Himmet UÇ
Büyük Fetih ve Büyük Fatih Efendimiz (asm)
Bugünler Mekke’nin Fetih günleri, haydi o günlere gidelim.
Medîneli Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan Hudeybiye Muâhedesi’ne göre sulhun müddeti on yıl idi. Ancak müşrikler, her geçen gün İslâm’ın bütün Arabistan’a yayılmasından rahatsız oluyorlardı. Bunun içindir ki, yavaş yavaş sulh maddelerini ihlâl etmeye başladılar. Zaman geçtikçe de sulh maddelerine karşı saygısızlık ve cür’etlerini iyice artırdılar. Hudeybiye Antlaşması’nın üzerinden 17-18 ay kadar bir zaman geçmişti ki, kendilerine bağlı bulunan Benî Bekir kabîlesini kışkırtarak, Müslüman olan Huzâalıların üzerine saldırttılar. Kendi içlerinden bâzıları da bu âdî cinâyete iştirâk ettiler.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bağlı olan Huzâa kabîlesi, baskına uğradıklarında namazda idiler. Hunharca bir katliâmla kimi secdede, kimi rükûda, kimi kıyâmda iken şehîd edildiler. Hattâ Harem’e sığındıkları hâlde, Kureyş ve Benî Bekirliler oranın haramlığını ihlâl ederek katliâma devâm ettiler. Durum, derhâl Allâh Rasûlü’ne -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bildirildi.
Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, kendisine bu acı haberi getiren Amr bin Sâlim -radıyallâhu anh-’ı dinlerken mübârek gözlerinden süzülen inci tâneleri gibi gözyaşları, gül yanaklarını ıslatıyordu. Peygamberler Sultânı Efendimiz son derece mahzûn olmuştu. Gönlü yaralı sahâbîsi Amr bin Sâlim’e tesellî sadedinde:
“Sen yardım olundun ey Amr!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, IV, 12; Vâkıdî, II, 784-785)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her şeye rağmen müşriklerle aralarında yapılmış olan muâhedeyi hesâba katarak Huzâalılara yapılan baskın sebebiyle Mekkelilere önce bir elçi gönderdi. Çünkü onlar Hudeybiye Muâhedesi’ni çok ağır bir şekilde ihlâl etmişlerdi. Buna göre, ya öldürülen Huzâalıların diyetlerini vermeli, ya Benî Bekir kabîlesini himâyeden vazgeçmeli, ya da bu iki teklîfi de kabûl etmedikleri takdirde Hudeybiye Muâhedesi’ni geçersiz saymalı idiler.
Gözlerini kan ve kin bürümüş olan cânî müşrikler, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in teblîğ ettiği bu üç tekliften son maddeyi, yâni muâhedeyi resmen bozmayı kabûl ettiler. Oysa bu, Müslümanları Mekke Fethi’ne dâvet demekti.
Kureyşliler bir müddet sonra hatalarını anladılar, anlaşmayı bozduklarına pişman oldular. Derhal anlaşmayı yenilemek ve barış süresini uzatmak üzere Ebu Süfyan’ı Medine’ye yolladılar.
Ebu Süfyan Medine’de önce Resulullahın (asm) zevcelerinden kızı Ümmü Habibe’ye gitti. Oturacağı sırada Ümmü Habibe minderi topladı. Halbuki evde üzerine oturulacak başka bir şey yoktu. Ebu Süfyan sordu ”Kızım minderi mi benden esirgiyorsun, yoksa beni mi minderden?” Kızı cevap verdi. ”Bu Resullullah’a aittir. Sen ise müşriksin, pissin, bu yüzden üzerine oturmanı istemedim.”
Ebu Süfyan daha sonra Resulullah’a başvurdu. Olumlu bir sonuç alamadı. Başta Hz. Ebubekir, Hz. Ömer olmak üzere ashabın ileri gelenleriyle bire bir görüştü. Hz. Fatıma’yı ziyaret ederek ondan yardım istedi. Fakat bütün gayretleri boşuna gitti. Hz. Ali’nin tavsiyesine uydu. Mescide geldi “Ey nas ben iki tarafı da himayeme alarak Hudeybiye barışını yeniliyorum, sanırım kimse benim ahdimi bozmaz” dedi kimseden cevap alamadı. Ümitsiz olarak Mekke’nin yolunu tuttu. Bir işaretiyle bütün Mekke’yi harekete geçiren Ebu Süfyan kimseye sözünü anlatamamış, öz kızına bile maksadını kabul ettirememişti.
Dönüşünde olup bitenleri olduğu gibi Mekkelilere anlattı. Onun sözünü dinleyenler , “Yazık, sen hiçbir şey yapamamışsın, bize barış haberi getirmedin ki güven içinde olalım, savaş haberi getirmedin ki hazırlanalım. Ali seninle alay etmiş, senin tek başına ilan ettiğin barış neye yarar?”
Ebu Süfyan Mekke’ye döndükten sonra
Bu arada Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gizlice sefer hazırlığı için emir buyurdular. Yakın kabîleleri Ramazan’ın ilk günlerinde Medine’ye toplanmalarını istedi. Son derece gizli bir şekilde hareket ediliyordu. Düşmanın, Medîne’deki bu hummâlı faâliyetten şüphelenmemesi için de, Sûriye taraflarına bir müfreze gönderen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her tarafı sıkı bir kontrol altına almıştı. Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla büyük fethi kansız bir şekilde netîcelendirmek arzusunda ısrarlı idiler. Bunun için birçok stratejik tedbirler almışlardı: Mekke ile Medine arasındaki bütün yollar kesildi, bu vazife Huzaa kabilesine verildi, iki taraf arasında sanki kuş uçmuyordu. Dikkatleri başka tarafa çekmek için Necid tarafına bir seriyye gönderilmişti.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yine Mekkelilerin herhangi bir savaş hazırlığı yapmamaları ve sulh yoluyla fethin gerçekleşebilmesi için yolları tutturmuş, Mekke’ye hiçbir haber ve câsusun gitmesine imkân vermemiş ve şöyle duâ etmiştir:
“Allâh’ım! Yurtlarına ansızın varıncaya kadar, Kureyşlilerin câsus ve habercilerini tut, onları görmez ve işitmez kıl. Kureyşlilerin gözlerini bağla ki, beni birdenbire karşılarında bulsunlar.” (İbn-i Hişâm, IV, 14)
Peygamber Efendimiz (asm) Medîne’den hareket ettiğinde de, yine Kureyşlileri şaşırtmak için aksi istikâmetteki müttefik kabîlelere uğramış, dâire biçiminde bir yol tâkip ederek hedefinin ne olduğuna dâir belirsizliği iyice artırmıştır. Mekke yakınlarına varınca her askerin ayrı bir ateş yakarak psikolojik tesir ile sayının çok zannedilmesini temin etmesi de bu maksatladır.
Ancak ashabdan Ebu Beltea Oğlu Hatip durumdan Kureyş’i haberdar etmek istemiş, bir mektup yazarak gizlice Mekke’ye göndermişti. Hz. Peygamber (asm) ilahi vahiy ile bunu öğrendi. Hemen Hz. Ali ile iki arkadaşını görevlendirdi. Onlar yolcu bir kadına kendisinde mektubu vermesini söylediler. Kadın inkar etti, tehdid edilince mektubu verdi. Mektupta önünde durulamayacak bir orduyla Mekke üzerine yürüneceği bildiriliyordu. Resullullah (asm) bir heyet önünde Hatib’i sorguya çekti. ”Ey Hatib bu işi ne için yaptın” diye sordu. “Benim Mekke’de ailemi koruyacak kimse yok, bu işi dinimden dönmek için yapmadım” dedi Hatib. Hz. Ömer “Ya Resulallah izin ver de şu münafığın boynunu vurayım” dedi. Fakat Resulullulah Hatib’i bağışladı.
Resulullah şöyle buyurdular. “Ey inanalar, benim de düşmanım sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Siz benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak için yurdunuzdan çıkmışsınız, ben sizin gizlediğinizi de açıkladığınızı da bildiğim halde, nasıl olur da onlara sevgi gösterirsiniz. İçinizden her kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur.” Bunlar Müntehine ayet-i kerimesindendir.
Yine aynı maksatla, mîkat yeri olan Zülhuleyfe’de ihrâma girmeyerek seferin yönü husûsundaki gizliliği devâm ettirmiştir.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- güç ve kuvveti elde ettikten sonra, bu gücü insanları öldürüp ülkelerini fethetmek için değil, onların gönüllerini Allâh’a açmak, gerçek saâdete, yâni hidâyete kavuşmalarını sağlamak için kullanmıştır. Zîrâ O, âlemlere rahmet ve hidâyet olarak gönderilen bir “Rahmet Peygamberi” idi.
Tevhid inancının yeryüzündeki en büyük abidesi Mekke’deki Kabe’dir. Bu kutsal yer putlarla doldurulmuş, putperestliğin merkezi haline getirilmiştir.
Hicretin sekizinci yılında Ramazan Ayı’nın onuncu günü Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, on bin kişilik muazzam îmân ordusuyla Medîne’den ayrıldılar. 1 Ocak 630 Cihâd üzere olduklarından yolda iftar ettiler. Ashâba da böyle emir buyurdular.
SON MUHACİR
Cuhfe denilen mevkîye vardıklarında Hazret-i Abbâs ile karşılaşıldı. Daha evvel müslüman olmuş bulunan Abbâs -radıyallâhu anh-, bunu gizleyerek Mekke’de kalmış, oradan Kureyş’in durumunu her zaman Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-e rapor etmişti. Mekke-i Mükerreme’de kalmasının bir sebebi de, uhdesinde bulunan hacılara su dağıtma vazîfesini îfâ etmesiydi. Nihâyet vaktin geldiğini düşünerek, o da hicret etmek için ehl ü ıyâli ile birlikte yola çıkmıştı. Buna çok sevinen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem: “Ben Peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de Muhâcirlerin sonuncusu oldun!..” buyurdular. (Ali el-Müttakî, XI, 699/33387)
MUHTEŞEM YOLCULUK
Mekke Fethi’ne doğru yapılan bu muhteşem yolculuk esnâsında bütün bir beşeriyete ibret olacak muazzam bir tablo sergilendi. Bu, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının bir eseriydi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ordusu sel gibi akıyordu. Arabistan’ın dört bir tarafından yeni müslüman olmuş kabîleler kâfile kâfile İslâm ordusuna iltihâk ediyorlardı. Deyim yerindeyse bir mahşer ortamı yaşanıyordu. Âlemlerin Efendisi bu muhteşem ordusuyla Arc mevkiinden hareket edip Talub’a doğru yol alırken, yolda yavrularının üzerine gerilmiş ve onları emzirmekte olan bir köpek gördü. Hemen ashâbından Cuayl bin Sürâka’yı yanına çağırarak onu bu kelp ve yavrularının başına nöbetçi dikti. Anne kelbin ve yavrularının, fetih coşkusu içinde geçen İslâm ordusu tarafından ürkütülmemesi husûsunda tembihte bulundu.
Bu ne müthiş bir manzaradır! Acabâ beşer târihi böyle bir merhamet tablosuna daha önce hiç şâhid olmuş mudur?
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’nin Fethi gibi târihî açıdan mühim bir dönüm noktası olan büyük bir hâdise esnâsında dahî belki teferruat sayılabilecek en ince bir mesele ile meşgûl olmuş, kendisini bir anne kelb ve yavrularından mes’ûl hissetmiştir.
O sırada Mekkeliler, olan bitenden habersizdi. İslâm ordusunun, beldelerine bir konaklık mesâfedeki Merru’z-Zahrân Vâdisi’ne yerleştiğini öğrenip Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emriyle her birliğin ayrı ayrı ateş yakmasıyla oluşan ihtişamlı manzarayı gördüklerinde dehşete kapıldılar. Akılları başlarından gitti.
Bundan sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dört kola ayırdığı İslâm ordusuna hareket emrini verdi. Böylece Mekke, dört bir taraftan yankılanan tekbîr sesleriyle doldu.
Bu sırada Ebu Süfyan durumu anlamak ve Müslümanlar hakkında bilgi edinmek istiyordu, uşakta yakılmakta olan ateşler, Hacıların arefe günü Arafat’ta yaktıkları ateşe benziyordu. Merakla ateşe doğru ilerlediği sırada, Resulullahın muhafızları tarafından yakalanarak Efendimizin (asm) huzuruna getirildi. Ebu Süfyan burada Müslüman oldu. Artık Mekke fethedilmiş sayılırdı, belki hiç mukavemet görülmeyecekti. Resulullah o sırada “Her kim Ebu Süfyan’ın evine girerse emniyettedir. Her kim kendi evine kapanır ordumuza karşı koymazsa emniyettedir. Her kim Harem-i Şerif’e girerse emniyettedir” dedi. “Ebu Süfyan bunu ilan etsin” diye buyurdu.
Resulullah (asm) Hz. Abbas’a “Ebu Süfyan‘ı yolun dar bir yerine götür, İslam ordusunun ihtişamını görsün” diye emretti. Hz. Abbas’tan kabilelerin adını soran Ebu Süfyan, bunlara hayret eder.
Hz. Abbas’a “Kardeşinin oğlunun saltanatı ne kadar da büyümüş“ dedi. Hz. Abbas ”Hayır bu saltanat değil, nübüvvettir” dedi.
Ensar alayı Uhud ve Hendek ordularının komutanı Ebu Süfyan’ın önünden geçerken. “Ey Süfyan bugün en büyük kıtal günüdür, bu gün Kabe’de kan dökmenin helal olduğu gündür” dedi. Ebu Süfyan, Sad’ın sözlerini Resullullah’a (asm) nakletti. Hz. Resululah (asm), “kan dökmek Kabe’ye ayıp olur, Sad yanlış söylemiş, bugün Cenab-ı Hakk’ın (cc) Kabe’yi yücelteceği gündür, bugün Kabe’nin tevhid elbisesine bürüneceği gündür” buyurdu. Efendimiz (asm) Sad’ın kan dökülmesine neden olabileceği endişesiyle Hz. Ali’yi gönderdi, sancak Kays’a verildi.
Ebu Süfyan seyrettiklerinden Mekke’nin teslim olmasından başka çare olmadığını anladı. Mekke’ye döndü, Harem-i Şerif’te heyecan içinde oradakilere hitap etti. ”Muhammed karşı koyamayacağımız bir güç ile geliyor.” Onlara emniyette olunabilecek mekanları söyledi. Kureyş şaşırıp kaldı. Her gün Müslümanlığın aleyhine olan bu adam herkesi İslam’a çağırıyordu. Birçoğu bağırıp çağırdı, bir kısmı evlerine çekildi, bir kısmı Harem’i Şerif‘e bir kısmı da Ebu Süfyan’ın evine çekildiler.
YURDUNU FETHEDEN FATİH
Sekiz yıl evvel iki deve ve üç kişi ile Mekke’den mahzun bir şekilde ayrılan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bugün Allâh’ın lutfu ile on bin kişilik muazzam ve muhteşem bir kuvvetle mübârek beldeye giriyordu. Efendimiz Zituva denilen yerde durdu, ordusunu dört kısma ayırıp her birinin gireceği yerleri tayin etti. ”Sakın savaşa girmeyin, saldırıya uğrayıp mecbur kalmadıkça kan dökmeyin“ diye tenbihatta bulundu.
O gün yurdundan, üç kişi ile çıkarılmış mazlum bir ferd, bugün yurdunu fetheden muzaffer bir fâtihti. Fakat O, bununla aslâ gurûra kapılmayarak devesinin boynu üzerinde secde eder bir vaziyette, yâni bu nîmeti lutfeden Allâh’a şükür hâlinde Mekke’ye giriyordu. Devesinin üstünde bütün bunları düşünüyor, mağrur bir fatih gibi değil, son derece mütevazi bir halde başı secde eder gibi, devenin boynuna yapışmış teşbih, tehlil ve dua ile Cenab-ı Hakkı’ın sonsuz lütuflarına teşekkür ederek ilerliyordu. Göz yaşları sakalını ıslatıyordu. Başını Allâh Teâlâ’ya karşı tevâzû ile o derece eğmişti ki, sakalının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. O esnâda devamlı olarak:
اَللّهُمَّ لاَ عَيْشَ اِلاَّ عَيْشُ الاخِرَةِ
«Ey Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır!» diyordu. (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1)
Nebevî ahlâk ile ahlâklanmış olan ashâb-ı kirâmın hâli de Allâh Rasûlü’nün hâlinden pek farklı değildi.
İslâm ordusu hemen hemen hiçbir mukâvemetle karşılaşmadı. Bu hususta Ebû Süfyân’a tatbîk edilen taktik bereketiyle, onun, Mekkelilerin müslümanlara karşı koymamaları için gayret etmesi hayli netîce vermiş, kimse muazzam İslâm ordusuna karşı çıkmaya cesâret edememişti. Yalnız Hâlid bin Velîd’in Mekke’ye girdiği yerde ufak bir çatışma olmuş, o da çabuk yatıştırılmıştı.
HAK GELDİ BATIL YOK OLDU
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Fetih Sûresi’ni okuyarak ashâb-ı kirâmla birlikte Kâbe-i Muazzama’ya yöneldi. Devesinden inmeden Kâbe’yi tavâf ettikten sonra:
جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ
“…Hak geldi, bâtıl yok oldu!..” (el-İsrâ, 81) âyet-i kerîmesini tilâvet buyurarak elindeki değnekle Kâbe’deki putları bizzat devirmeye başladı. (Buhârî, Meğâzî, 48; Müslim, Cihâd, 87; Vâkıdî, II, 831-832)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Beytullâh’ta tasvirler görünce, içeri girmedi. Önce onların imhâ edilmesini emretti. Sahâbîler derhâl emri yerine getirdiler.
Velid Oğlu Halid’in grubu Mekke’ye girerken saldırıya uğradı. Halid onların üçünü öldürdü diğerleri kaçtılar. Resullullah çadırını Hacun denilen yerde kurdurdu. Efendimiz çadırda gusledip sekiz rekat namaz kıldı. Sonra devesine binerek Kabe’ye geldi. Elindeki ucu eğri değnekle Hacer ül Esved’i istilam etti. Kabe’de 360 put vardı onları değneğiyle devirdi. ”Hak geldi batıl zail oldu“ diyordu. Anahtar Resulullah’a getirildi, Kabe’nin dışı da putlarla doluydu, bunları Hz. Ömer, Efendimizin (asm) emriyle dışarı attı. Müşrikler ilah diye taptıklarının parçalanışını hayretle seyrettiler. Resulullah kapının karşısındaki duvara doğru namaz kıldı.
Bu sırada Kureyş Harem-i Şerif’te toplanmış haklarında verilecek kararı bekliyordu, başları önlerine eğik elleri çaresiz önlerinde. Yirmi yıl boyunca şahsına ve ashabına her türlü kötülüğü yapan adamlar onun iki dudağı arasından çıkacak hükmü bekliyordu, muzaffer vakti fırsatta adüvden intikam almaz.
“Allah’tan başka ilah yoktur, yalnız O vardır, bütün cahiliyet adetleri ayağımın altındadır. Cahiliyet gururunuz gitti, bütün insanlar Adem‘dendir. O da topraktan yaratılmıştır. Ey Kureyş cemaati size şimdi nasıl bir muamele yapacağımı soruyorsunuz” diye sordu Efendimiz (asm). Mekke’liler hep bir ağızdan, “hayır umuyoruz, sen kerim bir kardeş, alicenab bir kardeş oğlusun” diye cevap verdiler. Resul-i Ekrem (asm) “Ben de size Yusuf’u kardeşlerine söylediği gibi, bugün size geçmişten dolayı azarlama yok, diyorum haydi gidiniz hepiniz serbestsiniz” buyurdu.
Öğlen vakti Hz. Bilal Kabe’nin üstüne çıktı, güzel ve gür sesiyle ezana başladı. Bundan sonra Mekke halkı erkekler ve kadınlar biat ettiler.
Müslümanlar, Mekke’yi fethettikleri gün, sabaha kadar tekbîr ve tehlîl getirdiler, devamlı olarak Kâbe’yi tavâf ettiler.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.