Beni Yıkan
Cemil Karakullukçu'nun yazısı....
İçeri girince çok sıcak bir ilgiyle kendisine yer gösterdim. Ama, o benim bu sıcak duyguma pek iltifat etmez göründü. Bu durumu bana bakışından, biraz donuk yüzünden anlamada gecikmedim. Daha çok beni ilgilendiren bir konuda, bana değil yanımdakine bakarak, onun yardımcı olmasını istiyordu.
“Ne tuhaf!” diye içimden geçirdim. Bana söylese daha yakışık olmaz mıydı? Niçin yapıyordu acaba böyle? Ona karşı farkında olmadan bir hata mı işledim? İltifat istemiyordum kendisinden; varsın yanımdakine açsın içini, yapmak istediklerini onunla çözsün, onda değilim. Benim sorumluluk sınırlarım içinde olan bir işi benim yanımda, ilgisi olmayan biriyle tartışıp durması ya da ona söylemesi, en azından terbiye kurallarına ters düşerdi. Durup dururken benim kendisine karşı beslediğim sıcak ilgimi kırması, ben sıcak sıcak dururken onun soğuk soğuk davranması, yeri değilken garip bir minnetsizliğin içine girmesi, bütün bunların sebepsiz olması, en azından benim ilgimin soğumasına sebep olacak bir durum ortaya çıkarmaz mıydı yani?
Öyle oldu da. İçimden gelip geçenleri göstermek istemedimse de, aniden çok duygulu bir insanın sezebileceği kadar fiziki görünüşümde az da olsa bir değişikliğin olduğunu hemen sezdim. Onun bana böyle davranışından çok, benim hemen alınmamdan üzüldüm. Buna da içimden “garip!” dedim.
Oysaki ben ne diye üzülecekmişim? Ben uygunsuz bir şey yapmadım; ama kırılan ben oldum. Karşımda olan kaya gibiydi. Ona kızmış olsam bile iç âleminde bir değişiklik olacak değildi. Demek onun çekeceğini ya da en azından duymak zorunda olması gerekeni de üzerime alıyordum.
Duygusallıktan mı ileri gelir, bilmiyorum; bildiğim bir şey var; bazı insanların kendi sıkıntıları yetmiyormuş gibi başkalarının dertlerini de yüklenmeye koyulmalarıdır. Başkalarının sızlanması gerektiği yerlerde onlar sızlanırlar, ağlayacağı yerlerde onlar ağlarlar, gözyaşı dökerler, dertlenirler…
Sonra elimden geldiği kadar soğukkanlılıkla, elimdeki kalemle iş yapar görünerek, aniden değişen duygularımı gizleyerek onlara kulak verdim. Kendisiyle konuştuğu yanımdaki, benim tercümanlığımı yapar gibi benden taraf dönerek ona bilgi veriyordu.
Karşımda duygusuz, belki de bilgisiz bir insan vardı. Ne kadar onu mazur görmeye çalışıyorsam, sadece onu değil, başkalarını da oldukları gibi kabul etme esasını içime yerleştirmeye uğraşıyorsam ve buna uymanın çok güzel bir davranış olacağına gönülden inanıyorsam da, duygularım bir türlü aklıma teslim olmuyor ve içimdeki değişikliklere engel olamıyordum. Böyle muhataplarımın karşısında bir türlü rahat edemiyordum. Gözlerimin ışığı sönüyor birden, sönük sünük bakıyorum; bakarken gözlerim küçülüyor, yüzümün derisi çekiliyor. Muhatabım belki farkında değil benim halimin. Fakat bu benim için önemli mi? Önemli olan bütün olup bitenleri yüzümde bizzat kendim görür olmamdır. Böylelerin yanında durmam benim için bir işkencedir. Bir işkenceden de kötü; çünkü işkencede yalnız kendi acısını duyar insan; ama burada başkasınınkini kendininkine ekler. Hem içten ve hem dıştan kendini iki ateş içinde bulur.
Söylemesi ayıp, ama olanı söylemem gerekir; söylerken de yüzümün kızaracağını, pembeleşeceğini peşinen söyleyeyim. Onların karşısında canım çok sıkıldı. Gerçi fındıkkabuğunu doldurmayan şey, ama yine de rahatsız ediyordu beni.
Bereket ki az durdu yanımda. Müsaade isteyerek kalktı. Uğurlamak üzere sırf terbiyemin gereğini yerine getirmek için kapıya kadar çıktım. Yine gülüyordum. Ama karşılamamda olduğu gibi içten değildim.
Büyük bir işkenceden kurtulur gibi rahatladım. Koltuğuma oturdum. Bir iç sorgulaması yaptım. Bir işkenceden kurtulmaya kurtuldum ama bu defa bu tür rahatlamadan hoşlanmamaya başladım. Benim yaptığım bir olgunluk değildi.
İnsanları oldukları gibi kabul etmek yok muydu? Varsın o nasıl davranırsa davransın, onu küçük bir çocuk gibi kabul etmek gerekmez miydi? Toplum hep iyi insanlarla mı dolu? Evet, onu öylece kabul etmek gerekirdi. Eksik olan insanlar, nerede nasıl davranacaklarını bilmeyenler ve yalan yanlış düşüncelerinin etkisinde kalanlar çocuk gibidir aslında. Çocuğun yanlış davranışından hiç alınır mıydı insan?
Uzun zaman masamda oturdum sessizce. Elim bir işe uzanamadı. Çıkmak istedim. Mesai de bitmişti zaten. Ruhum sıkılmıştı. Üzgün, ezik bir ruh hali içindeydim. Aklım da param parça olmuştu sanki. Basit bir olay; ama ruhuma neden bu denli olumsuz etki bırakmıştı? Beni şaşırtan şey buydu işte. Can sıkıntımın kaynağına inememem beni daha fazla sıkıyordu.
Dairemi kapayıp dışarı çıkacağım sırada bir dostum çıkageldi. Ona rıhtıma kadar gideceğimi, bana arkadaşlık yapabileceğini söyledim. Hay hay deyip teklifimi kabul etti.
Tatlı, nefis bir sonbahar günüydü. Güneş batmak üzereydi. Ufku bir kızıllık kaplamıştı. Apartmanların camları alev alev yanıyordu. Biraz sonra her taraf kararacaktı.
Dostumla konuşmuyorduk. Bir ahenk içinde içimizi dinleyerek, batmakta olan güneşi ve kızıllaşan ufku seyrederek, akşamın deniz havasını teneffüs ederek yol alıyorduk. Bir güneş ışığının böylesi anlarda insanın ruhunda yapacağı değişiklikler büyüktü. Bu anı yakalayacak gibi nefes bile almıyorduk. Arkadaşımı bilmiyorum, ama ben yeni yeni duygularla doluyordum, rahatlıyordum; içim aydınlanıyordu.
Güneş batıyordu. Biraz sonra gelinler kadar rahat bir uykuya dalacaktı. Gündüz yerini yavaş yavaş terk ederken, benim duygularımda yeni yeni uyanmalar, yeni yeni kıpırdanmalar, oluyordu ki, tam bu sırada dostum dirseğiyle dürttü beni. İrkildim. Ama korktuğumu göstermedim. Bu tatlı anımın devamını ne kadar isterdim!
Yalnızlık ve sessizlik bazen ne kadar güzeldi! İnanır mısınız, benim için yalnızlık konuşmaların, hatta tartışmaların ya sürüp gitmesi ya da yeniden canlanması demekti. Bunlar iç âlemimde olurdu hep. Diğerlerine hiç benzemezlerdi, gürültüsüz olurdu. Lâkin, bir anda duygularım, özellikle aklım ve kalbim kıyasıya atışırlardı. Güzel yanlarımla kötü yanlarım arasında öyle bir söz düolusu başlardı ki, onları durdurmanın imkânı yoktu.
Bendeki yalnızlık böyle işte… Her duygum ayrı bir karakter olarak içimde dirilir.
Yalnızlığımda görünmez kalabalıkların içine girerim. Bu bakımdan yalnızlığımı kaybettiren anlar beni daha koyu yalnızlığın içine gömer, can evimden vurur.
Dirseğiyle dürttü beni dediydim. “Falanca var ya” diyordu bana. Çeşitli durumlarından söz açtı. İlkin çok hoşlanmadım. Sadece dinliyordum. Sonra, sonra bir başkasının arkasından söz söylemek tatlıdır herhalde, ben de bildiğim bazı yanlarını dile getirdim. Zaman zaman birlikte güldük. Dile getirdiklerimiz, orada olmayan arkadaşın hoşuna gitmeyeceği de oluyordu.
Bir önceki ruhi durumum uçup gitti. Şimdi içinde bulunduğum durum duygularımı buz gibi dondurmuştu. İç coşkunluğum gitmişti. Bana öyle geldi ki, bütün hassasiyetim silip süpürülmüştü.
İşte güneş battı. Hafif bir kızıllık ufukta hâlâ görülüyor. Renkler yeryüzünden silindi. Sadece bir şey kaldı; o da karanlık. İçim de karanlıklaştı. Karanlığın ötesinde içim bir cinayet işledi geldi bana; elini kana buladı. Sayısız tırnaklarıyla masum bir varlığı parçaladı. Etini dilim dilim yaparak, çiğnedi, yuttu. Hem bu işi istemeyerek yaptı.
Duygularım birbirine karıştı. İçimin karanlığında kaybolmuşlardı. Dostumun sorularına cevap veriyordum; ama bilincinde değildim. Bir başkasının arkasından konuşmanın az bile olsa, azıcık vicdanı olan bir kimsede nasıl bir etki bırakacağını görmek için bilge olmak şart değildi. Sadece ve sadece içimizi dinlemek yeterliydi.
Yollarımızın ayrılacağı yere kadar gelince, birbirimize “ hayırlı akşamlar “ diledik.
Adımlarımı eve doğru zor atıyordum. İçimin kaynayışını, bitkinliğini gidermeliydim. Yıkılmış, perişan bir halim vardı. İnsan harpte yenik düşse, ancak bu kadar mecalsiz kalırdı.
Bambaşka bir duygu içimde çöreklenmişti. Üstelik acı da veriyordu. “Tuhaf!” dedim. Bu gün ne kasvetli günmüş! Buna o uğursuz tanıdık mı sebep olmuştu? İçimde durduğum bu dayanılmaz acıma, bu ıztırabıma sebep olarak bunu göremiyordum ya. Çünkü, unuttum sayılır dairemdeki olayı.
“Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” derler; bilmem benim de bugünüm hep böyle mi geçecekti? Evden korkuyordum adeta. O kutu gibi odaların benim ruhumu çok sıkacağını sanıyordum. Açık hava hoşuma gidiyordu. Beni anlayan, içime nüfuz eden ıztırabıma merhem olacak yollu konuşacak, içimdekini dindirecek birini bulmak mümkün mü? Öyle birini bilsem, ne kadar uzaklarda olursa olsun, koşa koşa gider ya da ona kavuşmak için neler vermezdim ki! Bence bendeki bir hastalıktı; bir zaaf, bir evham, bir savunma… Hastalık ıztırap veren şey değil midir? Bendeki en amansız hastalıktan daha çok acı veriyor bana. Acının dinmesi için çareler araştırılmalıydı elbette.
Böyle hastaların dermanı çoğunlukla yine kendilerinde olur. Harap olan içlerini yine harap olan içleriyle onarırlar. Mimarı da kendileri olurlar.
Her günah insanı yakar, yapı taşlarını dağıtır. Bir zelzele gibidir. Sarsar insanın bedenini, titretir. Onu sakinleştirecek yine kendisidir. Sabrı, tahammülü ve engin düşüncesiyle sarsıntıya uğrayan yanlarını onarmalı, dağılan taşları bir bir yerine koymalıdır.
Eve gittim çaresiz; ama ev üzerime çökmüştü sanki. Tuhaf bir halim vardı. Neydi bu? Zaman zaman olurdum böyle. Olunca ne yapardım rahatlamak için? Şöyle bir tartardım kendimi; bana gelen dalganın bunca acıya değip değmediğine bakardım. Tahammül çıtamı yükseltirdim. Olayları mümkün olduğu kadar büyütmemeye, unutmaya çalışırdım. O uğursuz adamın benim içimi allak bulak eden dokunaklı yüzünü de çoktan unutmuştum mesela.
O halde içimdeki bu tedirginlik, boşluğa benzer bu acayip halim nerden kaynaklanıyor? O günün, daha önceki günlerin anılarını, bende bıraktıkları izlerini bir bir ele aldım. Kendimi onlara tekrar vurdum, içimdeki değişiklikleri en hassas bir cihaz gibi ölçmeye çalıştım. İçimdeki ibre, o tanıdıkla ilgili, güneş batarken dostumla kendi aramda geçen dedikoduda vurmaya başladı.
“O beni yıktı demek!” dedim.