Bu heykelle sâdece imtihân edildiniz sizin Rabbiniz Rahmândır
Ayet meali
Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Tâ-Hâ Sûresi 90-101. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:
90-And olsun ki, Hârûn daha önce onlara: “Ey kavmim! (Siz) bununla (bu heykelle) sâdece imtihân edildiniz. Şübhesiz ki sizin Rabbiniz, Rahmândır; öyle ise bana tâbi‘ olun ve emrime itâat edin!” demişti.
91-(Onlar ise:) “Mûsâ bize dönünceye kadar, buna tapan kimseler olmaktan aslâ vazgeçmeyeceğiz” dediler.
92, 93-(Mûsâ dönünce:) “Ey Hârûn! Onları dalâlete düşmüş gördüğün zaman, seni benim yolumda gitmekten ne alıkoydu? Yoksa benim emrime karşı mı geldin?” dedi.
94-(Hârûn:) “Ey anamın oğlu! Sakalımı, başımı tutma! Doğrusu ben (onlara şiddet gösterseydim): ‘İsrâiloğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü tutmadın!’ diyeceğinden korktum!” dedi.
95-(Mûsâ, Sâmirî’ye döndü:) “Ya senin maksadın (zorun) neydi, ey Sâmirî?” dedi.
96-(Sâmirî:) “(Ben, onların) görmedikleri şeyi gördüm ve (sana gelen) o elçinin (Cebrâîl’in atının) izinden bir avuç (toprak) avuçlayıverdim de onu (eritilmiş ziynet eşyâlarının içine) attım; böylece bunu nefsim bana hoş gösterdi” dedi.
97-(Mûsâ:) “(Haydi) git! Artık muhakkak ki sana, (cezâ olarak) hayat boyunca, ‘(Aman, birbirimize) dokunmak yok!’ diyecek olman vardır! (*) Ve elbette sana va‘d edilen bir (cezâ) yer(i olan Cehennem) de var ki, ondan (o tehdidden) aslâ döndürülmeyeceksin! Şimdi, ona tapan bir kimse olup durduğun ilâhına bak; elbette (biz) onu cayır cayır yakacağız; sonra da onu kül edip muhakkak denize savuracağız” dedi.
98-Sizin İlâhınız, ancak kendisinden başka ilâh olmayan Allah’dır. (O) herşeyi ilmen kuşatmıştır.(**)
99-(Habîbim, yâ Muhammed!) İşte böylece geçmiş (ümmet)lerin haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Gerçekten sana katımızdan bir Zikir (Kur’ân) verdik.
100-Kim ondan yüz çevirirse, artık şübhesiz ki o, kıyâmet günü ağır bir yük (olan günahlarının vebâlini) yüklenecektir.
101-(Onlar) onda (o vebâlin altında) ebedî olarak kalıcıdırlar. Kıyâmet gününde, onlar için (bu) ne fenâ bir yüktür!
(*) Sâmirî, bu bedduâya uğradıktan sonra ağır bir bulaşıcı hastalığa yakalanmış ve sürekli insanlardan kaçmış ve kendisine dokunduklarında çok acı çektiğinden, biri yaklaşmak istediğinde âyette zikredildiği gibi hemen: *لَا مِساَسَ yani “(Aman, birbirimize) dokunmak yok!” demiştir. (Nesefî, c. 3, 99)
(**) “Bütün masnûâtta (Allah’ın bütün san‘at eserlerinde) cüz’î, küllî (küçük, büyük) bir sûrette seyyârâttan (gezegenlerden) tâ kandaki küreyvât-ı hamrâ ve beyzâya (al ve akyuvarlara) kadar herşey de gāyet düzgün bir ölçü, mütenâsib bir mîzan (dengeli bir ölçü) bulunması, bedâhetle (açıkça) muhît (kuşatıcı) bir ilme delâlet ve kat‘î şehâdet eder. Evet, görüyoruz ki: Meselâ bir sineğin, bir insanın a‘zâları ve cihâzâtı, hattâ cesedinin hüceyrâtı (hücrecikleri) ve kanındaki kırmızı ve beyaz kürecikleri o derece hassas bir mîzan ve ince bir ölçü ile yerleştirilmiş ve o derece birbirine münâsib ve uygun ve o derece cesedin sâir (diğer) a‘zâlarında öyle muntazam bir tenâsüb (uygunluk) var ki, nihâyetsiz bir ilme mâlik (sâhib) olmayan, o vaziyeti onlara vermesi hiçbir cihette imkânı yoktur.” (Şuâ‘lar, 15. Şuâ‘, 601)