Cemaatler birbirini tanımalı
“Risale-i Nur’la inancım istikrar kazandı” diyen Prof. Dr. Eşref Edip Keha Risale Haber’e konuştu
Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber
II. BÖLÜM:
BAYRAM YÜKSEL AĞABEY ÜSTADIN MEŞREBİNDEN TAVİZ VERMEZDİ
Ben üniversitede iki buçuk yıl ODTÜ yurtlarında kaldım.Daha sonra anarşik olaylardan dolayı dershaneye geçtim. O zaman Bayram Yüksel abi dershanelerle ilgileniyordu. Said Özdemir abi de daha başka hizmetlerle meşgul oluyordu. Ben ilk defa Emek’te Mehmed Kurdoğlu abinin kaldığı dershaneye girdim. O dönemde Bayram abi ile çok yakınlığımız oldu Allah rahmet eylesin. Amin…
Bayram abi hiçbir şekilde Üstadın meşrebinden taviz vermezdi. Mesela ders yaparken hiç açıklamazdı, okurdu sadece. Birde o yıllarda yurt dışından gelen, özellikle Orta Doğu kökenli öğrencileri dershanelere getirmemmizi söylerdi. Beyrut’tan, Suriye’den, Irak’tan gelen öğrencileri almazdı. Nedeni bu öğrenciler menfi fikirler taşırlardı.
O günlerde bir de basında Nur Talebeleri aleyhine çok şeyler yazılıp çiziliyordu. İşte “dini değiştiriyorlar, dine menfi şeyler katıyorlar” gibi silik sözler çok dolaşıyordu. O nedenle dikkatli davranıyordu.
Bir de sanırım o dönemde dışarıdan gelen siyasal İslam mantığı ve silahlı cihat tarzı fikirler yaygındı, henüz yeni Risale-i Nurları tanımış insanları iğfal etmesin kafalarını karıştırmasın diye de olabilir mi?
Evet, evet aynen o nedenler de vardı.
Söz Bayram abiye gelmişken onunla ilgili anlatmak istediğiniz bir hatıranız var mı?
Bayram abi ile ilgili şunları hatırlıyorum. Namaz kıldığımızda bize imamlık yapardı. Onun oturmasını, kalkmasını hal ve hareketlerini hep takip ederdik, yapabildiğimiz kadarıyla taklid ederdik. Bunu yapmaktan da zevk alırdık, feyiz alırdık. Çok hoşumuza giderdi. Yani onu kendimize örnek alırdık.
Bayram abi her zaman Üstadın hatıralarından anlatırdı. Ders yaptığı zaman fazla açıklama yapmazdı. Okur geçerdi. 72-73 yıllarında ben daha sonra Erzurum’a gittiğim için o yıllardan sonra cemaatte bazı hareketlenmeler oldu onları ben yaşamadım.
O dönemde daha çok Sungur abi ile dolaşırdık. Sungur abi Eflanilidir. O nedenle Kastamonu ve civarında çok dolaşırdı. Onu sürekli gezdiren Mersinli bir Abdurrahman abi vardı. Onun arabasında çok gezdiğimi hatırlıyorum. Sungur abi Bayram abinin aksine derslerde çok açıklama yapardı.
ÜSTAD KIZ YEĞENİNE “ÖĞRETMENLİĞİ BIRAK” DEMEDİ
Bu noktada bir hatıra veya ders alınacak bir kıssamı anlatmak istiyorum. Kızkardeşim İlahiyat Fakültesini kazanmıştı orada okuyacaktı. Ben o dönemde dershanede kalıyordum. Kız kardeşimin üniversiteyi okuması ile ilgili olarak Bayram abi ve Sungur abi ile istişare yaptım. Bayram abi çok katı bir şekilde karşı çıkmıştı. Sungur abi ise bu konuyu sorduğumda bana Üstad ile ilgili bir hatırasını anlattı.
Üstad Hazretlerine kız yeğeninden bir mektup geliyor. Öğretmen olmuş, bunu mektubunda yazmış “ben öğretmen oldum, şuraya tayin edildim, bana dua et, ellerinden öperim” diyor. Mektubu alınca biz tahmin ettik ki, Üstad hazretleri çok kızacak, “işte sen Milli Eğitimin öğretmeni oldun, onun fikrini yayacaksın, günaha gireceksin” diyerek çok fazlasıyla karşı çıkacağını düşündük.
Belki de baş açık bir şekilde öğretmenlik yapacak?
Evet, evet o zaten belli, o günkü şartlarda örtünerek öğretmenlik yapmak mümkün değil. “Sonra biz böyle düşünürken baktık ki, Üstad Hazretleri bizim gibi düşünmüyor. Ve şöyle bir mektup yazdırdı bize… “Kızım beş vakit namazını bırakma, çocuklara Allah’ı anlat, Allah sevgisini kalplerine aşıla” mealinde bir mektup yazdırdı.” Yani, “o işi bırak” demedi.”
Sungur abi benim istişare ettiğim konuya böyle bir hatıra anlatarak cevap vermişti. Ama Bayram abi de şiddetli karşı çıkmıştı. Her abinin tarzı, anlayışı farklı olabiliyordu.
HER İNSAN KENDİ ANLAYIŞINA GÖRE HİZMET ETME İMKANI BULUYOR
O dönemde bir de Mehmed Kurdoğlu ile kaldık demiştiniz. Biraz da ondan bahseder misiniz?
Farklı hizmet tarzı düşünen bir arkadaşımızdı. Ve o nedenle kendisi gibi düşünenlerle beraber farklı bir yöne yönelmiş oldu. O dönemde onun ayrılarak farklı bir cemaat oluşturmasına farklı yaklaşıyorduk. Ama şimdi dönüp baktığımda o tür ayrılmaların isabetli olduğu kanaatindeyim. Her insan kendi anlayışına göre hizmet etme imkanı bulmuş oldu. Yani, bu guruplar kendi anlayışlarına uygun bir ortamda hizmet edince başarılı oldular. Şayet bir arada kalsalardı bu şekilde rahat hareket edemez ve bu imkanı bulamayabilirlerdi.
Birkaç kişinin belirlemiş olduğu kuralları herkese uygularsanız bir kısım insanlar bunu kaldıramayabilir. Evet bu kuralların hepsi Üstaddan alınmıştır. Ama her insan farklı kurallar alabiliyor. Yani başka bir yönünü önemli görmüş olabiliyor. Ona ağırlık vermiş oluyor. Dolayısıyla böyle bir sonuç ortaya çıkıyor.
O dönemde biz bölünme olarak görüyorduk ama bugün ben bölünme olarak görmüyorum. Sadece hizmet ehlinin farklı kulvarlarda paylaşımı olarak görüyorum. Bu abiler yeni kulvarlar açtılar ve yeni yetişenleri değişik kulvarlarda birbirinin önünü kesmeden hizmet etmelerini sağladı.
Biz ODTÜ öğrencileri bir arada kalıyorduk. Kurdoğlu abi bizimle ilgileniyordu. Allah ondan razı olsun her şeyimizle ilgilenirdi. Yemeklerimizi yapardı. Dershaneyi bizzat kendisi tuvaletlerine varıncaya kadar temizlerdi. Bizim derslerimiz ve sınavlarımız o kadar yoğundu ki, başımızı kaldırıp bir iş yapamazdık. O bizim bu halimizi anlıyordu ve bizlere hizmet ediyordu. Çok fedakar bir insandı, çok sevecen bir insandı. Bir çok abide olduğu gibi onda da biraz sertlik vardı. Sert bir insandı.
CEMAATLER BİRBİRLERİNİ TANIMALI, BİRBİRLERİNİN FİKİRLERİNİ BİLMELİ
Geldiğimiz noktada Risale-i Nur cemaatlerinin bu kadar çoğalmasını ve dağınık görünmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bugünkü durum size ümit veriyor mu? Risale-i Nur hizmetleri açısından iyi mi oldu sizce?
Efendim bizim Nur talebelerinin bir araya gelip bir yerleri ele geçirmek veya hakim olmak gibi bir amacımız yok ki, bu durum endişe versin. Bizim amacımız bu cemiyetin, bu toplumun imanına hizmet etmektir. Daha çok insan Allah rızasına uygun yaşasın, Allah’ın emirleri uygulanır olsun istiyoruz. Allah’ın emirleri yaşanır olsun. İnsanlar bizim emrimize girsin gibi bir amacımız yok.
Yani, öyle bir araya gelip “tek başına iktidar olalım, memleketi bir yerlere götürelim, hakim olalım” gibi bir düşüncemiz de yok. O nedenle ister birlikte çalışılmış olsun ister ayrı ayrı çalışılmış olsun fark etmiyor. Neticede herkes aynı şeye hizmet etmiş oluyor.
Cemaatler sivil toplum kuruluşlarının yaptığı gibi bir üst kuruluşta konfederasyon şeklinde bir araya gelerek ortak projeler üretemezler mi?
Zaten ifade ettiğiniz şekilde bir durum şu anda var. Organik olarak birbirine bağlanmak gerekiyorsa yapılıyor zaten. Bence ona bile lüzum yok. Ama şöyle olabilir. Mesela yapılan anma programlarında her kesimden insanlar gelip konuşabilir. Farklılığını ortaya koyar. Veya bu cemaatlerin kurmuş olduğu sivil toplum kuruluşları konfederasyondan öteye bazı platformlarda bir araya gelebilirler.
Ortak zeminler oluşturup bu farklı insanların bir araya gelmesinin sağlanması ve bir kısım konuların ilmi seviyede konuşulması ve görüşülmesi sağlanmalıdır. Risale-i Nur kongrelerinde olduğu gibi bu tarz organizelerde bir araya gelip birbirlerini tanımaları sağlanmış olur.
Bana göre cemaatlerin birbirlerini tanımaları ve birbirlerinin fikirlerini bilmeleri ortak iş yapmalarından daha önemlidir. Ben bunu daha önemli buluyorum. Birbirlerini tanımaları gerekir.
Mesela “A” gurubundaki bir insan “B” gurubundaki bir insanın veya insanların ne yaptığını bilse onu kendine örnek alacak. Karşıdakinin daha güzel olan uygulamasını uygulamak isteyecek. Bilmediği zaman kendi dar dairesinde bildiği kadarıyla bir tavır takınıyor. Bu da haliyle bir çok yönden eksik olabiliyor. Oysa birbirlerini dinleyebilseler birbirlerinin güzel hasletlerinden istifade edeceklerdir. Güzel olan tarz ön plana çıkacak ve kabul görecektir. Yanlışlar düzeltilecektir.
BUGÜN OLSAYDI ÜSTADIMIZ FALAN KONUDA NE DERDİ?
Bugün Risale-i Nurlar sanırım 19 değişik yayınevi tarafından farklı şekillerde basılıyor. Birbirlerinden farklı basılınca sayfalar birbirini tutmuyor. Yapılan alıntılarda verilen sayfa numaraları tutmuyor. Hatta aynı yayınevinin farklı baskılarının bile birbirini tutmadığı oluyor. Bu da araştırmacıları zora sokuyor. Bunların bir araya gelerek ortak bir baskı şekli benimseyip basmaları daha doğru olmaz mı?
Evet, bunlarla ilgili olarak Üstad bu eserlerin nasıl basılacağı ve nasıl dağıtılacağı hususunda her şeyi söylemiş. Bunu bilenler var. Bu kitaplardan gelecek gelirlerin nereye nasıl harcanacağını bilenler var.
Yani, ahiret var, hesap var, bence bir Nur Talebesi o tarz kazanılan parayla dünyada sefa sürmek için böyle bir şeye girişeceğini düşünmüyorum. O parayla safa süreceğini hafsalam almıyor zaten. Bence bu eserleri basanların hepsinin hizmet niyetiyle ve Allah’ın rızasını kazanmak için bu şekilde davrandıklarını düşünüyorum.
Ama bir araya gelinip bu meseleler konuşulabilir. Üstadın ortaya koyduğu fikirler tartışılarak en doğrusu bulunabilir. Üstadın fikirleri neleri kapsıyor, sınırları nelerdir? Tespit etmek mümkündür. Şu anda herkes konjonktüre göre, kendine göre bir yol bulmuş onda gidiyor. Bunun ne kadarı doğrudur? Veya doğru olanı nedir? Ortaya koymak gerekir.
Bu günkü konjonktürde bu söylenenler doğru gibi görünüyorsa da başka bir konjonktürde doğru olabilir mi? Yani bugün olsaydı Üstadımız falan konuda ne derdi? Bunları düşünmemiz lazım.
Bu meselelerin hepsi bahsettiğiniz sempozyumlar veya kongrelerle ancak mümkün olur diyorsunuz?
Evet, bu gibi meselelerde o tür kongreler çok işe yarar.
FARKLILIĞIN ORTAYA KONMASINA CEMAAT ENGEL OLMAMALIDIR
Peki Risale-i Nur prensiplerinin hayata geçirilişi ile ilgili olarak… Yani şu anda sadece Nur Talebeleri bu eserlerden faydalanıp hayatına yön veriyor. Diğer insanların, daha doğrusu insanlığın bu eserlerden istifade etmesi ve hayat prensibi halinde uygulaması için neler yapılabilir?
Risale-i Nur Hakikatlerinin hayata geçirilişinin temini hususunu soruyorsunuz. Bilemiyorum. Tabi bu soruyu biraz açmak gerek. Risale-i Nurların hayata geçirilmesi demek Kur’an’ın emirlerinin hayata geçirilmesi anlamına gelmektedir. Çok farklı bir şey değil. Risale-i Nurların hayata geçirilmesi demek. Dini hayatın bütün insanlığın hayatına hakim olması demektir.
Bizim farklılığımız yok mu? Var elbet ama herkes bizim farklılığımızda olması gerekmez. Farklı fikirlerin, farklı tarzların bir arada yaşaması Üstadımızın fikrine de uyar sanırım. Bu noktada bazı baskılar söz konusu mesela bu meselelerde cemaat baskısından da bahsetmek lazım.
Cemaat baskısını biraz açar mısınız?
Bazı insanlar kendileri hiç düşünmeden hareket ederler. Allah’ın kendisine verdiği aklı başkasının cebine koyarak hareket eder. Cemaat fertleri genelde böyle hareket ediyor. Akıllarını bir abinin cebine koyup öyle davranıyor. Bu da sadece bir şahıs anlayışı ile hareket anlamına geliyor ki, bu çok dar bir anlayıştır ve köreltici bir anlayıştır. Birlik beraberlik sağlıyoruz adı altında farklı fikirlere açık olmayan uygulamalar, tek tip patates üretmek gibi tek tipte adam yetiştirmek çok çok yanlış bir tarzdır.
Her insan kendi nevine mahsustur. Üstad diyor ya “hayvanların bir nevi insanın bir ferdine eşdeğerdir.” Yani, her ferdin bu hizmete katacağı bir şey vardır. Her ferdin söyleyeceği bir şey vardır. Her ferdin Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecellisine söyleyeceği farklı bir sözü vardır. Bu farklılığı ortaya koymasına cemaat engel olmamalıdır.
Şu anda cemaatlerde bu tür bir baskı var mı?
Elbette var. Ben de zaten onu anlatmaya çalışıyorum.
BÜYÜKLER GENÇLERİ ANLAMAYA ÇALIŞMALI
Peki bunun çözümü sizce nedir? Nasıl bir yol izlenmelidir?
Bunun çözümü ağabeylerimizin, büyüklerimizin bazı doğruları ifade edip ısrarcı olmaması. Gençleri de anlamaya çalışmaları lazımdır. Mesela ben üniversitedeki öğrencilerime bakıyorum. Benim çok çok önem verdiğim konular onları hiç enterese etmiyor. Hiç önemsemiyorlar. Birbirleri ile daha barışıklar, kişisel şeyler daha çok öne çıkıyor. Adap, davranış, arkadaşlık, biraz daha fedakarlık, doğruluk, dürüstlük vasfı, mesela ders notlarının paylaşılması gibi vasıflar öne çıkıyor.
Eskiden beri dershanelerimizde süregelen havayı değiştirmeliyiz. Çocuklarımız için oraları birer hapishane olmaktan çıkarmalıyız. Yani bizim dershanede kaldığımız zamanki gibi devam ettirilse bugünkü gençlik için hapishane gibi olur.
Ama öyle olmadığını görüyoruz. Bir çok dershanemiz bugün daha modern bir şekle dönüştürülmüş. Fakat bu yeterli değil bazı önlemler alınabilir. Mesela hafta sonları öğrenciler maça gitmek istiyor. Maç seyretmek istiyor. Çoğu yerde ben biliyorum izin verilmez. Oysa değişik çevrelere bu öğrencilerimizin girip çıkması lazım o çevreleri tanımak, öğrenmek açısından çok önemli buluyorum.
At gözlüğü takmış gibi bir çok şeye kapalı olarak, dünyanın ve medeniyetin nimetlerinin çok azını tanıyarak bilerek dini bir hayatı yaşaması var. Bir de etrafı 360 derece görerek, öğrenerek yaşaması var. Bu ikinci kısım daha iyi yetiştirir. Ben inanıyorum ki, bu ikinci şekilde eğitmek daha fazla gelişmelere vesile olacaktır.
Allah’a inanan ve Allah’ı tanıyan kişinin bilgisinin, görgüsünün ziyade olması onun daha şuurlu ve daha bilinçli hareket etmesini sağlar. Ve göz önünde olmasını sağlar. Göz önünde olmasının da hizmetimiz açısından faydası var. Gözden kaçmak ve görünmez olmak fayda sağlamaz. Madem biz hakız, doğruyuz öyle ise göz önünde olmak lazım.
Ta ki, diğer insanlar onun her halinden ve yaşantısından istifade etsinle öyle mi?
Tabi tabii!.. Mesela başörtüsü yasağı çıktığında başörtülü kızlarımıza okulu bırakmaları tavsiye edildi. Ben bir hoca olarak bu fikre son derece şiddetle karşı çıktım. Bu konuda bir çok abiyle bayağı tartışmalarım oldu. Mesela ben öğrencilerime şunu diyordum. “Bakınız!.. Başörtüsü dinin temel esaslarından değil, iman hakikatlerine bakın başörtüsü var mı? Yok!.. Ama şeair-i İslamiyedir bu. Bu başörtüsü elbette takılacak, okul içinde takılmaz ise okul dışında takılacak, çünkü bu bir İlahi emirdir. Biz bu kızlarımızı üniversitelerden uzaklaştırırsak, bunlar görünmeyecek yerlerde dolaşırsa bunların vermek istediği mesajı kim nerede nasıl görecek? Bu insanlar hayal olacak, erişilmez insanlar olacaklar. Tamam derse girerken açmış olacaklar. Günaha girecekler ama sair vakitlerde de hizmet etmiş olacaklar. Diğer gençlere bu mesajları verme imkanları olacak. Siz okuldan uzaklaştırınca bu gençlerimizi diğer gençlerden koparıyorsunuz. Onlara bu hakikatleri anlatacak insanları onlardan uzaklaştırmış oluyorsunuz. O zaman kim gidip onlara bu hakikatleri anlatacak?” diyordum.
Yani “bu hizmeti ifa ederken zaman olur ki, ahiretini de feda edecek fedakarlara ihtiyaç olur. Gerekirse ahireti de feda etmek lazım?” diyorsunuz?
Bunu ben demiyorum Üstad diyor biliyorsunuz. Ama Allah bu yapılanları görüyor. Orada problem yoksa feda da olmaz bana göre. Feda etmiş gibi görünür ama o feda olmaz Allah affeder diye düşünüyorum.
Hatta gece eve gidip bu günahtan dolayı gözyaşları dökmelerine de vesile olur. Allah’a sığınma daha fazla olur. Günahtan sonra pişmanlık durumu onların daha fazla Allah’a sığınmalarına neden olur. O nedenle ben fazla kayıplarının da olacağını düşünmüyorum. Daha da fazla rızaya vesile olur diye düşünüyorum. Günah işleyince, tövbe edelim, hasta olunca şifa bulmak için çare arayalım ve Allah’a sığınalım. Değil mi?
Bu konularda ehil olanların konuşması ve meseleleri tartışması lazım…
Haklısın. Ben bu konuda tavrımı net bir şekilde ortaya koymuştum, şimdi de aynı düşüncedeyim. Ben kendi aklımla şöyle bir mantık geliştirdim. Diyorum, “Mesela beş vakit namaz farzdır, bunun üçünü kılıp ikisini kılmasa hiç kabul olmaz mı? Olur. Bir kız öğrenci mecburdur. Evden başörtülü okuluna kadar gidiyor orada başını açıyor içeri derse giriyor tekrar dışarı çıkınca başını örtüp evine geliyor. Hayatın belli bir zamanında açıyor ve kapatıyor. Emri biraz eksik yerine getiriyor. Başörtüsü namus meselesi değil ki, yani başını açınca namus gidiyor mu? Hayır.”
Yani biraz günaha girmiş oluyor. Eee!.. Namaz kılmayan da günaha girmiş oluyor. Ama neticede Allah yaptığı kısmı kabul ediyor. Yapmadığını da umarız ki, affeder. “Ya hep ya hiç” yok bizim dinimizde, gücümüzün yettiği kadar yaparız gerisi Allah’a kalmış.
Hem okula gitmediği takdirde eğitimini tamamlamayacağından cahil dindarlar durumuna düşecekler değil mi?
Evet, zaten biraz da amaç o. Bu kızlarımızın cahil kalması ve iyi evlatlar yetiştirememesidir. Ben o nedenle kadınların eğitiminin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bizim toplumumuzda bir erkek hakimiyeti varsa bu annelerin cahiliyetinden kaynaklanıyor. Kültürlü ve eğitimini almış annelerin çocukları daha bir kabiliyetli ve daha mükemmel yetişiyor. Baba ne olursa olsun!. Baba ne olursa olsun!.. Anne iyi değilse çocuk da iyi değildir. Ama tabi baba çocukları anneye teslim etmeli ve ona güvenmelidir. Onlar çok iyi beceriyorlar.
Zaten ben inanıyorum ki, bu durumlar düzelmeye doğru gidiyor. Çok geçmez bir iki seneye bu problem de biter inşallah.
RİSALE HABER GİBİ BİR SİTEYE ÇOK İHTİYAÇ VARDI
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Son olarak şunları söylemek istiyorum. Risale Haber sitesinin bu şekildeki yayın anlayışından çok hoşlanıyorum. Çok güzel hizmetlere vesile olacak diye düşünüyorum. Nur talebelerinin birbirlerinden haberdar olmaları ve birbirlerinin faaliyetlerini öğrenmeleri çok önemlidir.
İlk defa duyduğumda çok memnun kaldığımı ifade etmiştim. Bu şekilde bir haber kanalına çok ihtiyaç vardı. Dolayısıyla bu vesile ile de sizlere ve Risale Haber ekibine başarılar diliyorum. Kolay gelsin diyorum.
***
I. BÖLÜM:
Prof. Dr. Eşref Edip Keha Kimdir?
1949 yılında Bolu’da doğdu. Babası kütüphane memuru idi, Eşref Edip’in kitabından fazla etkilenerek oğluna bu ismi koydu.
1961 yılında ilkokulu bitirdi ve parasız yatılı olarak İstanbul Kadıköy Maarif Koleji'ni kazandı. 1968 yılında bu koleji bitirerek Ortadoğu Teknik Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümüne girdi ve 1972 yılında da oradan mezun oldu.
Öğrencilik yıllarında Risale-i Nurlarla tanışma imkanına kavuştu. Zaten kendisi dindar bir ailenin çocuğu olduğundan Risale-i Nurları tanıması ona kuvvetli bir iman kazandırıp, hizmet etme aşk ve şevkini arttırırmıştır.
Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde o yıl açılan asistanlık imtihanını kazanarak 1973 yılında Fen Fakültesi Kimya Bölümünde asistan olarak göreve başladı. O yıllarda Kimya Bölümünde yeteri öğretim üyesi olmadığından, Tıp Fakültesinin Biyokimya kürsüsünde Prof. Dr. Münip Yeğin’in (Abdullah Yeğinin abisi) yanında 1976 yılında doktorasını tamamladı. Bu arada Kimya Bölümü ve Tıp Fakültesi öğrencilerine ders verdi. 1982 yılında da doçent oldu.
1988 yılı Aralık ayında da Profesörliğe yükseltildi. 1989’da (Trabzon) Karadeniz Teknik Üniversitesi’nden kendisine yapılan teklifi kabul ederek Tıp Fakültesi, Biyokimya Anabilim dalına başkan olarak atandı. Halen aynı anabilim dalında öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 20 civarında yüksek lisans ve 15 civarında doktora ve tıpta uzmanlık tezi yönetmiş olup, Türkiye'de biyokimya alanında en çok tavsiye edilen biyokimya ders kitabını Prof. Dr. İrfan Küfrevioğlu ile birlikte telif etti. Evli üç çocuk babasıdır.
DAHA ÇOCUKKEN SAİD NURSİ’YE HAYRANLIK DUYARDIM
Risale-i Nurları ve Bediüzzaman Hazretlerini ilk defa nerede duydunuz, ne zaman ve nasıl tanıdınız?
Ben dindar bir aileden geliyorum. Babam rahmetli kütüphane memuru idi. Beş kardeştik. O dönemde memur olmanın çevrede saygınlığı vardı. Memurlar toplumun en kültürlü insanları idi. O nedenle evimize devamlı gazete gelirdi. Önceleri bizim evde günlük gazete okumak bir adetti. O nedenle ben de her gün gazeteyi okurdum.
Çocukluk yıllarında hatırlıyorum. Gazetede Üstadın haberleri çıkardı. İşte “Said Nursi şuraya gitti, şunu yaptı” diye haberler çıkardı. Dediğim gibi biz dindar bir aile olduğumuz için onun haberlerini duyunca içimden bir hayranlık duyardım. İsmini duyduğum zaman içime bir heyecan gelirdi. Hem babam ehl-i tarikata mensup idi. Esad Efendi Hazretlerinin halifesi vardı Bolu’da ona bağlı idi. Onunla sürekli irtibat halindeydi. Bizi de onun yanına götürürdü. Ramazan aylarının yarısını onun evinde geçirirdik. Yani böyle bir ortamda büyümüştük. O nedenle Üstadın mücadeleleri ile ilgili haberleri duyunca içten içe bir heyecan duyardım. Bugün bile o heyecanımı hatırlıyorum.
İstanbul’a eğitime gittiğim yer dejenere bir ortamdı. Maarif Koleji şimdiki adıyla Kadıköy Anadolu Lisesi’nde okudum. Yedi yıl orada eğitim aldım. Allah yardım etti sınıfta benden başka benim gibi dindar aileden gelen iki öğrenci daha vardı. Onlarla aynı odada kalıyorduk ve namazlarımızı terk etmedik. Birlikte kılıyorduk. O arkadaşlarım da okuyup ikisi de profesör oldular.
Daha sonra ben ODTÜ Üniversitesine gittiğimde de namazımı bırakmadım. Orada da yine Allah yardım etti üç arkadaş bir araya gelebildik. Bir odada kalıyorduk. Daha sonra duyduk ki, 312. odada birkaç öğrenci ağabeyler birlikte namaz kılıyor ve tesbihat yapıyorlarmış. Hepsi Nur Talebesi değil ama birlikte hareket ediyorlardı.
Kulakları çınlasın Kayseri’li Bekir Mutlu (Ali Mutlu’nun kardeşi) ODTÜ İnşaat Mezunudur. Ömer Rıza Akgün, Kütahya’da Rektörlük yapmıştı, o da vardı. Bir de Rahmetli Selahattin Yeşilyurt, o yurtta kalmazdı da dışarıdan gelir giderdi. Bunlar bizleri sohbetlere davet ediyorlardı.
Ben ilk defa 1969’da yurtta kalırken Risale-i Nur sohbetine gittim. Ankara’da Yıldırım Beyazıt’ta Nur Apartmanı vardı. Dışkapı civarında daha sonra bu irtibatımız devam etti hafta sonları mutlaka derse giderdik. Guruplar halinde yapılan seyahatlere katılıyorduk. Mesela bir defasında İstanbul’a gitmiştik.
Risale-i Nurları yeni tanımış olmamıza rağmen heyecanlı idik. Şevk doluyduk, boş zamanlarımızda hizmetle ilgileniyorduk. Hatta daha yeni Risale-i Nurları tanımış olmama rağmen o günlerde Bolu’da bir de dershane açtık. O dönemde çok fazla boykotlar olurdu, sık sık okul kapanırdı. Biz de o boşluktan yararlanarak hizmetle ilgileniyorduk. Rahmetli Muzaffer abi vardı. O sık sık geliyordu. İstanbul’da bir arkadaş vardı. Yıldız’da öğrenci idi daha sonra profesör oldu. O da gelirdi. Sadi Karaman diye bir arkadaş vardı Ziraat Teknikeri. Çanakkale Bigalı o arkadaş da gelirdi. Üçümüz birlikte bir dershane açtık. Yerde bir iki kilim vardı. Duvarlarda saman yastıklar vardı. 150 lira kirayla bir ev tutmuştuk ama o kirayı bile denk getiremiyorduk. Böyle başladı Nurculuğumuz. Yani ODTÜ’de öğrenci iken tanımış olduk.
RİSALE-İ NURU TANIMAM İNANCIMA BİR İSTİKRAR VE GÜVEN KAZANDIRDI
Risale-i Nurları tanımanız sizin dünyanızda maddi olsun manevi olsun ne gibi değişikliklere neden oldu? Hayatınızda bir değişiklik oldu mu?
Dindar bir aileden gelmiştim ama gidip Kadıköy Anadolu Lisesinde kozmopolit bir ortamda yedi yıl okul okumuştum. Yani, İstanbul’da yabancı dilde eğitim yapan üç kolejden biriydi. İngilizce eğitim alıyorduk. Okulda, diğer okullara göre önemli sayıda ekaliyete mensup öğrenciler vardı ve biz onlarla gayet iyi geçiniyorduk. Avrupai bir ortamdı. Mesela yedi yıl boyunca bir kez hoparlörden Türk müziği çalınmadı. Hep batı müziği dinletiyorlardı. Bir hocamız Türk müziğine “meyhane müziği” derdi. Hiç hazmedemezdi. İşte böyle bir ortamda yetişmiş gelmiştim ve böyle bir mazim vardı.
Ayhan Songar’ın asistanı bir arkadaşım vardı. Cerrah Paşa’da Prof. Dr. Müfit Uğur isminde. Babası Hasan Tahsin Uğur bey, yaşlı bir zat. Bu zat İstanbul’da İlim Yayma Cemiyetinin Başkanlığını yapmıştı. O günlerde İslami hizmetlerle uğraşan kurumların en önemlisi idi. O zaman politik ayakları da yoktu. Şu anda İlim Yayma Vakfı diye devam ediyor.
Bu arkadaşım bize evden seccade getirmişti. Biz de yatılı okulda namazlarımızı o seccadede kılardık. Ama kimseye göstermezdik, çaktırmadan kılardık kimse dindar olduğumuzu bilmezdi. Açıklasak izahı çok güçtü çünkü ortam hayli kötü idi. Fakat ona rağmen Ramazanlarda iftar yemeği çıkardı, sahur verilirdi, 400-500 kişilik okulda 40-50 kişi de oruç tutardı. Böyle de bir yönü vardı. Hocalarımızdan teravihe gidenler olurdu. Biz de ciddi bir şekilde teravihe giderdik.
O nedenle Risale-i Nuru tanımam benim inancıma bir istikrar ve güven kazandırdı. Hizmet etme şevki verdi. Ben, Risale-i Nurun ne olduğunu, tam olarak ne istediğini anlamadan ortamın muhabbetine katıldım. Kendimi bir cengaverler ekibinin içinde buldum. Bir cemaat pisikolojisi içerisinde böyle bir vasıf kazanmış oldum. Olumsuz ve kötü alışkanlıklar yerine hayırlı işler yapma alışkanlığı kazandım. Yani beni o cemaat her türlü kötü davranışlardan korumuş oldu ve hizmet etmeme vesile oldu.
Bir başka güzel tarafı ailede bizi takip edenler bizde oluşan bu güzel hasletleri taklit etmeye başladılar. Mesela biz beş kardeşiz beşimiz de bu sayede Risale-i Nurlardan nasiplendik. Hepsi de dindar ve namazında niyazında insanlarsa ve bunların çocukları da aynı şekilde dindar iseler ki öyledir, bunda Risale-i Nurların payı büyüktür.
MEHMET KURDOĞLU YALNIZ BIRAKMAMAK İÇİN BİZİMLE BERABER HAPSE GİRDİ
O tarihlerde sizler bir çok yerde ilk defa hizmeti başlatıyordunuz. Bolu’da dershane açmanın dışında ne gibi hizmetler, ne tür çalışmalara katılıyordunuz?
O günlerde gençtik ve çok heyecanlıydık. Mesela 1971’de ortam çok hareketli idi işte 12 Mart muhtırası var, okullarda terör olayları var. O günlerde bir kısım insanlar dağa çıkmışlardı askerlerle çatışma içine girmişlerdi. Muteyakkız bir durumdaydık kriz dönemiydi.
19 Mayıs münasebetiyle iyi hatırlıyorum, piknik düzenlemiştik: Nevzat Tarhan da o zaman öğrenci idi. O da pikniğimize gelmişti. Dershanemiz açıktı. Devamlı hizmetle ilgileniyorduk. O günlerde birkaç arkadaş Bolu’nun bir iki köyüne gittik orda bazı insanlar bizi görünce şüphelenmişler, şikayet etmişler. Tam köyün ortasında, kahvesinde Risale-i Nurları okurken baskın yaptılar aldılar bizi götürdüler. Bir arkadaşla beraber ikimizi tutukladılar.
O günlerde bizim Bolu’daki bu hizmetlerimizi yakından takip eden Mehmet Kurdoğlu abi vardı. Bizi yalnız bırakmamak için o da geldi bizimle beraber hapse girdi. Üç kişi Bolu hapishanesinde 65 gün kaldık.
AVUKATIMIZ BEKİR BERK’Tİ AMA O DA TUTUKLANMIŞTI
Mehmet Kurdoğlu abi orada olmadığı halde hapse nasıl girdi? Yani kendisini şikayet ederek mi yakalattı?
Öyle bir şey olmuştu. Onun gelip bizimle kalması bize çok faydası oldu. Biz iki gençtik kuvve-i maneviyemiz kırılabilirdi. O bize manevi kuvvet oldu. Biz oradayken bir keresinde Avukat Bekir Berk abi geldi, yanında Necmettin Şahiner vardı. Bizi bir odaya aldılar orada konuştuk, dertleştik. Bekir abiye vekaletnamemizi verdik. Necmettin abi çok duygusal bir insandır. Bizim oradaki halimizi görünce dayanamadı ağladı bizi de ağlattı.
Bizim davalar devam ettiği zaman bir duyduk ki, Bekir abi de yakalanmış İzmir’de. Fetullah Hoca ile birlikte içeri almışlar. Böylece avukatımız da gitmiş oldu. Bizi savunan da kalmadı.
Babam bu duruma çok üzülüyordu. Ben ODTÜ Kimya Mühendisliğini kazanmışım önemli bir bölüm, o zaman bugünkü elektrik elektronik bölümü gibi popüler bir bölüm. Ona da üzülüyor.
Herneyse, orada bir hakime hanım vardı. Bizi sorguya aldığında kendisine Risale-i Nur okuduğumuzu, Risale-i Nurların ise imandan Kur’andan bahsettiğini, Allah’ın varlığını birliğini, meleklerin varlığını, ahiretin geleceğini ispat ettiğini bir iki saat kadar anlattım izah ettim. O arada adli tatil başladı, Temmuz ayına girmiştik. Okulumuz dediğim gibi boykotlardan dolayı Mart ayında kapatılmıştı. Ama Temmuzun 26’sında da açılacaktı. Adli tatil Eylüle kadar devam ederse bizim okula gitmemiz mümkün olmayacaktı.
BİZİ TAHLİYE EDEN HAKİME HANIMIN RİSALE-İ NUR İLGİSİ
Bu hakime hanım 20 Temmuz’da adli tatil başladığında nöbetçi kalmıştı. Kimse kalmayınca o yetkisini kullandı ve bizi bir hafta sonra tahliye etti. Güzel bir tevafuk oldu. Hem okulumuzdan olmadık hem de hapisten kurtulmuş olduk.
Daha sonra öğrendik ki, bunun abisi de Hukuk Fakültesinde okurken bu meseleleri ona anlatırmış. Ben de aynı konuları anlatınca çok hoşuna gitmiş. Giresunlu bir hakime idi. Ayrıca kendisi de bir Nur Talebesinin evinde kiracı imiş. Meğerse oturup arkada bizi konuşurlarmış. O ev sahibi sonradan anlatmıştı. Demişti “benim ona anlatmamdan sonra oturup odasında bir saat ağlamış.” Yani, nerden nereye… Biz köylere hizmet götürürken gelip bir hakime hanıma bu hakikatleri anlatma imkanı bulmamız Allah’ın bir inayeti.
Çok önemli tevafuklar peş peşe gelmişti. Çok sıkıntılı olduğumuz bir anda, her şeyin bittiğini düşündüğümüz bir durumda birden her şey lehimize döndü. Söz gelmişken burada bir konuya değinmek istiyorum. Hayatım boyunca Risale-i Nurlardan dolayı hiçbir sıkıntım olmadı. Aksine hep ondan faydalandık.
Ben üniversiteyi bitirdiğimde haliyle üniversiteyi bitirenlerin sayısı çok azdı. O nedenle herkes her işle ilgileniyordu. Ders yapılacaksa biz yapardık, makale yazılacaksa biz yazardık, kitaplar satılacaksa biz satardık yani her işe herkes koşardı. Hatta biz üniversiteye girdiğimizde de bilim adamı olmak için girmemiştik, hizmet için girmiştik. Ama zaman geçti şartlar çok değişti. Artık her işi farklı kişilerin yapacağı arkadaşlar hizmete koşmaya başladı.
RİSALE-İ NUR’U BİLMEDEN HİZMET DE OLMUYOR
Hatta farklı işleri yapacak kurumlar bile kuruldu değil mi?
Evet, çok gelişti ve hizmet paylaşımı oldu, şimdi herkes kendi yapabileceği işini yapıyor. Elhamdulillah.
Anlattığınız yıllar üniversitelerde solun hakim olduğu yıllar idi. Fikri anlamda onlarla ikili tartışmalarınız oluyor muydu?
Doğrusu ben üniversitede okurken yurtlarda falan pek bulunmadım. Dershanede kalıyordum. Hem onlar çok güçlüydüler, terör estiriyorlardı, dolayısıyla onlardan açıkçası korkuyorduk. Bizi döverler diye çekiniyorduk, açılamıyorduk. Hem sürekli boykot falan oluyordu, hem bizim henüz yeni yeni öğrenme dönemimizdi. Bir anda da okulu bitirmiştik. Onun dışında dershanemize gelen öğrenciler olduğunda onlarla tartışmalarımız olurdu. Daha doğrusu anlatımlarımız olurdu.
Ama güzel hizmetler etmişsiniz ki, bugün bu kadar gelişme göstermiş…
Evet. Risale-i Nur’u bilmeden de olmuyor tabi. Yeni yeni öğreniyorduk derken tüm külliyatı kastediyorum. Yoksa meramımızı anlatacak kadar bilgi sahibi olmuştuk. Doğrusu o dönemde hizmet ön plandaydı. Bilip bilmemek pek aranmıyordu. Yeter ki okuyabilen biri olsun, anlatan biri olsun kafi idi.
BEKİR BERK ŞEVK DOLU BİR İNSANDI
Daha sonra mahkemeniz nasıl sonuçlandı?
Mahkememiz 73-74 yıllarına kadar devam etti. Sonra beraat ettik. Bu arada Bekir Berk ağabeyler de tahliye olmuştu. O da birkaç kez mahkememize gelip katıldı. O zaman başka yerlerde de çok mahkemeler vardı. Ben Bekir abi ile birlikte çok seyahat ettim, mahkemelere katıldım.
O seyahatlerden aklınızda kalan unutamadığınız hatıranız var mı?
Bekir abi ile birlikte yaptığım seyahatlerde hiç unutamadığım bir hatıram şuydu. Bekir abi hiçbir zaman şoföre “sola dön” demezdi. “Sola vur” derdi. Sağa ise “dön” derdi. Bir de marş söyleme geleneği vardı. Seyahatlerimiz de bol bol marş söylerdik.
Mesela “Biz Kur’an’ın hadimleri pür imanlı ve zindeyiz”i çok söylerdik. Mehter marşlarının cümlelerini Bekir abi değiştirirdi, uyarlardı, onları söylerdik. Şevk dolu bir insandı. Zaten kısa süre sonra da 1974 yılında karar verdi ve Arabistan’a gitti.
Bekir abinin bende şöyle bir hatırası da var. Biliyorsunuz Bekir abi Orduludur. Benim kayınpeder de Fatsalıdır. 1960’lı yıllarda Risale-i Nurları tanımış. Bekir abi Ordu’dan geçecekse mutlaka gelir kayınpederin evinde misafir kalırmış. Benim kayınpeder Risale-i Nurları Ahmet Tahir Satıoğlu isminde bir doktor aracılığı ile tanımış. Ahmet Satıoğlu emekli bir profesördür. İzmir’de ikamet ediyor ve Cumhurbaşkanımızın da dayısıdır. Fatsa’da genç esnaf arasında dini hizmetlerde büyük emeği geçmiş bir insandır, Kur’an kursu açıp gençlerin dinine imanına hizmet etmiş bir doktor imiş.
Bekir abi ile ilgili bir hatıra anlatmıştı bizim kayınpeder. Bir gün bu doktorla birlikte gelip kalmışlar. Aynı odaya koymuş kayınpeder ikisini. Odada da iki ranza var. İkisi de aynı seviyede yatarken Dr. Ahmet abi demiş “ben Bekir abi ile aynı seviyede yatamam” yerde yatmış. Bu seviyede Bekir abiye sevgisi ve saygısı olan bir insan.
(Devam edecek)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.