Niyazi BEKİ
Bediüzzaman’ın İstikbal Ufku-2
3-İstikbali keşfeden Önder
Üstad, gerek Kur’an’dan, gerekse insanlığın tarihî sosyal hayatından aldığı ilhamla, ilerde meydana gelecek bazı olaylara işaret etmiştir. İnsanlığın vurdum duymaz davranışlarının bir ürünü olarak, manevî/dinî moral takviyeden mahrum bir neslin ortaya çıkacağını düşünmüştür. Bu neslin ilerde yapacağı tahribatın bir sonucu olarak büyük çapta bir anarşi ve terör belasının dünyayı, özellikle İslam alemini saracağını ifade etmiştir.
Avrupa medeniyetinden “Mimsiz medeniyet” (yani, deniyet=alçak/rezil medeniyet) olarak söz eden Bediuzzaman, bu medeniyetin ön gördüğü hayat felsefesinin bir sonucu olarak, insanlığı yıkıma götüren emperyalist savaşların olacağını vurgulamıştır.
Bir ilham, doğru tarih okuma , sosyal olaylar üzerinde derin sosyolojik tahlillerden gücünü alan keskin bir ferasetle, ileride olacağını öngördüğü ve zamanın da kendisini tasdik ederek ortaya koyduğu bazı hususları maddeler halinde arz edilmekte fayda vardır.
a-Dinin zararına, gerçek bir irtica hareketinin geleceğini haber vermesi
Üstad Bedüzzaman, Otuz-kırk yıl sonra meydana gelecek bir gericilik hareketini çok net bir şekilde ifade etmiştir. Daha sonra, insanları Saadet asrından önceki cahiliye devrine geri götürecek bu gericilik hareketinin, kendisinin dediği gibi- aynen meydana geldiğini vurgulamıştır. Aşağıdaki satırlarda özetle, bu ifadeleri görmekteyiz:
“Aziz kardeşlerim,
“Eski Said'in matbu eski eserlerinden birisi elime geçti. Merak ve dikkatle baktım…
Eski Said kafasını alıp ve Yeni Said'in sünuhatıyla dikkatle mütalâa ettim… Anladım ki, Eski Said acip bir hiss-i kablelvuku ile, otuz kırk sene sonra şimdi vukua gelen vukuat-ı maddiye ve mâneviyeyi hissetmiş. Ve bedevî Ekrad aşâiri perdesi arkasında, bu zamanın medenî perdesini kendilerine maske yapan ve vatanperverlik perdesi altında dinsiz ve hakikî bedevî ve hakikî mürteci, yani, bu milleti, İslâmiyetten evvelki âdetlerine sevk eden hainleri görmüş gibi, onlarla konuşup başlarına vuruyor.” (a.g.y)
b.Maddi ve Manevî zelzele :
Maddi ve manevî zelzeleden maksat, I.-II. Dünya Savaşları ve Dinsizlik Cereyanlarıdır.
Her türlü materyalist felsefenin ve ateist düşüncenin, bilimsellik maskesi altında, resmi kurumlarca organize edilip uygulama sahasını bulduğu, ve bu düşüncenin bir ürünü olan emperyalizmin gadre başladığı, yirminci asrın bu eşsiz zulmünden haber verilmiştir:
“Kırk sene evvel Eski Said bu matbu kitabetlerinde, İşârâtü'l-İ'câz'ın baştaki ifade-i meramında ve sair eserlerinde musırrane ve mükerreren talebelerine diyordu ki:
"Hem maddî, hem mânevî büyük bir zelzele-i içtimaî ve beşerî olacak. Benim dünya terkiyle inzivamı ve mücerret kalmamı gıpta edecekler" (Em-II/109).
Saniyen: O matbu eserin yüz beşinci sayfadan tâ yüz dokuza kadar parçaya dikkatle baktım. O zamanda aşâire ders verdiğim o sualler ve cevaplar vaktinde, mühim bir veli içlerinde bulunuyormuş. Benim de haberim yok. O makamda şiddetli itiraz etti. Dedi:
"Sen ifrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun, bizi de tahkir ediyorsun. Âhir zamandır. Gittikçe daha fenalaşacak" (Em-II/107).
O vakit ona karşı, (Bediüzzaman), matbu kitapta böyle cevap vermiş:
“Herkese dünya terakkî dünyası olsun; yalnız bizim için mi tedennî dünyasıdır? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım:
c-Üç yüz yıl sonraya uzanan bir ufuk
“Ey yüzden tâ üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitâne benim sözümü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile beni temâşâ eden Said, Hamza, Ömer, Osman, Yusuf, Ahmed, v.s. Size hitap ediyorum”(a.g.y.).
“Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşaallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica ederim ki, mâzi kıt'asına geçmek çin geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini, mezartaşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız. Yâni, İhtiyar Risalesinin On Üçüncü Ricasında beyan ettiği gibi, Medresetü'z-Zehranın mekteb-i iptidaîsi ve Van'ın yekpare taşı olan kalesinin altında bulunan Horhor medresemin vefat etmesi ve Anadolu'da bütün medreselerin kapatılmasıyla vefat etmelerine işaret ederek, umumunun bir mezar-ı ekberi hükmünde olmasına bir alâmet olarak, o azametli mezara azametli Van Kalesi mezartaşı olmuş. "Ey üç yüz sene sonra gelenler! Şu kalenin başında bir medrese-i Nuriye çiçeğini yapınız. Cismen dirilmemiş, fakat ruhen bâki ve geniş bir heyette yaşayan Medresetü'z-Zehrayı cismanî bir surette bina ediniz" demektir. Zaten Eski Said ekser hayatı o medresenin hayaliyle gitmiş ve o matbu risalenin 147'nci sayfadan tâ 157'nci sayfaya kadar Medresetü'z-Zehranın tesisine ve faydalarına dair ehemmiyetli hakikatleri yazmış” (a.g.y.).
d-İkinci dünya savaşı ile manevi gericiliği teyit etmesi:
“Hem Eski Said, hem Yeni Said, hem maddî, hem mânevî büyük bir hadise Osmanlı memleketinde büyük ve dehşetli ve tahribatçı bir zelzele-i beşeriye Osmanlı memleketinde olacak diye, hiss-i kablelvuku ile Eski Said mükerrer ve musırrane haber veriyordu.” ((Em. II/110).
Üstad Bediüzzaman, ısrarla haber verdiği bu zelzelenin, biri manevî, biri de maddi olmak üzere iki şekilde ortaya çıktığını ifade etmektedir. Maddi olanı ikinci dünya savaşı olarak geniş bir sahada cereyan eden bir hadise.
Manevî olanı ise, Osmanlı memleketinde sonradan meydana gelen dinin tahribatına yöneliktir. Üstad bunları izah ederken; zahiren –dairenin darlığı ve genişliği hususundaki- yorumunda görünen bir sehvin de gerçekte doğru olduğunu, şu ifadelerle ortaya koymuştur:
“Halbuki o his ile Nur meselesinin aksiyle gayet geniş daireyi dar görmüş. Zaman onu ikinci Harb-i Umumî ile tam tasdik ettiği halde, onun o çok geniş daireyi Osmanlı memleketinde gördüğünü şöyle tâbir ediyor ki:
İkinci Harb-i Umumî beşere ettiği tahribat-ı azîme gerçi çok geniştir, fakat hayat-ı dünyeviyeye ve bekasız medeniyete baktığı cihetinde, Osmanlıdaki tahribata nispeten dardır.
Osmanlıdaki mânevî zelzele, hayat-ı ebediye ve saadet-i bâkiyenin zararına bir tahribat ve bir zelzele-i mâneviye-i İslâmiye(olarak), mânen o ikinci Harb-i Umumîden daha dehşetli olmasından, Eski Said'in o sehvini tashih ediyor ve rüya-yı sadıkasını tam tâbir ediyor ve o hiss-i kablelvukuunu gözlere gösteriyor... Osmanlı memleketinde büyük ve dehşetli ve tahribatçı bir zelzele-i beşeriye olacak diye hiss-i kablel-vuku ile, Eski said mükerrer ve musırrane haber veriyordu..” (Em. II/110).
e-Risale-i Nur’u haber vermesi
Risale-i Nu’ru ve onun hizmetine paralel olarak İslam güneşinden yansıyan nurun yakında çıkacağını haber vermiş ve daha sonra, o haberin doğruluğu, bizzat Üstad tarafından tahkik edilip tescil edilmiştir.
“Bir fa'l-i hayırdır ki, yirmi beş senelik dehşetli ve medreseleri öldüren istibdadın kırılmasıyla, Maarif Vekili Tevfik, Van'da Şark Üniversitesi namında Medresetü'z-Zehrayı inşa etmesine karar vermesi ve ümidin haricinde Reis Celâl dahi mühim meseleler içinde Tevfik'in fikrine iştirak etmesi, Eski Said'in kırk sene evvelki sözü ve ricası(ümidi) doğru çıkacağını gösteriyor” (a.g.y).
Şimdi kırk beş sene evvelki cevabının izahında üç hakikat beyan edilecek.
Birincisi: Eski Said bir hiss-i kablelvuku ile iki acip hadiseyi hissetmiş, fakat rüya-yı sadıka gibi tabire muhtaç imiş. Nasıl bir kırmızı perde ile beyaz veya siyah bir şeye bakılırsa kırmızı görünür. O da siyaset-i İslâmiye perdesiyle o hakikate bakmış. Hakikatin sureti bir derece şeklini değiştirmiş. O hazır büyük veli dahi o yanlışını görüp o cihette şiddetle itiraz etmiş. İşte o hakikat iki kısımdır:
Birincisi: Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çıkacak. Hattâ Hürriyetten evvel pek çok defa talebelere teselli vermek için, "Bir nur çıkacak, gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek" diyordu. İşte, kırk sene sonra Risale-i Nur o hakikati kör gözlere dahi gösterdi.
İşte Nurun zahiren, kemiyeten dar cihetine bakmayarak, hakikat cihetinde keyfiyeten geniş ve fevkalâde menfaatini hissetmesi suretiyle, hem de siyaset nazarıyla bütün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade etmiş. O büyük veli, onun dar daireyi geniş tasavvurundan ona itiraz etmiş. Hem o zat haklı, hem Eski Said bir derece haklıdır. Çünkü Risale-i Nur imanı kurtarması cihetiyle o dar dairesi madem hayat-ı bâkıye ve ebediyeyi imanla kurtarıyor. Bir milyon talebesi bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebediyesini temine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı fâniye-i dünyeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymettar ve mânen daha geniş olması, Eski Said'in o rüya-yı sadıka gibi olan hiss-i kablelvuku ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. Belki, inşaallah, o görüş, yüz sene sonra nurların ektiği tohumların sümbüllenmesiyle aynen o geniş daire Nur dairesi olacak, onun yanlış tâbirini sahih gösterecek” (a.g.y.).
Bu gün, Allah’ın inayetiyle, bu son müjde de tahakkuk etmek üzeredir. Dünyanın her tarafında Nurlara gösterilen teveccüh, bu gün bile keyfiyet bakımından, bu müjdenin gerçekleşmiş olduğunu söylemeye imkân vermektedir.
f-Risale-i Nur Mağlup Olmaz
Afyon hükûmet ve mahkemesine ve zabıtasına daha birkaç nokta mâruzatım var
Birincisi: Ekser enbiyanın şarkta ve Asya'da zuhurları ve ağleb-i hükemanın garpta ve Avrupa'da gelmeleri, kader-i ezeliyenin bir işaretidir ki, Asya'da din hâkimdir, felsefe ikinci derecededir. Bu remz-i kadere binaen, Asya'da hüküm süren, dindar olmazsa da din lehine çalışanlara ilişmemeli, belki teşvik etmelidir.
İkincisi: Kur'ân-ı Hakîm bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i müfekkiresidir. Eğer-el'iyâzübillâh-Kur'ân küre-i arzın başından çıksa, arz divâne olacak, akıldan boş kalan kafasını bir seyyareye çarpması, bir kıyamet kopmasına sebep olması akıldan uzak değildir.
Evet, Kur'ân Arşı ferş ile bağlamış bir zincir, bir hablullahtır; câzibe-i umumiyeden ziyade zemini muhafaza ediyor. İşte bu Kur'ân-ı Azîmüşşanın hakikî ve kuvvetli bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu asırda, bu vatanda, bu millete yirmi seneden beri tesirini göstermiş büyük bir nimet-i İlâhiye ve sönmez bir mucize-i Kur'âniyedir. Hükûmet ona ilişmek ve talebelerini ondan ürkütüp vazgeçirmek değil, belki himaye etmek ve okunmasını teşvik etmek gerektir.” (Şualar, 376)
Beşincisi: Risale-i Nur'la mübareze edilmez, o mağlûp olmaz. Yirmi senedir en muannid filozofları susturuyor, iman hakikatlerini güneş gibi gösteriyor. Bu memlekette hükmeden, onun kuvvetinden istifade etmek gerektir.
Altıncısı: Benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurlarıyla beni çürütmek ve ihanetlerle nazar-ı âmmeden düşürmek, Risale-i Nur'a zarar vermez, belki bir cihette kuvvet verir. Çünkü, benim bir fâni dilime bedel Risale-i Nur'un yüz bin nüshalarının bâki dilleri susmaz, konuşur. Ve hâlis talebeleri, binler kuvvetli lisanlarla o kudsî ve küllî vazife-i Nuriyeyi, şimdiye kadar olduğu gibi, inşaâllah kıyamete kadar devam ettirecekler.(Şualar, 377)
g-İki büyük tehlike ve Risale-i Nur’un hizmeti
“Ben, resmî makamata ve bizimle tam alâkadar vazifedarlara yazdığım gibi, sizin gibi (din düşmanı)bedbahtlara dahi derim: Biz, Risale-i Nur'la, bu memleketin ve istikbalinin en büyük iki tehlikesini def etmeye çalışıyoruz ve bilfiil çok emarelerle, hattâ mahkemede de kısmen ispat etmişiz.
Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir sûrette girmeye çalışan anarşiliğe karşı sed çekmek.
İkincisi: Üç yüz elli milyon Müslümanların nefretlerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir” (Em-I/118-119).
Görüldüğü üzere Bediüzzaman hazretleri bu sözleriyle açıkça şunu ifade ediyor: Türkiye devletinin kurucu kadrosu tarafından benimsenen dinden uzak jakoben bir laiklik anlayışıyla icra ettiği sosyal, kültürel, ekonomik politikalarla bilerek veya bilmeyerek bu memlekete iki açıdan çok büyük zarar verdiler.
Birincisi: İslam âlemindeki insanların duygularını tatmin eden, sorumluluk hislerini kamçılayan, kardeş olduklarını hatırlatan, milli hislerle coşturan, hayatın her safhasında rol oynayan İslam dininin tolum hayatından çıkarılmasıyla insanların içinde değişik yönlerden boşluklar meydana gelir. Bu boşlukları fark eden dış güçler bunu bir fırsat bilerek “zayıf karın” denilen menfezlerden toplumun içine sızmaya muvaffak olurlar. Ve Türkiye’de de bu zaviyeden muvaffak oldular. Bu yabancı güçlerin empoze ettiği kültürel unsurlar milletimizin manevî endamını bozmuş, toplumu keşmekeşliğe ve anarşiliğe sürüklemiştir. Bunun tedavisi: Bu toplumun ortak paydası olan İslam kardeşliğini yeniden canlandırmak, İslam’ın evrensel penceresinden insanların hak-hukukuna riayet etmek, başkalarının hürriyetine pranga vurmadığı sürece insanlık onuruna layık bir hürriyet anlayışını toplumda yaygınlaştırmak ve adaleti âdilce tevzi etmek gibi müspet dinamikleri harekete geçirmekle mümkündür.
İkincisi: İslam âlemindeki bütün milletlerin temel harcı olan dinden uzaklaşmakla onların kardeşliğini hiçe saydığı için –o günkü rakamla-350 milyon Müslüman’ın uhuvvetini, yardımını, kuvvetini kaybetmiş ve aynı zamanda onlara karşı güttükleri düşmanca politikalarla da onların karşı düşmanlıklarını körüklemiştir. Bunun tedavisi, yeniden din harcıyla Müslümanların kardeşliğini, sorumluluğunu, ahrette verecekleri hesabı hatırlatmakla olur.
h-Osmanlı Avrupa ile hâmile; Avrupa da İslâmiyete hâmiledir
Hürriyetin birinci senesinde, o günkü Mısır Câmi-ül Ezher Üniversitesi rektörü meşhur Şeyh Bahit Efendi İstanbul'a bir seyahat için gelmiş bulunuyordu. Kürdistan'ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul'da bulunan Bedîüzzaman Said Nursî'yi ilzam edemeyen İstanbul üleması, Şeyh Bahit'ten bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahit de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Câmiinden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahit Efendi, yanında ülema hazır bulunduğu halde Bedîüzzaman'a şöyle bir soru tevcih etmiştir: “Osmanlı hükümetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?" Yani: Şimdiki hürriyetperver Osmanlı devletinin geleceği ile medeniyet-perver Avrupa’nın geleceğini nasıl görüyorsun..?
Bediüzzaman hazretleri, bu soruya : " Osmanlılar Avrupa ile hâmiledir, günün birinde onu doğuracak. Avrupa da bir İslâm devletine hâmiledir, o da onu doğuracak.."şeklinde cevap verdi.
Bu cevap karşısında hayranlığını gizlemey Şeyh Bahit Hazretleri şöyle dedi: "Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beligane bir tarzda ifade etmek, ancak Bedîüzzaman'a hastır” (Tarihçe-i Hayat 53- 54; Em-II/110).
Daha sonraki yıllarda Bediüzzaman hazretleri, o zaman söylediklerinin tarih içerisinde doğru olarak ortaya çıktığını şu sözlerle ifade etmiştir:
“Birinci tevellüdü gözümüzle gördük. Bir çeyrek asır Avrupa'dan daha dinden uzak...
İkinci tevellüd de inşaallah yirmi otuz sene sonra çıkacak. Çok emarelerle, hem şarkta, hem garpta Avrupa içinde bir İslâm devleti çıkacak”(a.g.y)
- Gerçekten Bediüzzaman hazretlerinin verdiği haberlerin iki kutbu da tahakkuk etmiştir. Nitekim, bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde şeair-i İslâmiyeye muhalif pek çok ecnebi örfe ve adetler alınmış ve ittihat ve terakki zihniyetinin figüranlığında artan bir hızla Türkiye'ye de yerleştirilmiştir. Buna mukabil şimdi Avrupa'da Kur'ana ve İslâmiyete karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslâmiyeti kabul etmek gibi hâdiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmiştir(Tarihçe-i Hayat, 54 )
Bu gün Bosna-Hersek de Bediüzzaman hazretlerinin o ihbarını tasdik ettiği gibi, yakın bir gelecekte onu tasdik eden daha bir çok numunelerin gün yüzüne çıkacağını rahmet-i ilahiyeden ümit ediyoruz.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.