kur’anî ve nebevî eğitim şeklinin bir yansımasıdır. Bu konuda Kur’andan bir misal verecek olursak: “Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında çok çirkin bir davranıştır.” ayetlerinde, iman edenlere hem bir uyarı niteliğinde, hem de sadece iman etmenin yeterli olmadığını, inanan birine yaraşan tutum, söylediğiyle yaptığı arasındaki tutarlılığa özen göstermesi olduğu bildirilmektedir. Onun içindir ki; Allah Resulü, kendisine indirilen Kur’an-ı Kerimin ayetlerini önce nefsinden başlayarak, sonra ailesine, yakınlarına ve daha sonra da diğer insanlara tebliğ ederdi. Onun için bir öğretici, eğitime önce kendi nefsinden başlayarak, ailesine, yakınlarına ve sonra başkalarına anlatmaya ve öğretmeye çalışmalıdır. Bediüzzaman hazretleri de Kur’an-ı Kerimin ve Peygamber Efendimizin (asm) bu metodundan yola çıkarak, “Âlim-i mürşid. Koyun gibi olmalı; kuş gibi olmamalı. Koyun kuzusuna (hazmettiği) sütü; kuş, yavrusuna (hazmetmediği) kayı (kusmuğu) verir” ifadelerinde; gerçek bir öğreticinin ve eğitimcinin anlatmak istediği bir konuyu önce kendi iç âleminde iyice yoğurduktan ve sindirdikten sonra öğrencilerine anlatmasının uygun ve etkili olacağını belirtmektedir. Çünkü fetihler, önce insanın kendi nefsinden başlar: Bediüzzaman; “nefsini ıslâh etmeyen başkasını ıslâh edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.”[5] diyerek işe önce kendi nefsinden başlamıştır. Ayrıca, Bediüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nur’da sürekli kendi nefsine yönelik telkinlerde bulunarak nefis terbiyesine vurgu yapmıştır. “Hâlık-ı Rahîmime hadsiz şükür olsun ki, kendimi kendimi beğendirmemiş, nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmâremi başkalara beğendirmek arzusu bırakmamış.”[6] ifadeleri nefsini terbiye ettiğinin açık bir göstergesidir. Yine, ‘Sözler’ isimli eserinin başında “Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla (temsilleriyle), sekiz hikâyeciklerle birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum.”[7] diyerek, nasihate öncelikli olarak nefisinden başladığını görüyoruz.
Yine her insana ait iç içe pek çok dairelerin olduğunu, ancak “insanın ömür sermayesinin pek az ve lüzumlu işlerin pek çok” olmasından “Her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler olduğunu, herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunduğunu; fakat en küçük dairede en büyük ve önemli ve daimi vazifeler bulunduğunu”[8] ifadelerinde, eğitimde önceliğin en küçük daire olan insanın kendi nefsinden başlaması gerektiğini belirtmiştir.
Risale-i Nurda, ailenin eğitimdeki rolüne de önemle vurgu yapılmaktadır. Efendimiz (a.s.m) “Çocukken öğrenilen ilim taşa nakşetmek, yazı kazımak gibidir. Yaşlıyken öğrenilen ilim ise suya yazmak gibidir.”[9] hadisinde çocuğun ailesinden aldığı ilk eğitimin kalıcı olduğunu ve izlerinin hayatı boyunca devam edeceğini ifade etmektedir. Onun için öncelikle çocuklarımıza, Allah’ı tanımayı ve sevmeyi, imanın ve İslam’ın şartlarını anlatmayı, Kur’an-ı Kerimi öğretmeliyiz. Yaş seviyelerine de göre ibadetlere özendirmeye ve alıştırmaya çalışmalıyız. Bu çocuğa mesleki bilgi verilmeyecek anlamına gelmemelidir. Tabiî ki çocuğa mesleki bilgi de verilecek, meslek de öğretilecek; ancak “çocuğa gereken dinî bilgiler öğretildikten sonra verilmelidir.”[10] Zira çocuk kalbi saf bir cevher gibi, iyiyi de kötüyü de almaya hazır haldedir. Şüphesiz bu dini bilgileri ve eğitimi de ilk öğretmeni olan annesinden alacaktır. Özellikle 0-6 yaş grubu çocukların eğitiminde en belirleyici kişi hiç şüphesiz annedir. Bediüzzaman, “insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle ben kendi şahsımda kat’i ve daima hissettiğim bu mânâyı beyân ediyorum: Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o dersler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum.”[11] diyerek annenin eğitimdeki rolünü açık bir şekilde belirtmiştir.
Aile; toplumun temel taşı ve çekirdeğidir. İnsanlıkla birlikte var olan toplumsal bir kurumdur. “Toplumda, sevgi ve güvenliğin doğal kaynağı ailedir. Çünkü çocuk, dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren sevgiye ve şefkate muhtaçtır. Bu ihtiyacın karşılıksız olarak yerine getirildiği en iyi ortam ise ailedir.”[12] Ailede anne baba ve çocuklar bir vücudun organları gibidirler. Bunları birbirine bağlayan ve devamlılığını sağlayan faktör ise ailedeki sevgi, saygı ve şefkattir. Sevgi ve şefkat çocuğun en önde gelen ihtiyacı ve en önemli gıdasıdır. Çünkü çocuk sevgiyle büyür. Çocuk, biyolojik açıdan korunmaya muhtaç olduğu gibi, psikolojik açıdan da korunmaya muhtaçtır. Çocuğun sevgi, sığınma gibi psikolojik ihtiyaçlarının karşılandığı yer ise aile ortamdır. Çocuğun maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamak, çevrenin olumsuz şartlarından korumak ve ona yaşanabilir sıcak bir yuva ve sevgi ortamı hazırlamak ailenin görevidir.
Risâle-i Nur’da, sağlıklı ve mutlu bir toplum için, aile ortamında uyulması gereken bir takım ölçülere de yer verilmektedir. Sağlıklı bir aile hayatı ve sağlıklı çocuklar için aile içinde istişare, karşılıklı sevgi ve saygının temel kılınması, aile fertlerinin birbirlerinin halinden anlamaları ve dinleyebilmeleri, yumuşak söz, yapıcı ve tutarlı davranışlarda bulunmaları tavsiye edilmektedir.
Ayrıca, anne babaların çocuklarına karşı, doğru bir model olmaları, kırıcı eleştirilerden ziyade motive edici ve yapıcı eleştirilere yer vermeleri, çok konuşmak yerine daha çok davranış ve beden dilleriyle örnek olmaları, kişiye değil davranışa eleştiri getirmeleri vurgulanmıştır. Çünkü çocuklar, Yüce Allah’ın ebeveynlere verdiği nazik birer emanet ve ev arkadaşı olduğundan onlara baskı ve tahakküm yerine, sevgi ve şefkatle yaklaşılması gerektiği ifade edilmektedir.
Risâle-i Nur’da ailenin temel fonksiyonu olan eğitimin yanında çevrenin ve kitle iletişim araçları ve sosyal medyanın etkisine de yer verilmiştir. Günümüzde, günahların binlerce yoldan geldiği belirtilerek bu duruma karşı tedbirli ve dikkatli olunması tavsiye edilmiştir. Teknolojiyle gelen nimetlerin olumlu hale getirilerek, helal dairede kullanılması gerektiğine vurgu yapılmıştır. Risâle-i Nur’u okuyanlar Bediüzzaman’ın o günün şartlarında mektupla başlattığı eğitim öğretim aracını, bugün gazete, radyo, televizyon, cep telefonu ve internet yoluyla devam ettirmeleri ihtiyaç haline gelmiştir. Sosyal medya ile birlikte gelen günahlara karşı korunmanın zorlaştığı günümüzde, Risâle-i Nur’un sunduğu hakikatler çerçevesinde; iletişimde “müfritane irtibat” yani görüşmelerin sıklaştırılması tavsiye edilmektedir. Çünkü insani zaaflar, toplumsal ruhla, iş bölümüyle ve mesai beraberliğiyle giderile bilir.
Çocuk eğitiminde anne babanın çocuklarla olan ülfet ve zaaflarından dolayı zaman zaman üçüncü şahıslar devreye sokulmalıdır. Devreye sokulan kişilerin örnek ve rol model olacak kişiler olmalı. Özellikle, 6-12 yaş grubu çocuklar için bu güzel bir metottur. Daha ileri yaşlarda ise, model olabilecek arkadaş çevresiyle buluşturmanın yolları aranmalıdır. Bu tür çalışmalar, çocuklarımızın imanlı yetişmesini ve günahlara karşı direnmelerini sağlamada yardımcı olacaktır. Burada iş, yine anne babalara düşmektedir.
Peygamber Efendimiz (a.s.m), “Baba evlâdına güzel terbiyeden daha güzel bir hediye veremez.”[13] “Çocuklarınıza ikram edin ve terbiyelerini güzel yapın,”[14] “İnsanın öldükten sonra geride bıraktığı en hayırlı şeylerden birisi de, yetiştirdiği salih evlâttır”[15] sözleriyle bize öğüt vermektedir.
Bundan dolayı, ailenin temelini teşkil eden anne babalara, çocuklarını doğru yetiştirmeleri için eğitici eğitimleri verilmelidir. Aksi takdirde çocuklar maneviyattan uzaklaşır, başkaların tuzağına düşer, kendine ve topluma faydadan ziyade zarar getirir. Bu nedenle çocuklar, Allah’ı bilen, tanıyan bir bilinçle yetiştirilmelidir. Ayrıca, imanlarını güçlendiren konularda kitap ve sohbetlerle beslenmelidir. Çünkü “Bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir iman dersi alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ve esaslarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-i Müslim birisinin İslamiyeti kabul etmek derecesinde zor olur, yabani düşer”[16] Bu sebeple çocukların ahirette anne babalarından şikâyetçi olmamaları için doğru bir dini eğitimin verilmesi gerekir.
Yine Bediüzzaman; İslâm toplumlarını geri bırakan “cehalet, zaruret (yoksulluk, fakirlik) ve ihtilâf (ayrılık)” olmak üzere üç büyük düşmanın olduğunu söyler. Bu üç büyük düşmana karşı marifet (eğitim), san’at ve ittifak (birlik) silâhıyla mücahede etmeyi ilke edinmiştir.[17] İlk hayatından itibaren Osmanlı devletindeki eğitim sisteminin yanlış yanlarını dile getirmiş, düzeltilmesi için ciddi çabalar sarf etmiştir. Özellikle Osmanlı’nın son dönemlerde geri kalış sebeplerinden birinin, mektep, medrese ve tekke ihtilâfı olduğunu söylemiş ve bu konuda farklı gazete ve dergilerde makaleler yazmıştır. Bu kurumların düzelmesi için din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulmasını, medreselerin yeniden gözden geçirilerek ıslah ve tasfiyesi edilmesini, yerine yeni gelişmeleri konu alan derslerin okutulması, tekkelerde donanımlı ilim adamlarının bulundurulması gerektiğini belirtmiş. Bunların gerçekleşmesi halinde bu üç kurumun ruhu birbirine benzeyecek ve “tevhid-i medaris” denilen eğitimde ortak bir birliktelik ve bütünlük gerçekleşmiş olacaktır. Böyle bir eğitimin de, ülkemiz başta olmak üzere İslam âleminin terakkisine, ittihad ve birliğine vesile olacağını ifade etmiştir.
Bediüzzaman’a göre eğitim; akıl ve kalb bütünlüğü içerisinde yapılan eğitimdir. Aksi takdirde maneviyattan uzak bir eğitimin, öğrencide şüphe ve tereddütlere yol açacağını, medeniyet fenlerinden uzak bir eğitimin ise öğrencide taassuba, gericiliğe sebep olacağını belirtir. Onun için akıl ile kalbin, ilim ile inancın bir bütünlük içerisinde götürülmesini eğitimin vazgeçilmezi olarak kabul eder. Öğrencinin ilim, irfan, ahlak ve faziletli yetişmesi, kalp ve ruhun, akıl ve duyguların ulvi gayelere yönlendirilmesiyle mümkün olabileceğini söylemiştir.
Bediüzzaman; eğitimle ilgili bu görüşlerin yanında belirgin ve müşahhas projeler de hazırlamış ve ilgili makamlara sunmuştur. Bunlardan birisi, Anadolu’da, özellikle Doğu ve Güneydoğuda din ve fen ilimlerinin birlikte okutulmasını öngördüğü medreselerin (okulların) açılması ve yaygınlaştırması projesidir. Bu proje kapsamında görevlendirilecek öğretmenlerin bölge insanın psikolojisine ve mahallî dillerine aşina olmaları gerektiğine dikkat çekmiştir.
Bediüzzaman’ın; ayrıntılı olarak tanımladığı bu eğitim modelinin uygulanacağı eğitim kurumuna Medresetüzzehra adını vermiştir. Bu projeyi sıradan bir okul olmanın ötesinde doğuda Fen ve İslami ilimlerini birlikte okutulmasını planladığı bir proje olarak tasarlamıştır. Bunun pilot çalışmasını ise Van’da Horhor Medresesi'nde uygulamış ve başarılı da olmuştur. Daha sonra fen ilimleriyle medrese/İslami ilimleri birlikte okuttuğu bu eğitim modelini Van, Bitlis ve Diyarbakır illerinde Medresetüzzehra olarak planladığı üniversitede gerçekleştirmek istemiş. Bu düşüncesini payitahta iletmek için 1907 yılında İstanbul'a gelmiş. El-Ezher Üniversitesi’ne bir kız kardeş olarak tarif ettiği bu üniversitede "lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak" suretiyle özetlediği Arapça, Kürtçe ve Türkçe olmak üzere üç dilde eğitim yapılacağını belirtmiştir. Böylece Doğu ve Güneydoğuda tehlike olabilecek ırkçılık ve cehalet probleminin çözüleceğine, “ittihad-ı İslâm” yani İslam Birliğinin teşekkülüne, ilmî, içtimaî ve iktisadî gelişmelere vesile olacağını ifade etmiştir.
Said Nursî; idealindeki bu üniversitenin gerçeklemesi için hazırladığı projeyi Padişah II. Abdülhamid’in Mabeyn-i Hümayun’a bugünkü adıyla özel kalem dairesine sunmuş, ancak bu talebi yerine getirilmemiş. Sonra 1911 yılında bizzat Padişah V. Mehmed (Sultan Reşad) ile görüşmüş, Padişah tarafından 19 bin altın lira ayrılarak, 1913 yılında Vangölü kıyısında açmayı planlandığı üniversitenin temelini atmış, fakat I. Dünya Savaşının çıkmasıyla üniversite tamamlanamaz. Sonra 2 Mart 1923 tarihinde Medresetüzzehrâ projesini I. Meclise sunmuş; hakkında kanun teklifi verilerek, 200 milletvekilinden 163’ünün oyuyla teklif kabul edilir, ne yazıktır ki üniversitenin inşası yine gerçekleşemez. Ancak daha sonra, Risâle-i Nur’un te’lifi ve neşriyle bu proje; gerek Türkiye’de ve gerek dünyanın farklı ülkelerinde evlerde, dershanelerde (medreselerde), işyerlerinde, hapishanelerde, köy odalarında, okullarda, üniversitelerde,[18] sürekli bir şekilde okunarak gerçekleşmiştir. Bediüzzaman bu projenin, zamanı geldiğinde bir üniversite olarak da kurulacağı müjdesini vermiştir.
Özetleyecek olursak: Bediüzzaman’ın bu eğitim yaklaşımına ve modeline sadece ülkemizin değil, bütün insanlığın ihtiyacı vardır. İnsanlığın kavgasız, gürültüsüz, huzurlu, âdil, insan haklarına saygılı ve toplumsal barışın sağlanacağı bir dünya için, bu eğitim yaklaşımına ve modeline ihtiyacı vardır. Çünkü bu evrensel bir yaklaşımdır.
[1] Nursi, Sözler, 2012, Söz Basım yayın İstanbul, s:169
[2] Nursi, Sözler, 2012, Söz Basım yayın İstanbul, s:438
[3] Nursi, Sözler, 2012, Söz Basım yayın İstanbul, s:422
[4] Kehf Sûresi, 18:49
[5] Nursi, Sözler, 2012, Söz Basım yayın İstanbul, s:362
[6] Nursi, Emirdağ Lahikası, 2012, Söz Basım yayın İstanbul, s:100
[7] Nursi, Sözler, 2012, Söz Basım yayın İstanbul, s:27
[8] Nursi, Şualar, 2012, Söz Basım yayın İstanbul, s:269
[9] el-Camiu’s-sağir, 1/254; Kenzu’l-Ummal, h. No: 2759
[10] İbnu Kayyim, Tuhfetu’l-Mevdûd, Bombay, 1961, s. 145
[11] Nursi, Lem’alar, 2012, Söz Basım yayın İstanbul, s:324
[12] Tezcan, 1985:158
[13] Hadis-i Şerif T1952 Tirmizi, Birr, 33
[14] Sünen-i İbn Mâce, Edeb (2/ 1211).
[15] Müslim, Vasiyyet 14. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vasâyâ 14; Tirmizî, Ahkâm 36; Nesâî, Vasâyâ 8
[16] Nursi, Emirdağ Lahikası, 2012, Söz Basım yayın İstanbul, s:66
[17] Nursi, İlk Dönem Eserleri, Divan-ı Harb-i Örfî, 2012, Söz Basım yayın İstanbul, s:786s:387)
[18] Nursi, Tarihçe-i Hayat, 2012, Söz Basım yayın İstanbul, s:786
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.