Dağlar 'sayfalarımızı oku' diyorlar
Günün Risale-i Nur dersi
Bismillahirrahmanirrahim
Dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar "Sayfalarımızı da oku" diyorlar.
O da bakar, görür ki:
Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Meselâ, dağların zeminden emr-i Rabbânî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dahiliyeden neş'et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek, zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlerini bozmuyor.
Demek, nasıl ki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve muvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de, dağlar, zemin sefinesine bu mânâda hazineli direkler olduklarını, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan, “Dağları direk (yapmadık mı?)” (Nebe' Sûresi: 78:7) gibi çok âyetlerle ferman ediyor.
Hem meselâ dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi menbalar, sular, madenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmâne ve müdebbirâne ve kerîmâne ve ihtiyatkârâne iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki, bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadîrin ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîmın hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler diye anlar.
Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahranın umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri Lâ ilâhe illâ Hû tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, "âmentü Billâh" der. (Şualar Ayet-ül Kübra sh. 105)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
SAHRÂ : Büyük çöl, geniş saha, kır, ova
SEYAHAT-I FİKRİYE : Fikir seyahati.
AZAMET : Büyüklük.
HİKMET : Felsefe, ilim; gayeli olma, faydalılık.
ZEMİN : Yer; yüzey, satıh.
EMR-İ RABBÂNÎ : Allah'ın idâre ve terbiye eden işi, emri.
İNKILÂBAT-I DAHİLİYE : İç değişiklikler.
NEŞ'ET : Çıkma, doğma, meydana gelme, kaynaklanma, yetişme.
GAZAB : Hiddet, öfke, dargınlık, kızgınlık.
TESKİN : Yatıştırma. Sakinleştirme.
MENFEZ : Delik, açıklık, aralık, çatlak.
TENEFFÜS : Nefes alma, soluklanma.
ZELZELE-İ MUZIRRA : Zarar verici deprem.
SEKENE : Sâkinler, kalanlar, oturanlar, meksûn olanlar.
SEFİNE : Gemi.
VİKAYE : Ayakta tutma, koruma, sahip çıkma.
MUVÂZENE : Ölçülülük, dengeli olma; tartma, ölçme, düşünme, karşılaştırma.
MUHÂFAZA : Korumak.
SEFİNE : Gemi.
FERMÂN : Emir, buyruk, tebliğ.
MENBÂ : Kaynak, merkez.
HAKÎMÂNE : Her şeyi belli bir gaye ve fayda gözeterek yaparak.
MÜDEBBİRÂNE : Müdebbir olana yakışır şekilde, tedbirlice, her işi önceden ayarlayarak, dikkatlice geleceği düşünerek.
KERÎMÂNE : Cömertçe, bol ihsan ile.
İHTİYATKÂRÂNE : İhtiyatlı, dikkatli bir şekilde.
İDDİHAR : Biriktimek, toplamak, depolamak.
İHZAR : Hazırlamak.
İSTİF : Düzenli bir şekilde yığmak, dizerek depolamak.
BİLBEDÂHE : Açıklıkla, açıktan, meydanda olarak, besbelli, ap açık bir şekilde.
CEVHER : Asıl,maya, öz, temel, kök, kıymetli taş.
İHTİYÂTÎ : Tedbirlilik. Yedeklik.
ŞEHÂDET : Şâhitlik
ÂMENTÜ BİLLÂH : Allah'a îmân ettim.