Sabri ALTUN
Busefalus ve Türkiye
İnsanlık tarihi, efsanelerle doludur.
Efsaneler genel manada ikiye ayrılır; Doğu ve Batı…
Her efsanenin mutlaka kahramanları da vardır.
Kahramanları; insanlar olduğu gibi çeşit çeşit hayvanlardan da oluşur.
Dolayısıyla kahramanları “At” olan efsanelerde tarih boyunca efsaneler diyarında yerini almıştır.
Mesela; Düldül’ü bilirsiniz, Hz. Ali’nin mübarek atı.
Aşkar ise Battal Gazi’nin.
Peki ya Busefalus’u?
Busefalus; Yunan medeniyetinin efsane atlarındandır.
Busefalus kral Filip’e getirilir.
Ama onu durdurmak ne mümkün…
Zira at binicisine göre kişner. Ve ancak ona layık bir binici durdurabilir.
Nitekim Busefalus’u da ancak büyük İskender teskin etmeyi başarır.
Büyük İskender önce atı yularından tutup güneşe çevirir.
Bunu yaparak atın gölgesinden ürkmesini engeller.
Daha sonra sakinleştirip ona hâkim olur.
Bunun özerine Kral Filip henüz 16 yaşındaki oğlu İskender’e şöyle der;
“Oğul! Sen kendine layık bir krallık kurmaya bak. Çünkü Makedonya senin için pek ufaktır.”
Ve böylece İskender atıyla birlikte yönünü güneşe çevirir ve büyük İskender olarak tarihteki yerini alır.
* * *
Belki size garip gelebilir.
Ama her nedense ben de Türkiye’yi hep böyle bir ata benzetmişimdir.
Bir türlü binicisini bulamayan bir at…
“Osman’ını” kaybettiğinden bu yana hiçbir binici yularından tutup hükmedemedi. Ve kendine ait bir krallık kuramadı.
Yüzü Avrupa’ya çevrildiğinden beri hep gölgesinden korktu.
Her ne hikmetse bir İskender çıkıp yüzünü güneşe döndüremedi.
Evet, Türkiye gölgesinden korkuyor.
Büyüklüğünden korkuyor.
Bu öyle bir korkudur ki herkese sinmiş.
Avrupa’ya yüzünü dönmüş bir Türkiye’den hem aşırı dindarlar, hem laikler hem de Avrupa korkuyor.
Laikler “serbestiyet gelecek dindarlar istediği gibi yaşayacak ve kazanımlarımız elden gidecek” diye korkuyor.
Dindarlar gâvur olmaktan korkuyor.
Avrupa ise Türkiye’nin gerçekten arkasındaki gerek tarihinden, gerek kültüründen, gerekse ümmet mefkûresinden kaynaklanan bir büyüklüğün dünya liderliğine gerçek bir alternatif güç olacak olan potansiyelinden korkuyor.
Nitekim bu korku onları son seçimlerinde Türk aleyhtarlığı propagandasıyla seçimi kazanan zihniyetle 200 yıl öncesine yuvarladı.
Keşke biz kendimizi Avrupalının gözbebeklerine bakarak tanıyabilseydik.
Onların bizi gördüğü şekliyle kendimizi görebilirsek her şey çok daha farklı olacak ya her neyse…
* * *
Bu gün Avrupa’nın girdiği yol bizi yanlarında kesinlikle istemedikleri bir yoldur.
Öyle ise yıllardır kapısında bekletip şimdi de ”git yan komşudan iste” diyerek başka kapıları göstermeleri bizim için bir onur meselesi olması gerekmiyor mu?
Oturup bazı şeyleri baştan gözden geçirmemiz lazım değil mi?
Peki, Avrupa’yı vazgeçilmez kılan şey nedir?
Bunlar dünyaya ne veriyorlar?
Bize ne verecekler?
Bunlar olmazsa dünya enerjisiz mi kalacak, petrolsüz mü kalacak, yoksa gıdasız mı kalacak?
Gerçekten dünyaya ne veriyorlar ki bu kadar üstün toplum (!) olmuşlar?
Bunların insan hakları ve demokrasileri dışında neleri var?
Bunların sadece psikolojik bir üstünlüklerinden başka nesi var?
Bugün bizi cezbettikleri tek nokta hürriyetleri değil mi?
Bunu elde etikten sonra bunlara hiç bir ihtiyacımız kalmıyor ki?
İsterseniz olaya farklı bir açıdan bakalım;
Şimdi biz bunlara rest çekersek kim kaybedecek.
Bugün dünyanın gözü Türkiye’nin içinde bulunduğu ve bir manada öncülük rolünü üstlendiği bu coğrafyada değil mi?
İnsanlık medeniyeti için gerekli olan hemen hemen tüm ham maddeler bu coğrafyalardan çıkmıyor mu?
Amerika’nın girdiği bölgeden çıkmayışının sebebi bu değil mi?
Bugün Türkiye’nin bulunduğu konum dünyanın jeopolitik konumu açısında en önemli bir nirengi noktası değil mi?
Bütün bunlara rağmen Avrupa hala neden bizi istemiyor?
Peki, biz hala neden Avrupalı olmak istiyoruz.
Aslında paradoksal ve çelişkilerle dolu sorulardır bunlar.
* * *
Şimdi Avrupa bir seçim geçirdi.
Katlım % 40 civarında kazananlar ise milliyetçi akımlar.
Bu seçim bir manada dünyayı kasıp kavuran ekonomik krizin bir sonucu olduğu muhakkak…
Dolayısıyla Avrupa’nın ve geniş manada batının o satvetli o ihtişamlı dönemlerini geride bıraktığının da bir göstergesidir.
Zira günümüzde herhangi bir ülkede ırkçılık akımları ya da radikal akımlar revaçta ise mutlaka refah seviyesinde sıkıntıların olduğu kesindir.
Hal böyle ise hala Avrupa eşiğinde içeriye girmeyi beklemenin manası nedir?
Şahsen son zamanlarda edindiğim intibaya göre; Türkiye de işi ağırdan alıyor.
Sanki Türkiye de onları istemiyor.
Bir dostumun tabirine göre; “iki nişanlıdan birisinin aslında evlenmek istemeyip fakat direk rest de çekmeyerek birbirlerini oyalaması gibi bir şeydir.”
Diğer taraftan buradan tamamen kopması da işine gelmiyor.
Türkiye “alt kıta” ülkelerinin gözünde Avrupalı gözükmekle prestij kazanırken, Avrupa nezdinde (aklı selim düşünen batılı nezdinde) bu “alt kıta” ülkelerin bir manada önderi havasını vermekle güç kazanıyor.
Fakat bu durum nereye kadar gidecek.
Karasız gözüken bu tutum kendi kendine palazlanmış bir ülke havasına dönerse dünyaya rezil oluruz.
Dolayısıyla yerinde duramayan bir at gibi arka ayakların özerine çıkıp meydan okur gibi kişnemesinin, aslında kendi gölgesinden korkmasından kaynaklandığı anlaşılmadan bir İskender’in yönünü güneşe çevirmesi gerekmektedir.
İşte o zaman dünyanın çehresi de değişir.
Ve bence bu çok yakındır.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.