Bunun üzerine Kabil: “Yazıklar olsun bana!" dedi
Ayet meali
Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Mâide Sûresi 27.-31. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:
27-(Ey Resûlüm!) Onlara, Âdem’in iki oğlunun (Hâbil ile Kabil’in) haberini de hakkıyla oku! Hani birer kurban takdîm etmişlerdi de birisinden (Hâbil’den) kabûl edilmiş, diğerinden (Kabil’den) ise kabûl edilmemişti.(1) (Kabil, Hâbil’e:) “Seni mutlaka öldüreceğim!” dedi. (Hâbil ise:) “Allah, ancak takvâ sâhiblerinden (amellerini) kabûl buyurur” dedi.
28-“Yemîn olsun ki, eğer beni öldürmek için bana elini (kötü bir niyetle) uzatsan da, ben seni öldürmek için elimi sana uzatıcı değilim. Şübhesiz ki ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’dan korkarım.”
29-“Doğrusu ben isterim ki, (sen) kendi günâhın ile benim günâhımı da yüklenesin de ateşin ehlinden olasın! İşte zâlimlerin cezâsı budur!”
30-Nihâyet nefsi ona kardeşini öldürmeyi hoş (ve kolay) gösterdi de onu öldürdü; bu yüzden hüsrâna uğrayanlardan oldu.
31-Sonra Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek için, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Bunun üzerine Kabil:) “Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten âciz mi kaldım?” dedi. Böylece (bunu bilmediğine) pişman olan kimselerden oldu.
---
(1)Aralarındaki anlaşmazlıkta haklı olanı belirlemek gāyesiyle, her iki kardeş de birer kurban kestiler. Hâbil’in kestiği kurbanın makbûl olduğuna bir delil olarak gökten bir ateş indirildi ve kurbanını yaktı. (Beyzâvî, c. 1, 263)
“(Kur’ân) mâzî (geçmiş) zamânının vukūâtından, Hazret-i Âdem’in hılkat-i cesedinden (yaratılışından), iki oğlunun kavgasından tâ Tûfân’a, tâ kavm-i Fir‘avun’un garkına (boğulmasına), tâ ekser enbiyânın (peygamberlerin) mühim hâdisâtına (hâdiselerine) kadar (...) bütün mebâhis-i esâsiyeyi ve mühimmeyi (temel ve mühim mevzû‘ları) öyle bir tarzda beyân eder ki, o beyan, bütün kâinâtı bir saray gibi idâre eden ve dünyayı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan ve zemin bir bahçe ve semâ, misbahlarıyla (kandilleriyle) süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden ve mâzî ve müstakbel (geçmiş ve gelecek), bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sahîfe hükmünde temâşâ (seyr) eden ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuûnâtın (hâdiseler zincirinin) iki tarafı birleşmiş, ittisâl peydâ etmiş (bağlanmış) bir sûrette bir zamân-ı hâzır gibi onlara bakan bir Zât-ı zü’l-Celâl’e yakışır bir tarz-ı beyândır (ifâde şeklidir).” (Zülfikār, 25. Söz, 28-29)