Değerli anlar

Zaman olur ki acılar içinde kıvranırız. Hiçbir şey gönlümüzü eğlemez, hiçbir şey deva gibi görünmez o zamanlarda. Dağlar kadar büyük demir kadar sert görünür dertlerimiz ve aşmamız gerekenler. Biz ise o dağ karşısında küçücük ve o salabet karşısında bir gelinciğin yaprağı kadar yumuşak ince ve zayıfızdır.

Birden “en güvendiğin salabet ve hararet dahi emir tahtında hareket ediyorlar” cümlesi gelir hatırımıza. Dertler ne kadar yandırıcı da olsa ve aşmamız gerekenler ne denli salabetli ise de ateş de salabet ve onunla temsil edilen güç kuvvet de emir altındalar demek.

Bizi istila eden garip haller ve dert ve sıkıntı ve hastalıklar da bir emir ile hareket ediyorlar demek ki. Madem kocaman dağlar, kocaman gezegenler bir emirle hareket ediyorlar demek bizim başımızdaki ve içimizdekiler de bir emirle hareket ediyorlar.

Her şey vazifeli bir memur olduğuna göre bu bize uğrayanlar da vazifeli memurdurlar. Belli ki bir iş için gelmişler ve işleri bitince gidecekler. Tesadüfî değiller ve arkalarında işleyen bir hikmet eli var.

İnsan kendine ve kendindekilere böyle bakabilirse ancak rahat edebilir. “Ben bu dertle ne yapacağım, nasıl başa çıkacağım” sorusu doğru soru değildir belki de. “Bu dert benimle ne yapacak, beni nereye taşıyacak, hangi hikmetlere binaen bana gelmiş ve bundaki rahmet ve nimet ciheti nedir?”.

Ancak böyle bir taharri ile araştırma ile doğru neticeleri görebiliriz. Ya da neticeleri doğru okuyabiliriz. Kayıp zannettiklerimizin kazanç olduğunu fark etmek bizi rahatlatır. Dünyanın rahatının geçici ve aldanmalı olduğu ve bize asıl kâr getiren rahatsızlık, hastalık ve belki biraz huzursuzluk olduğunu fark edebiliriz.

Bir oyun yeri, bir aldanma zemini değil mi dünya? Geçici olanları daim zannetmenin ıstırabını belki kaç defa yaşadık. İnsan ibret almaz mı yaşadıklarından. Bakmaz mı, değerlendirmez mi yaşadıklarını…

Dünyanın içinde bir noktada takılıp kalmak bir küçücük noktayı içinden çıkılmaz bir kördüğüme çevirmek neden bu kadar kolay. Evham veren şeytan ve aceleci nefis değil mi küçücük bir noktayı içinden çıkılmaz bir zindan haline getiren.

İnsan gülüp geçemez mi nefis ve şeytanın hilelerine. Durup biraz eğlendi mi orada, yerleşiverir içine de kendinden zanneder onları. Ve yeis damarı ile beraber içinden çıkılamaz bir kuyuda sanır kendini.

Oysa ne kadar çok yaşamıştır aynı hali. Ve her seferinde kuyudan bir anda onu çıkaran bir inayet eli yetişmiştir imdada. Sessizce sakince o inayetin yolunu gözlemek yerine çırpınıp durmak kuyunun duvarlarındaki çamura böler insanı.

Madem aklı vardır insanın, ibret almalı değil mi hallerinden. Kainatla kendinin bir olduğunu anlayarak gündüzün peşi sıra gece ve gecenin peşi sıra gündüz geldiği gibi içinin karanlıklarına da bir güneş doğacağından emin olmalı değil midir? Evvelden de hep böyle olmamış mıdır?

Evet insan nankör ve cahil ve adeta aceleden yaratılmış. Bir an evvel sıkışıklık gitsin yerini bir feraha bıraksın ister. Halbuki bilmez ki o sıkışıklık candır ona. Hem o sıkışıklık olmasa nereden bilecek ki ferahın ne olduğunu. Hem her an Halıkına ilticaya vesile olan o sıkışıklık değil midir?

Sıkıntı, dert, tasa, hastalık ve elemlerimizin kıymetini bilmek duasıyla… 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum