Allah geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi
Ayet meali
Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Nahl Suresi 12-19. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:
12 . (O,) geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O’nun emrine boyun eğdirilmişlerdir. Şübhe yok ki bunda, akıl erdirecek bir topluluk için nice deliller vardır.
13 . Yeryüzünde sizin için yarattığı, renkleri muhtelif şeyleri de (size itâatkâr kıldı). Şübhesiz bunda (da) ibret alacak bir topluluk için kat‘î bir delil vardır.
14 . İçinden tâze bir et (balık) yiyesiniz ve kendisinden onu takınacağınız birziynet (inci ve mercan) çıkarasınız diye, denizi hizmetinize veren de O’dur. Ayrıca gemileri onda (suları) yara yara giden (vâsıta)lar olarak görürsün. (Bütün bunlar, ibret almanız) ve O’nun fazlından (rızkınızı) aramanız içindir; tâ ki şükredesiniz. (1)
15 . Sizi sarsar diye yeryüzünde de (direkler hükmünde) sâbit dağlar, hem maksadlarınıza ulaşasınız diye nehirler ve yollar koydu (yarattı).
16 . Daha nice alâmetler (yarattı)! Onlar, yıldızla da doğru yolu bulurlar.
17 . Öyleyse (sizin için bu kadar ni‘metleri yoktan) yaratan (Allah), (aslâ) yaratamayan (putlarınız ve sâdece var olanı keşfeden insanlar) gibi midir? Hâlâ ibret almaz mısınız?
18 . Eğer Allah’ın ni‘metini sayacak olsanız, onu sayamazsınız. Şübhesiz ki Allah, elbette Gafûr (çok bağışlayan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir.
19 . Ve Allah, neyi gizler ve neyi açıklarsanız bilir.
1- “Evet kâinâtın envâını (nev‘lerini) hikmet dâiresinde insanın etrâfında toplayıp bütün hâcâtına (ihtiyaçlarına) kemâl-i intizam ve inâyet (yardım) ile koşturmak, bil-bedâhe (açıkça) iki hâletten birisidir: Ya kâinâtın herbir nev‘i kendi kendine insanı tanıyor, ona göre itâat ediyor, muâvenetine (yardımlaşmaya) koşuyor. Bu ise yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok muhâlâtı intâc ediyor (imkânsızlıkları netîce veriyor). İnsan gibi bir âciz-i mutlakta (son derece âciz olan insanda), en kuvvetli bir Sultân-ı Mutlak’ın (sonsuz kudret sâhibi olan Allah’ın) kudreti bulunmak lâzım geliyor. Veyâhut bu kâinâtın perdesi arkasında bir Kadîr-i Mutlak’ın ilmiyle bu muâvenet oluyor. Demek kâinâtın envâ‘ı, insanı tanımıyor; belki insanı bilen ve tanıyan ve merhamet eden bir Zât’ın tanımasının ve bilmesinin delilleridir. Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün envâ‘-ı mahlûkātı (mahluk nev‘lerini) sana müteveccihen (döndürerek) muâvenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine ‘Lebbeyk!’ (Emrindeyiz!) dediren Zât-ı zü’l-Celâl (celâl sâhibi olan Allah) seni bilmesin, tanımasın, görmesin? Mâdem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir ve kat‘iyen anla ki: Senin gibi zaîf-i mutlak, âciz-i mutlak, fakîr-i mutlak, fânî, küçük bir mahlûka koca kâinâtı musahhar etmek (emrine vermek) ve onun imdâdına göndermek, elbette hikmet ve inâyet ve ilim ve kudreti tazammun eden (içine alan) hakîkat-ı rahmettir (Allah’ın merhamet ediciliğidir). Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis (çok büyük ve samîmî) bir şükür veciddî ve sâfî bir hürmet ister.” (Tılsımlar, 14. Lem‘a, 6-7)