Bu dünyada onların peşine bir lânet taktık

Bu dünyada onların peşine bir lânet taktık

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Kasas Sûresi 36-42. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

36-Nihâyet, Mûsâ apaçık mu‘cizelerimizle onlara gelince: “Bu, uydurulmuş bir sihirden başka bir şey değildir; hem önceki atalarımızdan bunu işitmedik” dediler.

37-Mûsâ şöyle dedi: “Rabbim, kendi katından kimin hidâyet getirdiğini ve dünyanın (güzel) âkıbetinin (Cennetin) kimin olacağını en iyi bilendir. Şu şübhesiz ki, zâlimler kurtuluşa ermezler.”

38-Fir‘avun ise: “Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka hiçbir ilâh bilmiş değilim; ey Hâmân! Haydi benim için çamurun üzerinde ateş yak da (tuğla i‘mâl edip) bana bir kule yap; belki Mûsâ’nın İlâhına muttali‘ olurum (O’nu görürüm). Çünki şübhesiz ben onu gerçekten yalancılardan sanıyorum” dedi.(*)

39-Böylece o (Fir‘avun) ve askerleri o memlekette haksız yere büyüklük tasladı ve gerçekten kendilerinin bize döndürülmeyeceklerini sandılar.

40-Bunun üzerine onu ve askerlerini yakaladık da onları denize atıverdik. Artık bak, o zâlimlerin âkıbeti nasıl oldu!

41-Hem onları, (insanları) ateşe çağıran öncüler kıldık; (onlar) kıyâmet günü de yardım olunmayacaklardır.

42-Ve bu dünyada onların peşine bir lânet taktık. Kıyâmet günü ise onlar, çirkin kılınmış kimselerdendir.

(*)“Αcâz-ı Kur’ânî o derece câmi‘ ve hârıktır (çok güzellikleri toplayıcı ve hârikadır), dikkat edilse görünüyor ki: Bazen bir denizi bir ibrikte gösteriyor gibi pek geniş ve çok uzun ve küllî (büyük) düsturları ve umum kānunları, basit ve âmî fehimlere (basit anlayışlara) merhameten basit bir cüz’üyle, husûsî bir hâdise ile gösteriyor. (...) Meselâ: ياَهاَماَنُ ابْنِ ل۪ي صَرْحاً Fir‘avun, vezîrine (Hâmân’a) emreder ki: ‘Bana yüksek bir kule yap, semâvâtın (gökyüzünün) hâlini rasad edip (gözleyip) bakacağım. Semânın gidişâtından, acabâ Mûsâ (as)’ın da‘vâ ettiği gibi semâda tasarruf eden (hükmeden) bir İlâh var mıdır?’ 
İşte صَرْحاً [bir kule] kelimesiyle ve şu cüz’î (küçük) hâdise ile, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlık’ı (yaratıcıyı) tanımadığından tabîatperest (tabîatçı) olup rubûbiyet (rab olmayı) da‘vâ eden ve âsâr-ı ceberutlarını (kibirli eserlerini) göstermekle ibkā-yı nâm eden (nâm salan), şöhretperest olup dağ-misâl meşhur ehrâmları (piramitleri) binâ eden ve sihir ve tenâsühe kāil olup (öldükten sonra rûhun başka bir bedende tekrar dünyaya geleceğine inanıp) cenâzelerini mumya edip, dağ misillü (gibi) mezarlarda muhâfaza eden Mısır Fir‘avun’larının an‘anesinde (âdetlerinde) hükümfermâ (uygulanan) bir düstûr-ı acîbi ifâde eder.” (Zülfikār, 25. Söz, 32)