Halil DÜLGAR
Bir Hidâyet Öyküsü
“Al götür, oku getir” mantığıyla çalışan bir kütüphanede vazifeli Lokman Bey anlatmıştı:
“Bir gün son derece asrî bir bayan geldi, raflardaki kitapları uzunca bir zaman süzdükten sonra şöyle dedi:
-Ben avukatım. Arkadaşlarımla, İslâm dininin insanı mutlu edip etmeyeceği yönünde tartıştık. Gerçi ben de onların hayat felsefesine göre yaşayan biriyim. Dinle uzaktan yakından bir ilgim yok, namaz falan kılmam ama İslâmiyet’in esaret olmadığını, insanların mutluğunu kısıtlamadığını savundum. Onlar da benimle dalga geçtiler, elbette bu durum benim çok zoruma gitti. Şimdi ben bu iddiamı ispat etmek istiyorum. Bana bu konuda yardım edebilir misiniz?
-Elbette, dedim ve yardımcı olacağını ümit ettiğim bir kitap verdim.
İki gün sonra avukat hanım tekrar geldi ve yeni bir kitap istediğini söyledi ve ben bu sefer de bir başka kitap verdim. Bu böyle yaklaşık bir ay kadar düzenli olarak devam etti. Ve bu zaman zarfında sanırım on beşten fazla kitap okudu.
Bir gün bana:
-Verdiğiniz kitaplarda, bir kişinin adı geçiyor ve sözleri gerçekten çok etkileyici, sanırım ‘Bedeüzzaman’ olacak. Siz de o kişinin kitapları var mı? diye sordu.
İsmini bile tam telâffuz edemediği Bediüzzaman Hazretleri’nin eserlerinden yani Risale-i Nur Külliyatından henüz bir kitap dahi okumadığı hâlde hayran olan, arayış içindeki bu bayana yukarı rafı gösterdim:
-İşte, dedim. Şu gördüğünüz kırmızı ciltli kitaplar onun eserleridir, toplam on dört ciltten oluşur.
Bir hazine bulmuş gibi sevinen avukat hanım büyük bir heyecanla:
-Öyle mi? dedi. Bana bir tane verebilir misiniz?
Ben bu teklife elbette ‘hayır’ diyemezdim. Zaten çalıştığım kütüphanenin amacı, insanlara manevî yönden yardım etmek idi. Ben de büyük bir memnuniyetle ‘Asa-yı Musa’ isimli mecmuayı verdim.
O günden sonra avukat hanımı uzun bir süre görmedim. Acaba kitabı okudu mu, yoksa okumaktan vazgeçti mi, diye yoğun bir şekilde merak etmeye başlamıştım.
Bir başka gün kendisini daha önce hiç görmediğimi sandığım, yerleri sürüyen pardösüsüyle tam anlamıyla tesettürlü bir bayan, masamın önünde uzun süre bana bakarak bekledi. Kendisine nasıl yardım edebileceğimi sorduğum bu garip bayan, bir süre daha bekledikten sonra ağlamaya başladı. Ben ise daha bir dikkatle ona baktım ve hayretimden küçük dilimi yutacak gibi oldum.
-Siz, dedim. Avukat hanımsınız. Öyle değil mi?
Gözlerinden yanaklarına yaşlar süzülürken, kesik kesik nefes alıyor ve bir türlü cevap veremiyordu.
Bu hâl karşısında oldukça duygulanmış ve ben de gözyaşlarımı salıvermiştim.
-Lütfen, dedim. Sakin olun. Siz avukat hanımsınız öyle değil mi?
Güçlükle konuşabildi:
-Evet, dediğinde, dünyalar benim olmuştu ve hemen sordum:
-Bu değişim nasıl oldu, anlatır mısınız?
-Verdiğiniz kitabı defalarca okudum, her okuyuşumda yepyeni bir kişiliğe büründüğümü hissediyordum. Bana insanlığın ne demek olduğunu, varlığımın gayesinin ne olduğunu, hakiki mutluluğun nasıl elde edileceğini öğreten Risale-i Nur gibi muhteşem bir eserle, tanışmama sebep olduğunuz için, size ne kadar çok teşekkür etsem azdır.
-Gerçekten ben, en az sizin kadar mutlu oldum şimdi. Asıl teşekkürü bize bu mutluluğu yaşatan Rabbimize etmemiz gerek. Size bir şey daha sormak istiyorum, Asa-yı Musa’nın en çok hangi bölümünden etkilendiniz?
-Meyve Risalesi’nin Üçüncü Meselesinde Bediüzzaman Hazretleri hapishanede yaşadığı bir hatırasını anlatıyor; o bölümü belki yüz defa okudum ve her okuyuşumda gözyaşlarıma hâkim olamadım.
Avukat hanım daha sonra hanımlar arasında yapılan Nur sohbetlerinin sıkı bir müdavimi oldu.
İşte hidâyet öyküsünü dinlediğiniz hanımı defalarca ağlatan Meyve Risalesinin Üçüncü meselesindeki bölüm:
“Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks (dans) ediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat'î (kesinlikle) müşahede ettim (gördüm). Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: ‘Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.’
Evet, gördüğüm hakikattir, hayal değil. Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri (sonu) kıştır; öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hadisatı (olayları) sinema ile hal-i hazırda (şu anda) gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hadisatını (gelecekte yaşanacak olayları) gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet ve sefahetin (İslâm yolundan sapanların ve günah işlemeye müptelâ olanların) elli altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru (haram) keyiflerine, nefretle ve teellümlerle (elem çekerek) ağlayacaklardı.”
Avukat hanımın arkadaşlarının gözlerini ve gönüllerini günahlar ve günahlardan alınan cüz’i lezzet perdelemiş, hatta idraklerini de şaşkınlaştırmış ki, İslâmiyet’in insanları mutlu edemeyeceğini ve mutlu olmak için çeşitli günahları işlemenin kaçınılmaz olduğunu düşünmüşler. Buna rağmen, onlar gibi yaşadığı hâlde bu çürük düşünceye inanmamanın mükafâtı olarak avukat hanıma hidâyet gibi büyük bir nimet ihsan edilmiş rahmet-i İlâhiye tarafından. Zira o, nefsin avukatlığını değil hakkın avukatlığını yapmış. Ve neticede henüz dünyada iken imanın güzelliğiyle bir nevi Cennet hayatı yaşamaya başlamış.
Ona ve bize ihsan ettiği hidâyet nimeti için ve de bana bu hidâyet öyküsünü yazdırdığı için Rabb-ı Rahim’ime nihayetsiz hamd olsun…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.