Din ve Bilim: Baba ile Oğul
Din ve bilim çatışır mı? Dr. Atilla Yargıcı'nın analizi...
Din ve Bilim: Baba ile Oğul
Dr. Atilla Yargıcı
Din ve bilim son birkaç asırdır insanlığın gündeminden düşmeyen iki kavram. Bu iki kavram arasında çatışma olup olmadığı Batıda olduğu gibi İslam dünyasında da hâlâ tartışılmaktadır. Bu konu ele alınırken dikkatlerden kaçan en önemli husus, tahrif edilmiş Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi dinlerle, tahrif edilmemiş İslam arasında hiçbir ayırım yapılmamasıdır. Çünkü İslam dini diğer dinler gibi sadece bir kavme ya da kabileye değil, bütün insanlara hitap ederek nazil olmuştur. Yani İslam evrensel bir nitelik taşımaktadır. Üstelik bu son dinin mukaddes kitabı Kur'an da günümüze kadar bir harfi dahi değişmeden gelmiştir. Çünkü hem elde orijinal metni durmakta, hem de o günden bugüne bu orijinal metin yüz binlerce insan tarafından ezberlenmektedir.
Ortaçağda kilisenin menfaatlerini elden kaçırmamak için ilmin gelişmesine engel olması, ilim adamlarını aforoz etmesi, yakması, hapsetmesi, kilise ile bilim arasında bir çatışma olduğu fikrini doğurmuştur. Bu katı tutum reform hareketlerine sebep olmuştur. Reform hareketleri bilime karşı bayrak açan katı Hıristiyanlık ideolojisinden uzaklaşma anlamına gelmektedir. Bu açılım, bilimin önünü açmıştır. Batı bu yıllardan sonra İslam dünyasındaki ilmî eserleri tercüme ederek bilimsel çalışmalara hız vermiştir. Müslümanlar ise zamanla büyük bir rehavete kapılmışlar, dinden uzaklaşmaya başlamışlar ve gerilemişlerdir. Yani Batılılar tahrif edilmiş ve bilime savaş açan Hıristiyanlıktan uzaklaşarak ilerlerken, Müslümanlar ilimle barışık olan İslam'dan uzaklaşarak geri kalmışlardır. İslam'ın bir din olarak bilimle çatıştığını iddia etmek, Müslümanların asırlarca insanlığa bilimde öncülük ettiği yılları göz ardı etmek demektir. Bu tarihsel gerçek gün gibi ortada iken, hâlâ İslam dini kastedilerek "din ile bilim arasında bir çatışma, bir tenakuz olduğu" fikri işlenmekte ve zaman zaman tıpkı Hıristiyanlıkta olduğu gibi İslam dininde bir reform yapılması gerektiği ileri sürülebilmektedir. Üstelik bu yanlış temele oturan görüş, taşı toprağı İslamla yoğrulmuş bir coğrafyada din eğitimine gerekli önemin verilmesini engellemektedir. Acaba gerçekten İslam ile bilim arasında bir çatışma var mıdır? Bilim eğitimine ağırlık verilirken din eğitimine gerekli önemi vermemek ne gibi sonuçlar ortaya çıkarmıştır? Çözüm nasıl olacaktır? İşte biz bu çalışmamızda bu soruları tartışacağız.
A. Vahiy-Akıl İlişkisi
Bilimin aklı, dinin vahyi temsil ettiği kabul edilmektedir. Bu ayırım Batılı bilim adamları tarafından belli bir amaç güdülerek yapılan ayırımdır. İslam dininin temelinde vahiy kültürü vardır. Vahiy bu evreni ve içindekileri yaratan Allah'ın ahsen-i takvim suretinde yarattığı insanla konuşmasıdır. Hz. Peygamber vasıtasıyla insanlara ulaşan bu vahiy, aklı bir kenara itmez. İslam bütün hükümlerini akla tasdik ve tespit ettirmektedir. Kur'an'da bir çok ayet-i kerimede insanın düşünmesi istenir.1 Dinin özünü teşkil eden tek bir Allah'a inanma meselesi bir kalp meselesidir. Ama Kur'an'da kalp anlayabilen, düşünebilen bir varlık olarak takdim edilir. O halde Kur'an'da kalpten bahsedilirken bile bununla akıl kastedilir. Kur'an sadece insanlara bir Allah'a inanın diye emretmemiştir. Onlara bu konuda Said Nursi'nin "Kitab-ı Kebir-i Kainat" dediği şu kainat kitabında, kainatın küçük bir numunesi olan insanda bir çok deliller sunmakta ve bunların tıpkı birer kitap gibi okunmasını istemektedir. Çünkü tek bir Allah inancı, akla aykırı değildir. Tam aksine aklın gerektirdiği bir husustur. Akıl bir harfin kendi kendine bir kitaba yazılamayacağını kabul etmektedir. Aynı akıl mucizevari işler gören hücrelerin, atomların da kendi kendine var olmadığını kabul eder. İnsanlar çoğu zaman var olan akıllarıyla çelişme pahasına, inkara saplanabilmektedir. Kur'an'ın hükümleri akla uygun hükümlerdir. Eğer vahiy akılla tenakuza düşüyor gibi görünürse, istikametli akıl esas alınır, nakil, yani vahiy tevil edilir. Nitekim Kur'an'daki müteşabih ayetler bu şekilde yorumlanmaktadır. (Müteşabih ayetler hiçbir delil olmaksızın, ilk bakışta anlaşılması mümkün olmayan ayetlerdir. Hükmü delile ihtiyaç duymadan açık bir şekilde anlaşılan ayetlere de "muhkem" ayetler denmektedir. Hadisler için de aynı şeyleri söylemek mümkündür.)
Din akıl ve vahyi birlikte ele aldığı halde, bilim sadece aklı ön plana çıkarmaktadır. Aklı dinin ve Allah'ın yerine ikame etmeye çalışmaktadır. Ki, bu antik Yunan felsefesine tekrar dönüşü temsil ediyor. Bilim, aklı ve bilimi bir din haline getirme çabasındadır.
B. İslam-Bilim: Dost mu, Düşman mı?
Tahrif edilmiş Hıristiyanlıkla bilim arasında ortaya çıkan çatışma, İslam ile bilim arasında da varmış gibi gösterilmektedir. Bu çatışma vehmi, "Bizi dünya saadetinden, ecnebileri de ahiret saadetinden mahrum etmiştir." Halbuki köle efendisine, hizmetkar reisine, çocuk babasına düşman olamaz. Said Nursi, bu bakış açısını sergiledikten sonra, İslamiyet'in ilimlerin pederi, mürşidi, hakiki ilimlerinin reisi olduğunu bildiriyor. Ona göre bu çatışma batıl tevehhümü, insanlarda ümitsizlik aşılamış, bu da medeniyetin kapısını Müslümanlara kapatmıştır.2 İslam'ın zahiri ile bilim arasında var olduğu vehmedilen tenakuz, "ürkme" meydana getirmiştir. Bu ürkme Cumhuriyetin ilk yıllarında dini sosyal hayattan çıkarma projesinin uygulamaya konulmasına sebep olmuştur. Bu anlayışa göre din, bilim ile çatışma içinde olunca, o sadece vicdanlara hapsedilen, pratiği olmayan bir inanç olmalıdır.
Burada Said Nursi'nin İslamiyet'i, ilimlerin "pederi ve mürşidi" olarak nitelendirmesi dikkat çekicidir. İslam sadece en son gelen bir din değildir. O ilahi dinlerin tahrif edilmemiş asıllarını da kapsar. Bu yüzden bütün dinler asıl halleriyle ilme katkı sağlamışlardır. Dinlerin Allah tarafından görevlendirilen kurucuları, peygamberlerdir. Neden peygamberler gelmiştir? Bunun iki sebeple izah etmek mümkündür. Bunlardan birincisi şudur: İnsanda ilim ve sanat kabiliyeti vardır. Ancak bu ilim ve sanat yeteneğini kullanarak tabiatı taklit etme fikrinde bir kusur bulunur. Bu yüzden bir "mürşid-i nebiye" ihtiyaç duyulur.3
İlim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için yaratılan,4 Allah tarafından isimlerin talimiyle kendisine hadsiz "ulum ve fünun" öğretilen insan,5 bu ilmi kullanmak ve sanayii geliştirmek için bir yol göstericiye ihtiyaç duyar. Peygamberler insanlığa manevi sahada rehberlik yaptıkları gibi, maddi terakkide de insanlara birer "üstad ve ustabaşı" olmuşlardır. Kur'an peygamberlerin mucizelerinden ve kıssalarından bahsederken insanları, o mucizelerin benzerlerini yapmaya teşvik ediyor.6 Bu yüzden maddî kemâlâtı insanların eline ilk hediye eden peygamberler olmuştur. Hz. Nuh'un gemi yapması, Hz. Yusuf'un saatçi olması, Hz. Davud'un demiri ve bakırı eritmesi, Hz. Süleyman'ın rüzgara binmesi, Hz. Süleyman'ın yanındaki bir alimin Belkıs'ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar orada hazır etmesi, insanlığı öğrenmeye, kendini geliştirmeye teşvik etmiştir. Bütün bunlar, suyun ve havanın kaldırma kuvvetine sahip olarak yaratıldığı, demir ve bakırda erime ve şekilden şekle girme kabiliyetinin var edildiği, eşyanın kendisinin, sesinin ve görüntüsünün nakledilebileceği gibi yüksek bilimsel düşünceleri insanın aklına getirmektedir. Bu, insanlığın ihtiyaç duyduğu bilimsel gelişmelere vahyin önemli bir katkısıdır. Vahyin yol göstermesidir. Bu yol gösterme sayesinde insanlık bugün maddi olarak büyük bir terakki içerisine girmiştir. Bugün ortaya çıkan teknolojik gelişmeler, insanlığın ortak kültürünün ürünüdür. Sadece Batı insanının çabasının ürünü değildir. Bu terakkinin temellerini ise Kur'an'ın da işaret ettiği gibi peygamberler atmıştır.
Peygamberlerin mürşid olmalarının ikinci yönü ise ahlakla ilgilidir. İnsanda gazab, şehvet ve akıl kuvvetleri vardır. Ama bunlara Allah tarafından fıtraten bir sınır konulmamıştır. Peygamberlerin gönderilmesi, insanların bu duygularını eğitim yoluyla sınırlandırma, ifrat ve tefritten uzaklaştırıp vasat olan yolu bulma amacını gütmektedir. Peygamberlerin bu eğitim modelinden uzaklaşıldığında insanlık başına büyük felaketler almıştır ve almaktadır. Peygamberliğin insanlıkta "kemalatın fihristesi" olarak tarif edilmesi, insanlığın bireysel ve toplumsal hayatlarında maddi ve manevi terakkiye ihtiyaç duyduğunu göstermektedir.
C. Eğitimde İdeal Model
Bugün ortaya çıkan ve gittikçe gelişen bilimlerin özünde din vardır. Bilhassa İslam dininin kutsal kitabı Kur'an ve Hz. Muhammed'in (asm) hadisleri tıp biliminden biyolojiye, çevre mühendisliğinden ekolojiye, astronomiden fizyolojiye kadar birçok bilim dalında insanlığın yeni keşfettiği ya da daha hiç keşfedemediği konulara temas etmektedir. Diğer taraftan Kur'an insanları birçok konuda düşünmeye çağırır. Her konuyu akla havale eder. Herkesin her şeyi bilemeyeceği gerçeğini kabul ederek öğrenilmesi gereken konuları "ehl-i zikir" diye tanımladığı uzmanlara sormayı önerir.7 Kur'an'a göre bilenlerle bilmeyenler bir olmaz.8 Kur'an bütün bunlardan bahsederken, hep Allah'a dikkat çeker. Buna göre insan öğrenmelidir. Ama Allah'ı asla unutmamalıdır. Çünkü insanı da, insandaki öğrenme kabiliyetini de yaratan Allah'tır. O halde İslam dininin bilime karşı olması mümkün değildir. Ancak bilimi Allah'ın isimlerinin bir tecellisi olarak öğretmek ister. Kur'an'ın bakış açısını yakalayan bir insan, tıp bilimin Allah'ın şifa verici anlamına gelen "Şafi" ismine dayandığını anlar. Bu anlayışa sahip bir doktor hastalarına daha şefkatli bir gözle bakar. Allah'ın bir isminin tecelli etmesine vesile olduğu için onlara daha fazla itina gösterir. Mühendislikle uğraşan bir insan Allah'ın "Mukaddir" ismini öğrenir. Plan ve proje yapma, ölçüp biçme bu ismin tecellisidir. Allah ile bağını koparmayan bir mühendis, işlerinde daha dikkat olur. Böylece Kur'an bu bakış açısıyla insanlığın dinden uzaklaşarak kaybettiği sorumluluk duygusunu ona kazandırma amacını güder. Çünkü bilim ne kadar gelişirse gelişsin, eğer Allah'a karşı sorumluluk duygusu bulunmazsa, yapılan iyiliklere mükafat, kötülüklere ceza verecek ilahi bir güce inanılmazsa insanlık her şeyi kendi cüz'i menfaatine alet yapar ve yaptığı da son bir asırda çok bariz bir şekilde görülmektedir.
Pozivitist yaklaşım insanlara böyle bir sorumluluk bilinci vermekten uzaktır. Zaten böyle bir amacı da yoktur. İnsanın, bilimin ve bilim adamının Yaratıcısıyla bağını koparan pozitivist anlayış, bilimi ve aklı dinin yerine ikame etmeye çalışmıştır. Ama İslam dininin sağladığı gazab, şehvet ve akıl kuvvetlerini sınırlandırma formülü bulunmadığından insanlığı dünyevi ve uhrevi mutsuzluğa sevk etmiştir. Çünkü duyguları eğitilmeyen insan hiçbir konuda sınır tanımayan korkunç bir canavar haline geldi. Çoğunlukla insanlıkta cerbeze, fücur ve zulüm ön plana çıktı, ortak bir karakter halini aldı. Cerbezeyle hak ile batıl bir birine karıştırıldı. İnsanlar hakkı batıl, batılı hak görmeye ve göstermeye başladı. Fücur ile namuslar ayaklar altına alındı, her konuda haram helal çizgisi kayboldu. Zulüm ile kuvvetli haksız dahi olsa zayıfı ezdi. İşte bilimin pozitivist yorumunun insanlığı sürüklediği bu anarşi, insanlığı basit bir çıkar uğruna yok edecek bir anlayışın gelişmesine sebep oldu. Said Nursi'nin öğretilerinde maneviyattan mahrum, gözünü sadece geçici dünyaya dikmeye sebep olan şey, "tek gözlü deha"dır. Bu deha insanlığa dünyada Cehennem hayatı yaşattığı gibi ahirette de ebedi Cehennem yaşatacaktır. İnsanlığın gündüzünü geceye çeviren bu menhus zekadır.9
Said Nursi'nin tespitlerine, bizim de müşahedelerimize göre insanlık manevi bir buhran geçiriyor. Bu buhranın asıl sebebi, imansızlıktır. Allah'a imandan uzak olarak gerçekleştirilen bilimsel gelişmeler insanlığı mahvetmeye aday gözüküyor. Bu buhrandan çıkışın reçetesi Said Nursi'ye göre eğitimdir. Yaygın ya da örgün eğitimde din ve bilim birlikte okutulmalıdır. Bugün ilkokullarda din ehliyetsiz ellerdedir. İnancı olmayan bir ilkokul öğretmeni hangi dini öğretecektir? Orta ve lise öğretiminde ise din eğitimi İslam dini eğitimi olmaktan çıkmıştır. Normal bir kültür dersi haline gelmiştir. Liselerde bir saat olan din eğitiminin yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir. Üniversitelerde ise öğrencinin din ile hiçbir karşılaşması olmamaktadır. Bilimin pozitivist yorumu eğitimin tek modelidir. İslam dünyası, ilme karşı olan kilise yüzünden dinden uzaklaşan Batıyı bu noktada örnek alamaz. İslam dini, ilmi, öğrenmeyi hep ön plana çıkarıyor, teşvik ediyor. Bu yüzden maddi kalkınma, manevi gelişmeye bağlıdır. Bilim eğitimi, din eğitimi ile birlikte verilmelidir. İnsanlığın bu buhrandan çıkışının başka çaresi de yoktur. Bu açıdan İlahiyat Fakülteleri tekrar fonksiyonlarını icra eder hale getirilmeli, ancak müfredatlarında değişiklikler yapılmalıdır. Müfredatlarına bazı temel fen bilimleri de eklenmelidir. Diğer taraftan üniversitelerin bütün bölümlerinde de din eğitimi olmalıdır. Bunlar seçmeli de olabilir. Said Nursi bir asır önce insanlığın içine düştüğü bunalımdan çıkış reçetesini böyle bir eğitim modelinde görmüştür.
Ona göre, vicdanın ziyası din ilimleridir. Aklın nuru fen ilimleridir. İkisinin birlikte okutulmasıyla gerçek ortaya çıkar. Birbirinden ayrıldıkları vakit birincisinde taassup, ikincisinde de hile ve şüphe ortaya doğar.10 Pozitivist bilim anlayışının eğitim modelinde uygulanması, dinin bir kenara bırakılmasını, sadece fen ilimlerinin okutulmasını öngörmüştür. Bu öngörü, Nursi'nin ifadesiyle "hile ve şüphe"nin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Kuvvetleri peygamber öğretilerinin süzgecinden geçmeyen ve ifrat ile tefrit arasında bocalayan kimseler, cerbezeci birer insan olup çıkmışlardır. Cerbezeci insan ise aldatıcı bir zekaya sahip insan demektir. O halde dinin dengeleyiciliğinden uzak yetişen nesillerde iki karakteristik özellik ön plana çıkacaktır. Bunlardan birisi hile, ikincisi de şüphedir. Bu eğitim modelinin ortaya çıkardığı "iyi eğitilmiş" insanlar, kendilerini, başkalarını ve devleti aldatmak için her şey yapabiliyorlar. Bugün ülkenin içinde bulunduğu durum, bilimin pozitivist yorumunun eğitime hakim olmasının ürünüdür. Şüphe de insanın her şeye ve herkese şüphe ile bakmasını netice vermiştir. Toplumdaki gittikçe yayılan güvensizlik ve sevgisizlik de bu iki kavramın insanda yerleşmesiyle ortaya çıkmaktadır.
Sonuç
İslam dini bilimle çatışmaz. Çünkü İslam dininde okuma, öğrenme birinci derecede önemlidir. Bu yüzden İslam'ın bilimle çatıştığı vehmi üzerine kurulu ideolojik bir anlayış, asırlardır İslami bir kültüre sahip olan bu toplumu dinden koparmak için eğitimi kullanmıştır. Dinden uzak olarak eğitilen insanlar, haksızlığı şiar edinmiş, hiçbir davranışında meşru gayr-i meşru ayımı yapmayan, hile ve şüpheci bir karaktere sahip olmuşlardır. Kendisini, toplumu, ailesini, devleti aldatan, kendinden, insanlardan şüphe eden, küçücük bir menfaat için her türlü haksızlığı yapabilen insanlar hep bu eğitimin meyveleridir. Nursi'nin ifadesiyle sahip olduğu hak dinden uzaklaşan insanlar cemiyet için "semm-i katil" yani, öldürücü bir zehir olmuşlardır. Anarşi ve terörün bu ülkede yaygınlaşmasında bunun büyük rolü olmuştur. Fakat bu gerçekler, ideolojiyi şahsi çıkarlarına perde edilen kişiler tarafından örtbas edilmek istenmiş, insanlar dinden ve dindardan ürkütülmüştür. Toplumda görülen bu olumsuz tablo, ancak bilimin din ile, dinin bilim ile birlikte eğitime girmesiyle mümkündür. Ahlaktaki anarşiden, silahlı terörden, devleti talan etmekten kurtulmanın, insanı ailesine, topluma ve devletine faydalı bir birey haline getirmenin tek çıkar yolu budur. Bizim kültürümüzde "kendini bilmek" vardır. İnsanın kendini bilmesi, adam olması, itidalli ve istikametli bir yapıya sahip olması hep bu kendini bilmekle ilgilidir. İnsanın kendini bilmesi ise Allah'ı bilmesiyle mümkündür. Bunu insana sağlayacak İslam dininin akla dayanan esaslarıdır. Bu da ancak fen ilimlerinin yanında din ilimlerinin de öğretilmesiyle sağlanabilir. Yoksa insan birçok şeyi öğrenebilir, çok daha ileri noktalara ulaşabilir. Fakat kendini bilmeyen bir insan, robot insan, "compüter insan" olmaktan kurtulamaz.
Dipnotlar
1. Bakara:2/219, 266; En'am: 6/50; Rum: 30/8.
2. Nursi, Bediüzzaman Said, Muhakemat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001, s.17.
3. Nursi, Muhakemat, s. 139.
4. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1980, s.294
5. Nursi, Sözler, s. 219.
6. Nursi, Sözler, s. 237.
7. Nahl: 16/ 43.
8. Zümer:39/9.
9. Nursi, Bediüzzaman Said, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001, s. 129-132.
10. Nursi, Bediüzzaman Said, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1991, s. 127.