Bediüzzaman'ın penceresinden Ramazan ayının mana ve önemi
Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nurlarda Ramazan ayının önem ve hikmetini çok daha kapsamlı bir şekilde tarif ediyor
RAMAZAN KELİMESİNİN ANLAMI
Ramazan Arapça bir kelimedir. Kamerî aylardan dokuzuncusunun ismidir. Ramazan kelimesinin manası ve bu mübarek aya Ramazan isminin verilmesindeki hikmet şöyle belirtilmiştir: Ramazan, yaz sonunda güz mevsiminin evvelinde yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur manasına "ramdâ" kelimesinden alınmıştır. Bu yağmur genellikle yeryüzünü temizler. Bunun gibi Ramazan da Müminleri günah kirlerinden temizler, kalplerini pak eder.
Başka bir görüşe göre güneşin şiddetli hararetinden taşların yanıp kızması anlamına olan "ramad" kelimesinden alınmıştır. Böyle kızgın yerde yürüyen kimsenin ayakları yanar, zahmet ve meşakkat çeker. Bunun gibi oruç tutan kimse de açlık ve susuzluğun hararetine katlanır, zahmet ve meşakkat çeker, içi yanar demektir. Yâhut kızgın yer, ayakları yaktığı gibi Ramazan da müminlerin günahlarını yakar, yok eder.
Nitekim Enes b. Mâlik (r.a.)´dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (asm): "Bu aya ramazan isminin verilmesi günahları yaktığı içindir." buyurmuştur. Şu halde mübarek Ramazan ayında oruç tutan ve ihlasla tövbe eden Müminlerin günahları yanar, böylece günah kirlerinden arınırlar, tertemiz olurlar.
Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nurlarda Ramazan ayının önem ve hikmetini çok daha kapsamlı bir şekilde şöyle tarif ediyor:
"Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri, hem Cenâb-ı Hakkın rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlâhiyenin şükrüne bakar hikmetleri var. (Yirmi Dokuzuncu Mektup)
RAMAZAN ORUCUNUN ŞİAR OLMASI
Bizim bu kuşatıcı ve özet tariften ilk anladığımız mana Ramazan ayının ve bu ayda tutulan orucun İslam aleminde önemli bir sembol ve tesirli bir şiar olduğudur. Nasıl bir ülkeye girdiğimizde ilk olarak o ülkenin sembolü olan bayrağı ile karşılaşıyor isek, Ramazan ayı da aynı derecede İslam aleminin önemli ve cazip bir bayrağı, bir sembolü gibidir. Ramazan ayı İslam sembolleri ve şiarları içinde en belirgin ve muazzam olanlarındandır. Üstad Hazretlerinin Ramazana dair risalesinin ilk başında meseleye şiarla başlaması meselenin önemine işaret ediyor.
Modern çağın insanı, kimlik bunalımı yaşıyor. İletişim ve ulaşım araçlarının gelişmesi ile dünya adeta küçük bir köy şeklini alıyor. Bugünün ifadesi ile insanlık küreselleşme sürecini yaşıyor. Küreselleşme sayesinde medeniyetler kendi kimliği ile beraber diğer medeniyetler ile iç içe girift bir hayat tarzına girmiştir. Bu da ister istemez medeniyetler arasında bir etkileşimi ve karşılıklı bir kültür alış verişini netice vermektedir. Şayet medeniyetlerin güçlü ve cazip bir kimlik ve sembolü olmaz ise diğer medeniyetler içinde asimile olup giderler. Bu sebeple İslam dini Müslüman medeniyetinin kimliğine ve şiarına çok önem vermiş ve bu noktada çok güçlü argümanlar ve semboller üretmiştir. Ezan, selam vermek , hilal, tesettür, oruç, namaz gibi hem ibadet yönü hem de şiar yönü kuvvetli olan semboller, bu küreselleşme ortamında hem İslam kimliğini muhafaza ediyor, hem de başka zayıf medeniyetleri etkileyerek kendi içinde dönüştürüyor. İslam dininde şiar ve sembollerin şahsi farzlardan daha önemli olması bu sırdandır. Ramazan orucu da bu noktada güçlü ve etkili bir şiar ve semboldür.
Üstad Hazretleri devamla Ramazan orucunun hikmet ve faydalarını birkaç başlıkta özetleyip toparladıktan sonra, bu özetlerin açılımını ve izahatını geniş bir şekilde risalesinde beyan ediyor. Biz bu açılım ve izahlardan bazılarının üstünde duralım.
RAMAZAN ORUCUNUN ALLAH’IN RUBUBİYET’İNİ BİZE HİSSETTİRMESİ VE İDRAK ETTİRMESİ
Kainat, bütün nimetleri içinde barındıran ve bütün lezzetleri bünyesinde taşıyan büyük bir sofradır. Aynı zamanda insanın bütün maddi ve manevi duygu ve cihazlarına hitap eden mükellef bir sofradır. Hem sofralar içinde sofralar açılmış büyük bir sofradır. Her canlı bu sofradan hissedar ve pay sahibidir. Bu sofrada küçük bir karıncadan tut, ta büyük bir file kadar her canlının ihtiyaç ve rızkı hazırlanmıştır.
Bu sofranın baş misafiri ise insandır. Diğer canlılar dar ve sınırlı kabiliyeti nispetinde bu sofradan faydalanırken, insan geniş kabiliyet ve cami fıtratı sayesinde adeta bütün sofrayı ihata edecek bir tarzda faydalanıyor.
Bütün bu sofraların mükemmel bir şekilde tanzim ve tefriş edilmesinde, Allah’ın Rububiyet sıfatı baş aktördür. Yani O’nun tedbir ve terbiye vasfı olan Rububiyet sıfatı, en küçük karıncadan ta en büyük file kadar, her canlının rızkı ve terbiyesi ile alakadardır ve onların en basit ihtiyacını dahi tedarik ediyor.
Bu kainat sofrasında, Allah şefkat ve terbiyesini şiddetli bir şekilde ilan ve izhar ettiği halde, maalesef insanlar birtakım felsefi fikirlerin ve gaflet sayesinde sofranın ve terbiyenin farkında değiller. İşte Ramazan bu gafleti kırmak ve dağıtmak için, bütün Müslümanları muazzam bir ordu hükmüne geçirip, her gün özgürce yediği içtiği şeyleri yasak ederek, insanları yemek için buyurun emrini beklemek şekline sokunca, sofranın ve sofra üstünde parlayan tedbir ve terbiyenin bir anda farkına vardırıyor. Ve her şeyin tedbir ve terbiyesinin Allah’ın elinde bulunduğunu idrak ettiriyor. Bu idrak ve şuurun etkisi ile insanın külli bir kulluk ve şükürde bulunmasına vasıta oluyor. Oruç bir nevi bu büyük sofranın dellalı ve hissettiricisi hükmündedir.
RAMAZAN ORUCUNUN TOPLUMSAL HAYATA KATKILARI
İnsanlık en büyük musibetleri ekonomik sebeplerden dolayı görmüştür. Birinci ve ikinci dünya savaşlarının temelinde sınıf kavgaları yatmaktadır. Yani emek ve sermaye çarpışması birinci ve ikinci dünya savaşlarını netice vermiştir. Sınıf kavgalarının temelinde de bölüşüm ve paylaşım dengesizliği vardır. Dünyanın kaynakları belli zümrelerin elinde toplanırken, insanların ekserisi açlık ve sefalet içinde yaşamışlar. Bu dengesizliği gidermek ya çatışma yolu ile olacak ki bunun bedeli çok ağırdır, birinci ve ikinci dünya savaşları bunu ispat eder, ya da adil ve şefkatli bir şekilde zengin ve fakir sınıfı arasında bir köprü kurmak ile mümkündür.
İslam dini bu iki sınıfı çarpıştırmak yerine, iki sınıf arasına köprü kurarak, toplumsal dengeyi sağlıyor. Yani zekat ve yardımlaşma köprüleri ile zengin ve fakir sınıflarını kaynaştırıyor. Zengine helalden kazan, işçinin hakkını ver, zekat ile fakir fukarayı gözet diyerek, onu murakabe ederken; fakire de ona itaat ve hürmet et diyerek, iki sınıf arasında karşılıklı rıza ve hoşgörüye dayalı sağlam bir ilişki oluşturuyor. Bu ilişkilerin hakim olduğu bir toplum, hem siyasi hem de iktisadi açıdan üretken ve verimli bir toplum olur. Zira iktisat, güven ve asayiş ile terakki eder. Güven ve asayişin olmadığı yerde meşru iktisat değil, sömürü ve haksız kazanç hakim olur. Bu da haramzade zenginlerin zenginliğine zenginlik katar, fakir ise iyice sefilleşir.
Buradaki mana, Ramazan orucunun bu sosyal ilişkilerdeki rolü, iki sınıf arasında empati kurdurmasıdır. Yani oruç öyle bir ibadettir ki, bütün sosyal tabakaları bir aylığına eşitliyor, şartları aynı kılıyor ki, diğer tabakaların halleri tam anlaşılsın. Yani zengin ve refah seviyesi yüksek olan tabakalar, senenin bir ayında oruç vasıtası ile fakir ve aç kalarak tabaka değiştiriyor. Yoksa başka türlü empati kurması pek mümkün değildir.
İşte ramazan ayı zekat ibadetinin dolayısı ile sosyal tabakaların arasında sağlam bir empati aracı oluyor. İnsanlar birbirinin halinden ve sıkıntılarından haberdar oluyorlar. Haberdar olan zengin Müminlerin, fakir fukaraya kayıtsız ve ilgisiz kalması düşünülemeyeceğine göre, elbette aralarında sıkı bir dostluk ve bağ oluşacaktır. Bu bağ büyük musibetlerin önünde bir set teşkil edecektir. Yani sermaye ve emek çatışmasının önünü alacaktır.
İşte ramazan ve zekatın, bu muazzam toplumsal faydası, insanlığın tek kurtuluş yolu ve reçetesidir. Yoksa sınıf çatışmasını ve düşmanlığını körükleyen felsefi doktrinler, insanlığa mutluluktan çok azap ve sıkıntı getirir, nitekim geçmişte de getirdiğini bütün insanlık acı bir şekilde tecrübe etmiştir.
Özet olarak oruç; zengin ile fakir arasında kuvvetli bir köprü ve tesirli bir empati kurma aracıdır. Zengin oruçtaki açlıkla fakirin haline intikal eder ve onunla hemhal olur, onun derdine ve yardımına koşar. Böyle bir ramazan başka hiçbir dinde ve ideolojide yoktur.
RAMAZAN ORUCUNUN NEFİS TERBİYESİNDEKİ ROLÜ
Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatları, mutlak ve ezeli olmasından, tam manası ile idrak ve ihata edilmesi imkansızdır. Bu yüzden insana birtakım nisbi ve farazi hisler takılmıştır. Bu hislerin veriliş gayesi ise; Allah’ın, mutlak ve mücerred olan isim ve sıfatlarının bir derece anlaşılması ve kıyaslanarak bilinmesi içindir. Yoksa bu nisbi ve cüz’i olan duygular, sahiplenilip, Yaratıcıya karşı meydan okuma aracı haline getirmek için verilmemiştir.
Bu manayı bir temsil ile izah edecek olursak: Çok zengin ve muktedir bir zat, emrinde çalışan iki işçiye, servet idare etmenin meşakkatini, tasarrufunun büyüklüğünü, zenginliğin birtakım lezzetlerini kendi haşmet ve ihtişamını anlatmak için, çok tesis ve fabrikalarından ikisinin idare ve gelirini, bir yıllığına emaneten onlara verir. Şart olarak da fabrikanın mülkiyeti, içindeki makinelerin eksiksiz geri verilmesi, kendi namına işlettirilmesi ve kendi ahlaki prensiplerine göre idare edilmesi gibi şeyleri o iki işçiye tembih eder.
İki işçiden birincisi, fabrikanın idaresini alır ve aynen O zatın direktifine göre hareket eder ve onun çok vasıflarını kıyas yolu ile anlar. Mesela der, “ben şu küçük tesisi idare ediyorum, şu zat ise binlercesini idare ediyor. Ben, şu kadar insanla uğraşıyorum, O binlercesi ile alakadardır. Şu tesisin gelirindeki zenginlik, şu onun mülkünün zenginliği, baş döndürür” der. o Zat’a olan sevgi ve saygısı artar ve hiçbir zaman da orada geçici ve emaneten bulunduğunu unutmaz.
Bu davranışı ile onun teveccühünü kazanır. O zat da, onu çok büyük bir mükafatla ödüllendirir.
Diğer işçi ise, fabrikaya girer girmez, vaziyetini ve vazifesini unutur. Hemen fabrikanın isim tabelasını indirir, kendi ismini takar. İdarede O zatın ahlakına uymaz. Demirbaş olan makineleri haraç merac satar. Emanetçi ve geçici olduğunu hiç hatırlamaz. Asıl fabrika sahibini inkar eder ve ona meydan okur. Haddini aşarak temellük davasına sapar. Ayna olduğunu inkar eder. Mevhum olan, yani farazi olan hallerini gerçek telakki eder. Asıl fabrika sahibi olan zat da ona layık bir ceza ile onu cezalandırır.
İşte bu misalde olduğu gibi; insanın vücudu bir fabrika gibidir. O zat ise; Cenab-ı Haktır. O iki işçi ise; biri mümin ve haddini bilen, temellük davasına sapmayan, benlik ve hislerini Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamakta kullananları temsil eder. Diğeri ise; temellük davasına sapan, haddini aşan, kendine ait olmayan şeyleri kendine mal eden, firavun meşrep kafirleri temsil eder. O Zat’ın tembihleri ise; İslam’ın prensipleridir ve hakeza.
İşte oruç, insanın bu heva ve benliğini terbiye edip ıslah etmekte en önemli bir vasıtadır. İnsanı firavunluğa götüren bu benlik ve hevanın, acizlik ve zayıflığını en güzel ihsas ettirecek şey oruçtur. Bu sebeple tasavvuf ve işrak felsefesinde, nefsin terbiye ve ıslahı sadedinde riyazet, yani ağır perhiz önemli bir yer tutar. Bütün evliya ve asfiyalar da orucun kardeşi hükmünde olan riyazeti, nefsin ıslah ve terbiye edilmesinde kullanmışlardır.
Nefsin bu temellük (sahiplenme) ve benlik davasında, yılda hiç olmazsa bir ay oruç tutarak nefsin ıslah ve terbiyesinde gayret sarf etmemiz, kulluğumuzun ve Müslümanlığımızın bir gereği olarak üzerimize farz kılınmıştır.
Üstad Hazretlerinin, oruç ile nefis arasındaki münasebete işaret eden şu güzel ifadelerini de takdim ederek yazımıza son verelim:
Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.
Hadisin rivayetlerinde vardır ki:
Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: "Ben neyim, sen nesin?"
Nefis demiş: "Ben benim, Sen sensin."
Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: "Ene ene, ente ente." Hangi nevi azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş.
Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: "Men ene? Ve mâ ente?"
Nefis demiş: "Ente Rabbiye'r-Rahîm., Ve ene abdüke'l-âciz." Yani, "Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim. (Yirmi Dokuzuncu Mektup)
Kaynak: Muaz İslam-SorularlaRisale
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.