Darbecilerin yalanı: Nurcu bir öğrenci bile vardı

Darbecilerin yalanı: Nurcu bir öğrenci bile vardı

27 Mayıs günleri Gezi parkı etrafında cereyan eden olaylarla paralellikler gösteriyor

Risale Haber-Haber Merkezi

Star yazarı Cemil Koçak, “27 Mayıs'ın ruhunu hala sürdürenler” olduğunu söyledi. Koçak, 27 Mayıs ile ilgili o günlerde yapılan propagandaları ve yorumları aktardı. Koçak’ın yazısında hatırlattığı o 27 Mayıs günleri Gezi parkı etrafında cereyan eden olaylarla paralellikler gösteriyor.

Koçak’ın yazısı şöyle:

Bazen tarihsel yıldönümleri sadece yıldönümü olmaktan çıkar; geçmişin ruhu yeniden toplumun üzerine çörekleniverir; unutulmuş sanılanların içimizde yaşadığı alenen ortaya dökülür.
 
27 Mayıs’tan hemen sonra yayınlanan propaganda broşürlerinde yazılanları hatırlayınca, içinde bulunduğumuz şu günlerde bunlardan bazılarını sizlerle paylaşmak istedim. Neredeyse elli yıl önce yazılanların ve söylenenlerin günümüzle bir ilgisi var mıdır diye de sormadan edemedim.

Millî Türk Talebe Birliği’nce yayınlanan bir propaganda broşürüyle başlayalım isterseniz; darbenin nedenleri şöyle sıralanıyordu: “Lüzumundan fazla memleket gerçekleriyle bağdaşamayan bir yatırım politikası” “halkın geçimi”ni güçleştirmişti. “İdarecilerden şikâyet başlamıştı. Muhalefet partileri idarecileri” eleştiriyorlardı. DP iktidarı, “tenkit müessesesini susturmak ya da kendi emirlerine tâbi bir kuruluş haline getirmenin yolunda gidiyordu.” DP, “baktı olacak gibi değil; Atatürk devrimlerinin gerici unsurlar tarafından zedelenmesini el altından kolaylaştırdı. Din, ellerinde iki taraflı keskin bir bıçaktı. Halkı aldatmada, muarızlarını [karşıtlarını] halkın gözünde küçük düşürmede hep bu iki taraflı bıçağı kullandı.”

Aydınlar hor görüldü

Eminim bu satırları yakın bir zamanda bir yerlerde okuduğunuzu ya da işittiğinizi hatırladınız; ama devam edelim: DP iktidarında “aydınların hor görülmesi; bilimin küçümsenmesi çok hızlanmıştı.” Bir iktidarı darbe ile devirmek için bunlar elbette yeterliydi! Fakat iktidar bununla da kalmamıştı: “Devlet müesseselerine [kuruluşlarına] idarelerin sağlam bünyesini kemiren rüşvet, iltimas, adam kayırma, dalkavukluk gibi medenî hayat kaidelerine [ilkelerine] aykırı düşen kaideler ve âdetler sinmişti.” Yani özetle: “Her şey kötü oluyordu.” Hatta “dış politikada buna benzer güçsüzlükler ve yetersizlikler vardı.” Durum o kadar kötü ve vahimdi ki, “Türkiye’de her şey 19 Mayıs 1919’daki gibi baştan kötü olmuştu.” Elbette “kurtulmak gerekiyordu bunlardan.”

Seçimde hile oldu

Ama nasıl? “Halk da kurtulmak istiyordu. Seçimle bu kötü idarecileri başlarından uzaklaştırma fırsatını bulacaklarına inanıyorlardı; fakat seçim müessesesinin emniyeti yoktu.” Neden derseniz; iktidar, “seçim hileleriyle millî iradeyi yanıltmıştı.” Bununla da yetinmemişti iktidar: “Halkın tek dinleme aracı olan radyo, yalnız iktidar partisinin bir taraflı propagandasını yapıyor, millî birliği, millî görgüyü yıpratıyordu. Radyodan muhalefetin sesi duyulmazdı.” Radyodan yararlanamayan muhalefet basına yönelebilirdi; ancak bu da önlenmişti. Nasıl mı? “Gazeteler, muhalefetin fikirlerini yaymamak için kâğıtsızlık, ilânsızlık baskılarından başka, çok kötüye kullanılan bir tekzip müessesesiyle de karşı karşıya kalmışlardı.” Elbette “Mecliste de murakabe [denetim] imkânı yoktu.” İktidarın tek bir amacı vardı: “Muhalefeti ortadan kaldırmak, memlekette tek parti diktatörlüğünü baştan kurmak.”

‘idarecilerin kirli hayatları’

Sadece bu kadar da değil; “Bütün bu hukukî sebeplerin arkasında idarecilerin süflî [alçak; bayağı] ve kirli bir hayatları vardı.” Onlar “millet malını çalıp, bir devlet adamına yakışmayan hayat sürürlerdi.” İşte bütün bunların sonucunda “artık bu tiranlardan kurtulmak Türk milleti için millî bir vazife haline gelmişti.”

Atatürkçü “aydınlar kitlesi”

İktidarı devirmek için “bütün bir aydınlar kitlesi çok kuvvetli ve cesur bir mücadeleye girişmişti; bu mücadeleyi DP, takviyeli polisle, hatta askerle bastırmak istiyordu.” Daha da ötesi; “Batı demokrasileri” ‘güvendikleri müttefiklerinin’ içinde bulunduğu bu durumu endişeyle izliyordu. En önemlisi “Türk gençliği, diktatöre kafa tutuyordu; çünkü onlar ve Türkiye’de genç nesil, mücadelelerinin bütün ilhamını Atatürk’ten alıyorlardı. Atatürk eserini gençliğe emanet etmişti. Yine Atatürk, Cumhuriyeti emanet ettiği Türk gençliğine vazifelerinin ne olacağını çok özlü bir nutkunda anlatmıştı: “Memleketi idare edenler, gaflet, delâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.”

“Emanet” korunmalıydı

Gençliğe gelince, o “kendisine verilen emanetin nasıl korunacağını çok iyi biliyordu. Çünkü, ilk, orta ve yüksek öğrenimlerde gerçek Atatürkçü öğretmenlerin verdikleri Batıcı bilgilerle yetişmişlerdi.” Bunun sonucunda, “Bilhassa üniversite ve yüksek okullarda profesörler” öğrencilerine hürriyetin önemini anlatıyorlardı. Nihayet “üniversite öğrencilerinin polise, iktidar mensuplarının totaliter düşüncesine mukavemeti [direnişi] baş göstermişti. Hürriyet için şehit olan genç öğrencilerin, kamplara sürülen öğrencilerin sayısı oldukça çoktu. İçeride Türkiye çok zayıflıyordu.” Hatta hatta “Batılı müttefiklerin güvenilir ve kuvvetli Türkiyesi, iç politikada büyük bir buhrana [krize] sürüklenmeye başlamış; dış politikada inisiyatifini elinden kaçırmış”tı. Daha da vahimi; “belki çok büyük bir ihtimal, hürriyetsizlikler, haksızlıklar, ahlâksızlıklar, Türkiye’de bir iç harbin doğmasına” neden olacaktı.

Ya Avrupa basını ne diyor?

Broşürde bu soruya  da yanıt var elbette: “Avrupa ve dünya basını, bu ihtilâli, ‘asil ihtilâl’, ‘centilmen ihtilâl’ diye adlandırdı.” Çok şükür, yazara göre, 27 Mayıs’tan sonra ‘Türkiye kaygısız, korkusuz, mesut insanların memleketi’ oluvermişti birden bire. Artık ‘iyiye, doğruya, güzele’ doğru koşuyordu!

‘MÜNEVVER İHTİLÂLİ’

Dönemin sosyal politika uzmanı Prof. Orhan Tuna, 27 Mayıs’ı “münevver [aydın] ihtilâli” olarak tanımlıyordu; ihtilâl yalnızca “münevver zümre”ye mal edilmeliydi. Çünkü, “son on yılın hâdiselerini [olaylarını] hatırlayanlar, sâbık [eski] rejimin en çok manevî kıymetler üzerinde oynadığını, münevver zümreyi manen ve maddeten imha ve tahrip etmek hususunda pervasızca tedbirler [korkmadan; çekinmeden önlemler] aldığını, hiçbir içtimaî [sosyal] sınıfın münevverler kadar ıstırap çekmediğini, bilâkis [aksine] halk yığınlarını avlamak  maksadıyla türlü imtiyazlara gidildiğini, başta din istismarcılığına geniş bir yer verildiğini, bundan sonra vergi politikası yoluyla sayı itibariyle kalabalık kütlelerin gönlünün kazanıldığını tesbit edeceklerdir.” diyordu.

SENCER DİVİTÇİOĞLU’NUN 27 MAYIS TAHLİLİ

Sencer Divitçioğlu, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin genç doçenti olarak, bir yandan 27 Mayıs’ı ve öğrenci hareketini alkışlıyor; diğer yandan da hareketin Marksist (kendi deyimiyle maddeci yöntem) açısından analizini yapmaya çalışıyordu. Ona göre; “bu, bir burjuva hareketi”ydi. Ama “atipik bir burjuva hareketi.” “Üniversite bütün kadrosuyla burjuvaziyi temsil ediyorsa”, bu koşullarda “üniversite herhangi bir sosyalist hareketin öncülüğünü” yapamazdı. 27 Mayıs, “burjuvazinin temsilcisi olan aydın orta sınıftan “üniversite gençliği[nden]- doğmuştu.” Ona göre, harekete katılanlar arasında, “liberal ya da müdahaleci burjuvalar olduğu gibi, sosyalist, Türkçü, Turancı öğrenciler de” vardı. “Hatta Nurcu bir öğrencinin elinde göz yaşartıcı bomba ile polislere saldırışı hâlâ öğrenciler arasında” anlatılıyordu. Sonuçta, “hareketi dürten, türlü yollardan tedirgin edilmiş burjuvazinin kımıldanışları olmuşsa da; bunu geliştiren, diktatörlüğe karşı başkaldıran çeşitli siyasal eğilimlerin işbirliği”ydi. “Bundan dolayı da, hareketin bir rengi mevcut değildi; ayaklanan üniversite öğrencileri, bir şeyi yapma uğruna değil, bir şeyi yıkma uğruna
savaş”mışlardı.

“Hürriyet avazeleri [sesleri], ‘katil Menderes’ ve ‘kahrolsun diktatörler’ sloganları, ne liberalizmin, ne faşizmin, ne de sosyalizmin ortaklaşa güttükleri nihaî bir amaçtı.” Divitçioğlu’na göre, bütün bunlar, “olsa olsa çeşitli siyasal eğilimlere sahip öğrenciler tarafından harekette bir araç olarak kullanılmıştı.” Nitekim Divitçioğlu, 27-28 Nisan gösterileri sırasında, “Halk Partisi’nin ya da Millet Partisi’nin adlarını bile” işitmemişti. Ona göre “bu eğilimler saklıydı; ayaklanma araç olarak kullanılıyordu; yoksa amaç olarak değil.”

Belki bazı akademisyenler, Divitçioğlu’nun bu satırlarını okuyunca, yazdıkları ve söyledikleri her şeyin tarihe kaydedildiğini ve aradan geçen zamandan sonra çıkarılıp hatırlatılacağını hatırlarlar diye ümit ediyorum. Geçmişle yüzleşmeye pek meraklı olanların şu günlerde söylediklerinin ve yazdıklarının ilerideki yıllarda geçmişle yüzleşme başlığı altında hatırlanmasına ve hatırlatılmasına gerek kalmayacağını umuyorum; ama ben zaman zaman hayli iyimserimdir!