Bir ferdin feryadı nesilleri kurtarır
Bir güneşin on iki gezegeni cazibesiyle dağılmaktan kurtarması bize şu hükmü söyletiyor
Emre Sessiz'in yazısı:
Bir ferdin feryadı
Tarih ve bilimsel araştırmalar bize gösteriyor ki çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük bir atom, koca Nagazaki ve Hiroşima’yı yok ettiği gibi Bing Bang yoluyla yeni bir kâinatın doğuşuna da yine aynı zerre neden olmuştur. Bir kaşık yoğurdun bir tencere sütü yoğurt yapması, bir lokomotifin otuzdan fazla vagonu çekmesi, elektronun binlerce nötronu etrafında çevirebilmesi, bir güneşin on iki gezegeni cazibesiyle dağılmaktan kurtarması bize şu hükmü söyletiyor: “Bir ferdin feryadı nesilleri kurtarır.”
İdeal benlik, toplumsal benlikle bazen çatışan bazen de alışveriş içinde olan benliktir. İdeal benlik, her halükarda kendiyle barışık olan benlik değil; bilakis o benliğin iç yüzünü, vartalarını, tuzaklarını bulmaya ve bilmeye çalışan; toplumun ve toplumsal benliğin içindeyken bile kişisel benlikle süren hesaplaşmasını unutmayan benliktir. Başka bir ifadeyle ideal benlik, toplumsal ve bireysel “Ben”i bir şekilde “tanımak” zorundadır. Konuya bu şekilde yaklaşacak olursak “genel kültür” derslerinden önce “özel kültür” dersini almamız akabindeyse vermemiz gerektiğini açık net olarak göreceğiz. Aksi durumda ontolojik anlamda varlığın değeri ortaya çıkmak bir kenara, var olan değerler bile yok olur. İşte aydın insan, bu insandır. Ama maalesef hâlihazırda taşınan benlikler, bu ideal benlikten ışıkla karanlık kadar hem çok uzak hem de bu iki benlik iç içe girmiş durumda. Kendisine bile ışık veremeyen bir güneşe güneş denilemeyeceği gibi karanlığa gömülmüş o mevcuttan bir medet dilemek, nesillerin çığlıklarına karşı bir feryat beklemek de ayrı bir kişilik kaybıdır.
Nesilleri kurtaran ya da yutan, nicelik değil niteliktir. Nitelikli şahsiyetlerin niceliğine bağlı olarak kurtarma ya da yutma faaliyeti hız kazanır veya hız kaybeder. “Nitelik” kavramı ise yine birileri tarafından idealize edilen “ideal benlik” kavramını açığa vurur. “Nitelik” kavramının içini dolduran insanlar değil mülkün sahibi olmalı. Çünkü madem insanı o yaratmış. O halde bu konuda da yine o konuşacak, konuşmalı ve konuşmuş. Bize düşense önümüzdeki fermana ittibadır.
Fakat şu da ayrı bir gerçektir ki bir gram altının bir büyük kayadan çıkması gibi nesillerin beklediği keyfiyetli şahıslar da yine kemmiyetin içinden çıkıyor. Aydın şahsiyetler toplumun içinden çıkıp o boğulan kitleye bir el uzatır veya bir tekme de onlar atar; toplumdaki fertleri de nitelikli birer yıldız yapar ya da o aydınlar(!) yıldızlığa aday o yaldızları yutan bir karadelik olur.
Edebiyatçı, her şeyden önce bir insandır. Edebiyatçının vazifesi, diğer insanların vazifesinden ayrı düşünülemeyeceği gibi aynı da değildir. Çünkü avam tabakası(okumamış cahil kısım) her zaman havas tabakasından bir şeyler bekler olmuştur. Bu tabakalar her ne kadar bazılarınca hoş karşılanmasa da bir “olgu” olarak karşımızda durmaktadır. Bu tabakaların beklentisine olumlu manada karşılık vermek yadırganacak bir durum değildir. Aksine takdir edilecek bir haldir. Fakat edebiyatçının kalemi insanlara göre dönmemeli; ısmarlamaymış gibi yazılar da kaleme almamalı. Bu makamda toplum yazar için sabit olmayan bir makamdadır. Çünkü toplum, yazarın hem gözü hem kulağı hem kalbi hem aklıdır. Toplumu bu şekilde görmeyenler, hem narsis bir edebiyat doğururlar hem de kendileri gibi egosantrik kişileri “edip” diye sunarlar. Bu edebiyat kendi fildişi kulesine çekilmiş asosyal bir edebiyattır. Asosyal kişilerin bir zaman sonra anti sosyal olacağı da unutulmamalıdır. Başkası için yaşayıp benini “O” ummanında eriten bir “edip”, benliğini toplumun beniyle yoğuran, her yazısından feryat damlatan bir edebiyatı miras olarak bırakır.
Edebiyatçı da bir insan olduğuna göre insanın vazifesi nedir ve bu fert nasıl olmalıdır? Diğer insanlar gibi, günlük hayatın içinde maddeten var ama manen yok mu olmalıdır yoksa varlığını bir Var’a bağlayıp kalemini ona göre mi çevirmelidir? İnsanlardan bir insan olan edebiyatçı kendini nasıl bilmelidir? Nasıl bulmalıdır? Bulduğu hangi benlik mürekkebini kaleminden nasıl akıtmalıdır? Kuramların peşinden mi koşmalı ya da kuramlar ötesi ve öncesi manaları yazarak tüm kuramları alt üst mü etmelidir?
Toplumsal benlik taşıyan insan, vazifesini hedefiyle açığa vurur. Yani insanın hayallerinin gayesi o insanın hâlihazırdaki görevini gösteren parlak bir aynadır. Ama olması gereken(semavi) vazife ise, insan dışı varlıkların vazifesine bakarak anlaşılır. Bazen olur asıl vazifemizin ne olduğunu basit gördüğümüz varlıkların eliyle Yaratan öğretir bize; bazen de mevcudattan(bir atom, bir çakıl, bir çiçek, bir tırtıl ve tırtıl sonrası bir kelebek v.b.) ne yapmamız gerektiğini öğreniriz. Kalemimiz de ona göre çevrilir birden. Kâh “Dur!” der, içimize inen bir ses; kâh “Yaz!” der, gönlümüze hayat olan bir nefes. Yapılması gerekenleri öğrenmenin en kolay yolu ise yapılmaması gerekenleri öğrenmektir. Zira hem azdır hem de insanı maksadına ulaştıran akıllıca bir tercihtir. İmam-ı Azam Hazretleri, bir gün kendisine “Sendeki bu güzel edebi, sen kimden öğrendin?” diye soranlara karşı şu cevabı verir: “Edepsizlerden öğrendim.” Şimdi bize “edep” denen bir manayı öğreten bir kitap gelmese, dolaylı yollardan da olsa semavi terbiyeden uzak kalsak bile biz hayvanlarla her zaman iç içeyiz.
Dolayısıyla Allah, (bize göre) edepsiz gelen şu hareketle bize edebi öğretiyor. Yani inek, sinek, kedi aslında LİSAN-I HALLERİYLE şöyle diyor: “Bizim gibi olmayınız. Zaten olamazsınız. Olsa olsa bizden aşağı bir “şey” olursunuz.” Şimdi bir edebiyatçı, “Realist olacağım.” diyip de önüne gelen her şeyi yazarsa, aklına gelen her manayı kalp kalıbından çıkarmadan sunarsa, kalbini aklına yediriyor ve “insan” kavramını “hayvan” kavramından ayıran firaktali fark edemiyorsa o edebiyatçı edepten mahrum bir edebiyatı “edebiyat” diye sunar. Akif’in ifadesiyle kendi “reziliyyat”ını “fazilet” diye görür, gösterir. Bu “sukut”a karşı sessiz kalan her kim olursa olsun “sükût” etmiştir. En büyük sukut ve sükût ise nesillerin sukutu ve sükûtudur.
Bir edebiyatçı için nesillerin sükûtu, feryat hissini kamçılamalı. Nasıl feryat edeceğini ise sükûtun çığlıklarından öğrenmeli. Bu onun en büyük vazifesi olmalı. Aksi takdirde o kalem boş kalmayacak; (boş sayfa diyemiyorum) bembeyaz sayfaları boş manalarla dolduracaktır. Çünkü fiziğin “Evrende boşluğa yer yoktur.” kanunu kalplerde de caridir.
Feryat edemeyen bir kalp, manen felç olmuştur ya da dumura uğramıştır. O ölmüş kalbi diriltecek ab-ı hayat ise “öze dönmek”tir.
“Bir kalpte iki sultan olmaz.” Öyleyse kalemin kalbi, sultana göre atacaktır. Bir sultanın öldürmeye çalıştığı kalbi, diğer sultan yaşatmaya çalışır.
Sukut ve sükût yolundaki nesilleri, suuda götüren ses: “Çıkmaz sokaklardır oralar!Batan bataklıktır oralar!” sesidir.
Yazarı yaşatan ya da öldüren, topluma ve toplumsal meselelere yaklaşım tarzıdır. “Nazarımı toplum üzerinde gezdirdim.” sözünden gizli bir gururun kokusu burnumuza gelirken; “sanatı, sanat için” veya “sanatı, toplum için” yapmak sözünden de yazmaktaki temel gayenin(kadim gelenekteki Allah için sanat ve sanatlı söyleyişin) unutulduğu görülmektedir. Ama hiçbir zaman hiçbir emare, elimizde bir delil olamaz. Ancak delile götüren bir işaret olur. Topluma içinden mi üzerinden mi bakıldığı, bakış açısıyla ve açığa vurulan niyetlerle ilgili bir konudur. Doğru bakış açısına sahip olmayan bir kalemden nesillere can bir medet gelmeyeceği gibi tasavvur bile edilmemeli. “Ego”laşmış bir el, elini uzatmayacağı gibi üstüne üstlük “Elini ver.” diyecektir; ama yine de el bekleyen topluma elini vermek istemeyecektir. Çünkü vermeyi değil hep almayı tercih etmiştir. Bizce bu insan ilk önce bir yüzmeyi öğrensin de kendini kurtarsın. Kurtarsın ki kurtarmayı o da öğrensin.
Topluma ve toplumsal meselelere yaklaşım mevzusuna tefekkür neşterini sokmamızdan maksat, birilerinin kalbini yoklamak değil bizzat kendimizi o gayya çukuruna düşmekten korumaktır. Bu da apayrı bir meseledir ki kendi hasta olduğu halde birilerine “Deva getirdim.” demek gibi bir hamakattır. Kendisine bile hayrı dokunmayan birinden alınacak bir devanın ne derece derde deva olacağı şüphelidir. Bu şüphe bile dert getirir insana. İçki başında, tuvalette, kanalizasyona düşerek ya da bir kurşunu başına sıkarak ölen ama kitleleri de arkasından çeken birçok aydın(!) edebiyatçı veya sanatçı vardır ki bizi bu iddiamızda o hazin sonlarıyla, o acayip akıbetleriyle tasdik ediyorlar.
Abdulkadir Geylani Hazretleri, topluma manevi doktorluk yapan bir mütefekkire bir gün şu sözlerle hitap etmiştir: “Sen hastanede doktorluk yapıyorsun. Ama evvela sen, kalbine doktorluk yapacak bir tabip ara. Çünkü sen hastasın.”
Edebiyatçı, önce kendi körlüğünü görüp çaresini arayan, akabinde bulduğu merhemi en evvela kendinde tecrübe eden, sonrasında da körleri görüp “neme lazım..!” demeyendir. Eğer bir edebiyatçı içinde bulunduğu toplumun buhranlarına karşı “neme lazım..!” diyorsa bu edebiyatçı felç olmuştur. Bu edebiyatçının öncelikle kendi hastalığını teşhis etmesi en büyük tedavi olacaktır. “Genel kültür” dersleriyle yatmış kalkmış bizim gibi hastalara bu sözde saklanmış büyük bir deva var.
Mana definesini çıkaracak eller, artık yirmi birinci asrın akıl tutsakları değil maziyle istikbali birleştiren gönül erleridir. Akıl gözüyle bakan, kalp ayağıyla yürüyen bu erler, ego’larının kölesi değil efendisidir; çığlık atan nesillerin ruhu, kendini bulanların ta kendisidir.
Eğer bir edebiyatçı, içinde bulunduğu toplumun problemlerini göremiyorsa bir fert olarak o edebiyatçı kör olmuştur. Körlüğünün farkında olmayan bir insan, o körlükten bin defa daha beter bir körlüğün içine düşmüştür: “Kalp körlüğü.”
Nesillerin manen dirilişine neden olan hiçbir edebiyatçı, “Ben bir edebiyatçı olmalıyım.”, “Bana şair, romancı, denemeci ya da yazar desinler.” diye ortaya çıkmaz. Ama ideallerinden birini gerçekleştirmek için (seçtiği hedefinden dolayı) gizli benlik, hiç durmadan o kişiyi riya pazarına çıkarır; bilerek veya bilmeyerek o güzelim beyaz sayfalarda kendi siyah “Ben”ini teşhir eder. (Edebiyatla imtihan olmak, bir yazar için her kelimenin her harfinde noktaya varana kadar sürecek bir süreçtir.) Orada kendini mi satar yoksa kaleminden “ihlâs” mı damlar, onu işin akıbeti gösterir. Bu noktada seçilen hedef, hayalleri süsleyen toplumsal benliğe göre mi belirlenecek ya da insanı var eden Var’ın direktiflerine göre mi tayin edilecek.
Hedeflerimiz, “Lezzetleri tahrip eden ölümü çokça zikrediniz.” düsturuna göre belirlenirse ideal benlik kemalini bulur; bulur ve nesilleri kurtarır; ama yine de “Ben yaptım, ben yazdım, ben çizdim.” demez, diyemez. Çünkü nesilleri kurtaran hiçbir feryat, “ben” demek için nefes bile vermeyi istemez. Çünkü onun için ölüm, bir nevi hayattır.
Sümbülleri doğuran çekirdeğin topraktaki ölümü gibi, o gerçek aydın(insan), “Ben”ini “O” toprağına gömer. Ta ki bir çekirdeğin feryadı, nesilleri kurtarsın; kurtarmakla kalmayıp o feryat, nesilleri sarsın sarmalasın.
Artık o kalemden damlayan “Ben” zehiri değil “ihlâs” mürekkebidir.